Fatiha Süresi

Fatiha Süresi (1)

Cuma, 15 Ocak 2021 09:56

Fatiha Süresi

Yazan

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

-ahmed kalkan-
Fatiha Sûresi
Tefsiri
“İlk Sûreler ve İslamî Hareket”
CİLT -5-
AHMED KALKAN
“İlk Sûreler ve İslamî Hareket” CİLT -5-
Ocak 2016 / İstanbul
Mar’ ruf Yayınları:
Editör:
Tashih:
Kapak & Mizanpaj:
Baskı:
4
Mehmed Bilir
Ma’ ruf Yayınları
Ehl-i Dizayn
STEP AJANS Matbaa Ltd. Şti.
Göztepe Mh. Bosna Cd. No:11
Bağcılar/İStanbul
Tel: 0212 446 8846
Sertifika No:12266
MA’ RUF YAYINLARI İLETİŞİM
Adres:
Tel:
E-Posta:
Web:
İstiklal Mh. Dolmabahçe Cd. Işık Sk.
No:2/2 Ümraniye/İSTANBUL
(0216) 344 0 342
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
www.marufyayinlari.com
Fatiha Sûresi Tefsiri
İçindekiler
Önsöz 13
Fâtiha Sûresi 20
Fâtiha Sûresinin Düşündürdükleri 22
Fâtiha Sûresinin Kısa Tefsîri 23
Fâtiha Sûresinin Lisan-ı Hali 33
“Besmele: Tâğutun Adıyla Değil; Allah’ın İsmiyle ve İzniyle” 35
Fâtiha ve Sûrelerin Başında Geçen Besmele Kur’an’dan Bir Âyet Midir? 35
Hanefilerin Delilleri 40
Besmelenin Namazda Okunmasının Hükmü Nedir? 42
Fâtiha’nın Namazda Okunması Farz Mıdır? 43
Cumhurun Delilleri 44
Hanefîlerin Delilleri 44
İmama Tâbi Olan Müslüman, Fâtiha’yı Okuyacak Mı? 47
İstiâze 49
Kur’an ve İstiâze 50
Şeytandan Kurtuluş, Allah’a Sığınmakla Sağlanır 51
Sığınan, Kendisine Sığınılan ve Kendisinden Sığınılan 53
Günümüzde İstiâze Anlayışı 55
Allah’a Sığınma Tarzı Nasıl Olmalı? 59
İstiâze Şuurunun Bize Kazandıracağı Anlayış ve Davranışlar 62
“Besmele: Tâğutun Adıyla Değil; Allah’ın İsmiyle ve İzniyle” 64
Hamdele 68
Kur’an’da Hamd Konusu 68
Hamd, “Övgü” ve “Şükür” Kelimelerinden Daha Zengin Anlamlıdır 70
Hamd, Allah’a Aittir; Çünkü... 71
Hamd, Tüm Organlarla ve Özellikle Kalple Yapılır 72
Bunca Nimet, Bunca Şikâyet; Hamdetmeyen Bir Toplum Olduk 74
Hamd, Hayata Gülümsemektir 75
İbâdetlerimiz ve Hamd 76
Her Nimetten Sonra, Her Vesileyle Hamd, Sürekli... 77
Hamd – İman İlişkisi 79
Hamd Bilinciyle Hayata Bakış 80
Hamd ve Günümüz İnsanı 81
Hamd Şuurunun Müslümana Kazandırdıkları 82
 رَبِّ اْلعَالَِ ي ن َ Rabbi’l-Âlemîn 84
Rab 84
Rab 91
Âlem 92
Rabbi’l-Âlemîn 93
On Sekiz Bin Âlem 94
Allah’ın Âlemlerin Rabbi Olması İle Ortaya Çıkan Sonuçlar 98
O Aynı Zamanda Rahîmdir 101
Akıllar Denk Olsaydı?! 103
Rahîm 103
1) Kötülüklerden Korumak 105
2) Sıkıntıya Girmek 106
Rahmet 106
A) Yumuşaklık 106
B) Allah’ın Merhameti 106
C) Azaptan Kurtarmak 107
D) Sıkıntıdan Sonra Gelen 107
E) İlahî Vahiy Rahmettir 107
F) Şefkat Bir Rahmettir 108
G) Hz. Muhammed Bir Rahmettir 109
H) Af Bir Rahmettir 111
I) Rahmet Kurtuluşa Götürür 111
J) Şeytandan Koruma Rahmettir 111
Rahmân Kavramının Diğer Mânâları 112
A) Yaratmak 112
B) Öğretmek 113
C) İzin Vermek 113
D) Sevgi Yaratmak 113
Rahîm Kavramının Mânâları 113
A) Dölyatağı 114
B) Sevgi (Akrabalık) Bağı 114
Rahmân İle Rahîm Sıfatları Arasındaki İlişki 115
Rahmetin İki Çeşidi; Rahmân ve Rahîm 119
Kur’an’da Rahmet 121
Hadislerde Allah’ın Rahmeti 124
Hastalık, Sakatlık ve Bazı Musibetler De Rahmettir 126
Rahmet, Tüm Evreni Kuşatmıştır 127
Rahmetin İki Büyük Yansıması: Kur’an ve Peygamber 128
Rahmet Sıfatının Kuldaki Tecellîsi; Merhamet 131
Rahmân’ın Merhametten Mahrum Kulları 133
Rahmân ve Rahîm Sıfatlarının Düşündürdükleri 134
Din Gününün Sahibi 138
Allah Mâliktir 139
Allah, Hem Mâliktir, Hem Meliktir 140
Mâlikü’l-Mülk 147
Mal-Mülk Allah’ındır 151
Mülk ve Melekût; Eşyanın İki Yüzü 160
Din Günü 163
Ümit - Korku Dengesi 164
Din Gününün Tek Sahibi Allah’tır 167
Kur’an’da Din Günü 168
Din Günü Şuuru, Kıyâmetin ve Ölümün Düşündürdükleri 171
كَيَّ إِ İyyâke (Ancak Sana) 180
نعْبُد Na’budu (İbâdet Ederiz) 181
Kur’an’da İbâdet 183
İbâdetle İlgili Bazı Âyetler 186
Abd (Kul) ve İbâdet 190
‘Abede’ Kavramı 191
1) Bilmek 191
2) Birlemek, Tevhid 191
3) İtaat Etmek 192
4) İbâdet Etmek 192
İbâdet; Kalıp ve Kalbin, Tüm Organların Allah’a Yönelmesidir 195
İbâdet, Fıtrattır 196
İbâdet, Hayatın Tüm Alanlarını Kuşatır 201
Allah’a İbâdet 204
Namaz, Tüm İbâdetler İçin Prototiptir 206
Herhangi Bir Eylem Nasıl İbâdet Olur? 207
Allah’tan Başkasına İbâdet 208
Putlara, Heykellere İbâdet 210
Tâğuta İbâdet 213
Bilginlere ve Din Adamlarına İbâdet 216
Şeytana İbâdet 218
Cinlere İbâdet 220
كَيَّ وإِ ve İyyâke (Ancak Senden) 222
 نَسْتَعِ ي نُ Nesteîn (Yardım İsteriz, Duâ Ederiz) 222
İstiâne 223
Duâ 225
Duâ ve Dâvet 226
Duâ İbâdettir 231
Duâ, Ruhun Gıdası ve İlâcıdır 234
Niçin Duâ Ederiz? 236
Duânın Önemi 239
Duânın Amacı 244
Duâ Edilmek, Yalnızca Allah’ın Hakkıdır 257
Duâ Ederken Dikkat Edilecek Hususlar 259
Duânın Psikolojik Cephesi 261
Duânız Olmasa?! 265
Sözlü ve Fiilî Duâ 268
Duâ Etme Şekli ve Duâ Âdâbı 271
Allah’ın İsimleriyle (Esmâü’l-Hüsnâ) Duâ Etmek 274
Duâda Zaman ve Mekân 275
Duâsı Kabul Edilen Kimseler 276
Kimler İçin Duâ Edilmez? 276
Duâların Kabul Edilmesi 277
Duâda Tevessül 279
Duânın İstismar Edilmesi 283
Hiçbir Muska Câiz Değildir. Çünkü; 286
Duâda Neler İstemeliyiz? 287
Kur’ân-ı Kerim’in Dilinden Duâ Örnekleri 288
Kur’an’da Peygamberlerin ve Sâlih Kimselerin Duâları 297
Rasûlullah’ın (s.a.s.) Hayatında Duâ 298
Sünnet Olan Duâlar 302
 إهْدِنَ Bize Hidâyet Ver, Yol Göster, Bizi Ulaştır 303
 الصَِّاطَ اْلُسْتَقِي َ Sırât-ı Müstakîme, Dosdoğru Yola 303
Hidâyet 304
Kur’an’da Hidâyet 306
Hidâyet, Yön Bulmak; İman, Yönü Bulduran Kuvvet 308
Hidâyet İsteği ve Hidâyette Devam 310
Hidâyet Vermek Sadece Allah’a Ait 312
Hidâyet İçin Kulun Çabası Gerekir 314
Hidâyette Kulun Rolü 317
Hidâyet Türleri 324
Cihad ve Tebliğ; Başkasının Hidâyeti İçin Çalışmak 324
Hidâyet İçin Gerekli Şartlar, Hidâyete Lâyık Olmak 325
Hidâyet Konusunda Sünettullah (Allah’ın Değişmeyen Kanunu) 328
Sırât-ı Müstakîm/Dosdoğru Yol 333
İstikamet ve Sırât-ı Müstakîm 334
Kur’an’da Sırât-ı Müstakîm 338
Sırât-ı Müstakîm’in Kur’ân-ı Kerim’deki Tanımları 338
Nimet Verilenler 342
Gazap 344
Allah’ın Gazâbına Uğrayanlar 344
Yahûdilerin Gazaba Uğrama Nedenleri 346
İsrâiloğullarının Karakteri / Yahûdileşme
Alâmet ve Özellikleri 348
Dalâlet 354
Dalâletin Kur’an’daki Anlamları 354
Dalâlette Olanlar 356
Dalâlette Olanların Özellikleri 357
Dalâlet Önderleri 358
Dalâlete Düşme Sebepleri 359
Dalâletin Sonuçları 360
Hıristiyanların Sapma Nedenleri 364
Sırât-ı Müstakîmin Gerekleri 368
İnsanın Asıl Sırat Köprüsü Dünyadadır 369
Yol ve Yolculuk Üzerine Düşünceler 371
Fâtiha Sûresine Toplu Bakış ve Günümüze Çıkarımlar 377
Fatiha Sûresi İle İlgili Sınav Soruları 399
Fatiha Sûresi İle İlgili Sınavın Cevap Anahtarı 413

İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz
değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü
veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas
edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopya
edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı söz konusu
değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak
malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
!

ithaf
Canlı Kur’an olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret
eden, tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran ve kâfirlere karşı
Kur’an’la en büyük cihadı gerçekleştiren her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyasının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu
kavrayıp nebevî usulle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması
yapan tâvizsiz davetçilere…

• 13 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Önsöz
Önsöz de sonsöz de, sözün önü de sonu da Allah’a, O’nun sözü olan
Kur’an’a ait. İnsan haddini aştı, çok konuştu, çok söyledi. Bu yanlıştan dönülmeli;
Kur’an’a kulak verilmeli. O, sözlerin en güzeli, onu okumak, okumaların
en güzelidir. Onu dinlemek, dinlemelerin en güzelidir. Onunla
düşünmek, tefekkürün en güzelidir. Ona göre yaşanan bir hayat, hayatların
en güzelidir. Tüm bunlarla birlikte, unutulmaması gereken husus, eşsiz
bir hidâyet rehberi olan Kur’an’ı tane tane, özümseyerek, doğru bir niyetle,
istiâze ve besmele ile okumamız gerekir. Kur’an’a kulak verip susmamız,
âyetler okunur veya âyetlerle emir ve yasaklar sunulurken bahaneler üretip
başka bir söz söylemememiz, “semi’nâ ve eta’nâ (duyduk ve itaat ettik)” deyip
hayatımıza geçirmemiz istenmektedir.
Yaşadığımız coğrafya da dâhil, dünya üzerinde en çok okunan kitap
Kur’an olmasına rağmen, nedense şuurlu fert ve toplumlar bir türlü oluşamamaktadır.
Her geçen gün daha da yoğun bir ilgi odağı haline gelen Kitabımız’ın
önemi daha da açığa çıkmasına rağmen, bilinç yoksunluğu devam
etmektedir. Aynı zamanda, üzerinde en çok araştırmaların yapıldığı, uzun
uzun makalelerin yazıldığı, tezlerin sunulduğu, inceleme kitaplarının yayınlandığı
bir konu olmasına rağmen Kur’an ruhu oluşturulamadı, Kur’an
nesli yetiştirilemedi, Kur’an toplumuna giden yol açılamadı, Kur’an devleti
ufukta görülemedi.
Kur’an’ın en çok ve en hızlı ezberlenen bir kitap oluşu da onun anlaşılmasına
yetmemiş, toplumsal hoşnutsuzluğu huzura dönüştürecek Kur’ânî
bir inkılâp oluşmamıştır. Kur’an kıraatiyle belki bireysel anlamda gözyaşları
dökülmüş, bu duygu seliyle yapay bir tatminkârlık oluşturulmaya çalışılmıştır.
Ama anlam örgüsü ve tüm hükümlerini tatbik gayreti içinde O
Kitab’a yönelmek yerine, sadece Arapça metin üzerinden bireysel bazda
haz alınmaya çalışılmış, bununla yetinilmiştir. Kur’an’ın anlatmaya çalıştığı,
hedeflediği bireysel ve toplumsal huzura, Allah’ın razı olacağı izzetli bir
yaşayışa ulaşılamamıştır.
Kur’an’la doğru konuşan O’nu doğru konuşturan sahih temsilciler oluşturamadığımız
için İslâm’ın hedeflediği sonuca ulaşılamamıştır. Kur’an’ın
susturulması; onun gündemden uzaklaştırılıp hayattan koparılması ile ger•
14 •
Ahmed Kalkan
çekleştirilmiştir. Suskun bir Kur’an ne sadra şifâ olur, ne de toplumlara müdâhale
etme yetkisine sahip bulunur.
Bütün bu olumsuzlukların sonucunda, Kur’an’ı rehber edinmeyen toplumlar
bilinçsiz, ruhsuz, mutsuz, rotasız, suskun kalmışlar, onları bu hale
getiren tâğûtî zihniyetler toplumlarını sürüleştirerek kendilerine kul yapmaya
çalışmışlardır.
Güzîde, erdemli, sâlih, âlim, mücâhid, muvahhid, muttaki, şâhid-şehid…
şahsiyetlerin yetişmesi Kur’an’dan gereği gibi faydalanıp hayata doğru
bir şekilde geçirilmesiyle mümkün olacaktır. “Allah o kitapla; kendi
rızâsını arayanlara kurtuluşa götüren yolları gösterir, izniyle onları (küfür)
karanlıklarından (iman) nûruna/aydınlığına çıkarır ve onları dosdoğru bir
yola iletir.” (5/Mâide, 16)
Kur’an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, câhiliyyenin
çağ anlayışı da cahilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay
kırılmasını da hakkı görmek istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını
zanna ve uydurmalara dayanarak değerlendirir. İslâm’ın çağ anlayışı,
tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler
ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü’l-azm denilen
büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh
tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.)
putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle tevhid çağını
yeniden oluşturan inkılâbın köşe taşıdır. Mûsâ (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve
en büyük inkılâb, Kur’an’ın yaptığı inkılâb; en büyük inkılâbçı da Hz. Muhammed
(s.a.s.)’dir. Kur’an’la câhiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır.
Kur’an’la birlikte Kur’an’ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saâdet;
inkılâbçı insanın adı da müslüman’dır artık. Diğer devrimler, adına inkılâb
denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu
zindanları değiştirmenin adına devrim adı verilip insanlar kandırılmıştır.
Karanlıklar, zulümler, hapisler, kölelikler arasındaki değişikliğin adına devrim;
küçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman
dilimlerinin adı çağ olamaz.
Peki, Kur’an, aynı Kur’an olduğuna göre, Mekke câhiliyyesini değiştirdiği
gibi bugünkü câhiliyyeyi niye değiştiremiyor? Medine İslâm İnkılâbı
gibi niye inkılâb yapamıyor? Kur’an değişmemiştir, ama Kur’an okuyanlar
• 15 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
başkalaşmıştır. Kur’an anlayışı, Kur’an’a bakış, Kur’an’a yaklaşım değişmiştir.
Kur’an, aynı Kur’an’dır, ama Kur’an’a yönelmesi gereken insan, Kur’an’a
sahabe gibi yönelmiyor. Çeşme, bin dört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne
kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği
gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir.
Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı
bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan
çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa
tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin
yanı başındaki yangınları fark eden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini
yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla
yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve
toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur’an yardıma hazırdır; referansları,
örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere
sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.
Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece
reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez. “Kur’an şifadır.”
Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal
kargaşamıza. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır.
Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî
ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda,
kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor.
“Fitnelerden kurtuluşun yolu, Allah’ın Kitabı(na uymak)dır. O’nda sizden
önceki (milletlerin ahvâliyle ilgili) haber, sizden sonra (kıyamete kadar)
gelecek fitneler ve kıyâmet ahvâli ile ilgili haberler mevcut. Ayrıca sizin aranızda
(iman-küfür, tâat-isyân, haram-helâl vs. nevinden) cereyân edecek ahvâlin
de hükmü var. O, hak ile batılı ayırt eden ölçüdür. O’nda her şey ciddîdir,
gâyesiz bir kelâm yoktur. Kim akılsızlık edip, O’na inanmaz ve O’nunla
amel etmezse, Allah onu helâk eder. Kim O’nun dışında hidâyet ararsa Allah
onu saptırır. O Allah’ın sağlam ipidir. O, hikmetli olan zikirdir, O dosdoğru
yoldur. O, kendine uyan hevâları koymaktan, kendisini (kıraat eden) delilleri
iltibastan korur. Âlimler ona doyamazlar. Onun çokça tekrarı usanç vermez,
tadını eksiltmez. İnsanı hayretlere düşüren mümtaz yönleri son bulmaz, tükenmez,
O öyle bir kitaptır ki, cinler işittikleri zaman şöyle demekten kendilerini
alamadılar: “Biz, hiç duyulmadık bir tilâvet dinledik. Bu doğruya
• 16 •
Ahmed Kalkan
götürmektedir, biz onun (Allah kelâmı olduğuna) inandık.” (72/Cin, 1) Kim
ondan haber getirirse doğru söyler. Kim onunla amel ederse ücrete mazhar
olur. Kim onunla hüküm verirse adaletle hükmeder. Kim ona çağrılırsa, doğru
yola çağrılmış olur. Ey A’ver, bu güzel kelimeleri öğren.” (Tirmizi, Sevâbu’l-
Kur’ân 14, hadis no: 2908)
Mü’min, Kur’an insanıdır. O’nu okumak, anlamak ve yaşamakla emrolunmuştur.
İnandığı ve hayat nizamı edindiği Kur’an’a karşı mü’minin ilk
vazifesi, O’nu sık sık okumaktır. Kur’an’ın ilk emri “oku” iken O’nu okuyamamanın
mâzereti olamaz. Kur’an’ı okumaktan asıl maksat, onu anlamaktır.
Kur’an mesajı ana hatlarıyla herkes tarafından anlaşılacak kadar açıktır.
“Andolsun ki biz, Kur’an’ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır.
O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?” Kur’an’ı biraz olsun
anlayarak okumuş olmak için, Kur’an’ın orijinal harfleriyle yazılmış metnini
ihtivâ eden meal ve tefsirlerden sıra ile günlük dersler takip etmeliyiz.
Bir sayfa metin, akabinde de okunan sayfanın meal ve gerektiğinde tefsirini
okumalıyız. Kur’an’ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da
şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. “Allah, şu Kur’an’la amel eden toplumları
yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır.” (Müslim, Salâtu’l-Müsafirin
47, hadis no: 269)
Kur’an’la bağı kopmuş insan, aydın değil; olsa olsa kara karanlıkların
kapkara adamıdır. Kur’an’sız hayat, karanlıkların nuru boğduğu vahşi
bir hayattır, zindan hayatıdır, körlerin hayatıdır. “Kim benim zikrimden
(Kur’an’dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz
onu, Kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz. O: ‘Rabbim! Beni niçin kör
olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!’ der. (Allah) buyurur ki:
İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de
aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine
inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Âhiret azâbı, elbette daha şiddetli
ve daha süreklidir.” (20/Tâhâ, 124-127)
“Peygamber der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an’ı büsbütün terk etti.”
(25/Furkan, 30). Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa
“Kitapsız!” denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakaret kabul
eder, ama yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur
câhiliyye toplumu. Devlet, Kitapsız devlettir. Öldükten sonra sorulacak
sorulardan birinin “Kitabın ne?” sorusu olacağı hadis-i şeriflerde
• 17 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
bildirilmiştir. “O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri
anlatır, ayakları da şâhitlik eder.” “Kitabın ne?” sorusuna o gün ellerimiz
“falan gazete”, “filânın nutku”, “falan anayasası”, ya da “şu kanal”, “bu televizyon”...
diyebilir. Yani, Kitabımız diye iddia ettiğimiz Allah’ın Kitabı yerine,
bize yön veren, bizim O Kitap’tan fazla okuyup baktığımız, etkilendiğimiz,
uyduğumuz ne ise vücudumuz yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir.
“Kitabım Kur’an” sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa
tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak,
inandığını yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini
ateşe uzatmaz.
İşte böylesine bir hazineden yararlanmak için, Kur’an’ı nüzul sırasına
göre okumak, ashabın nasıl yetiştiğini öğrenmek olduğu gibi, bizim de benzer
aşamalardan geçerek câhiliyyeden arınıp tevhide ulaşmaya, bireyden
cemaate, cemaatten devlete geçişin nasıl mümkün olacağını öğretmesi açısından
da en faydalı okuyuş biçimidir.
Kur’an’ı anlamak ve yaşamak için okuyalım da, ister Mushaf tertibiyle
okuyalım, ister nüzul sırasına göre. Nüzul sırasına göre okursak, vahyin
iniş dönemini ve nebevî mücadele merhalelerini takip etmiş oluruz. Kur’an
nereden başladı, önceliği nerelere verdi; bunu öğrenmiş olur ve bizim de
insanları ve hayatı yeniden inşaya nereden başlamamız gerektiği konusunda
tereddütlerimiz kalmaz.
Bu tür tefsirleri, cemaat halinde okursak daha bereketli olur. Anlaşılmayan
veya yanlış anlaşılan hususlarda cemaat birbirini düzeltir. Ayetlerde
vurgulanan hususların güncelleşmesi konusunda daha doğru çıkarımlar
için istişareden yararlanılır.
“Bir grup, Kitâbullah’ı okuyup ondan ders almak üzere Allah’ın evlerinden
birinde bir araya gelecek olsalar, mutlaka üzerlerine sekînet (huzur) iner
ve onları Allah’ın rahmeti kuşatır. Melekler de kanatlarıyla sarar. Allah, onları,
yanında bulunan yüce cemaatte anar.” (Ebû Dâvud, Salât 349, h. No:
1455; Tirmizî, Kırâ’at: 3, h. No: 2946; Müslim, Zikir 38, h. No: 2699)
• 18 •
Ahmed Kalkan
Ne mutlu Kur’an gölgesinde hayatını sürdüren canlı Kur’an’lara! Allah’ın
emirlerini öğrenir öğrenmez “dinledik ve itaat ettik” deyip hemen
eyleme geçen; Allah’ın itaati yasakladığı ilke, görüş, kural ve kişilere karşı
da “ne dinliyoruz, ne de itaat ediyoruz!” deyip sözünün eri olan cihad erlerine
selâm olsun!
* * *
• 19 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
 لله من الشيطان الرجي  اعوذ ب
 بسم الله الرحمن الرحي
كَ نعْبُدُ  ۞ إِ يَّ   ۞ مَاِلكِ يوْمِ الدِّي نِ  ۞ الرَّ حَْنِ الرَّحِي ِ „ الَْمْدُ لَِّ رَبِّ اْلعَالَِ ي نَ
‹ مْ غَيْ ِ ‘ أَْنعَمْتَ عَلَيْ ِ   ۞ صَِاطَ اَّلذِي نَ  الصَِّاطَ اْلُسْتَقِي َ  ۞ اهْدِنَ „ كَ نَسْتَعِ ي نُ  وَإِ يَّ
„ مْ وََل الضَّاِّل ي نَ ‘ اْلَغْضُوبِ عَلَيْ ِ
ب سِْ adıyla : الَّلِ Allah’ın : الرَّ حَْن : Rahmân  الرَّحِي : Rahîm مَْدُ الْ hamd :
لَِّAِllah : içindir رَبِّ Rabbi : „ اْلعَالَِ ي ن : âlemlerin الرَّ حَْنِ Rahmân’dır :  : الرَّحِي ِ
Rahîm’dir مَاِلكِ : mâlikidir يوْمِ gününün :   الدِّي ن Din : كَ إِ يَّ yalnız Sana :
نعْبُدُ ibâdet ederiz : كَ وَإِ يَّ ve : yalnız Senden „ نَسْتَعِ ي نُ yardım dileriz :  اهْدِنَ bizi
ilet (bize hidâyet ver) : الصَِّاطَ yola :  اْلُسْتَقِي َ doğru : صَِاطَ yoluna :   اَّلذِي نَ
أَْنعَمْتَ nimet verdiklerinin : م‘ عَلَيْ ِ kendilerine : ‹ غَيْ ِ değil : مْ‘ اْلَغْضُوبِ عَلَيْ ِ
gazaba uğrayanların : „ وََلالضَّاِّل ي نَ ve sapıtanlarınkine :
“Rahmân, Rahîm Allah’ın adıyla. Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
O, Rahmân ve Rahîmdir. Din gününün/cezâ gününün mâlikidir/sahibidir.
Ancak Sana ibâdet/kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umar, yardım
isteriz (ey Allah’ım). Bize dosdoğru yolu hidâyet et/göster. Kendilerine nimet
vererek lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu, gazaba uğramışların
ve dalâlettekilerin/sapmışların yolunu değil!” (1/Fâtiha, 1-7)
Dinin özünü öğrenmek istiyorsan; işte Fâtiha.
Yalnız Allah’a kul ol; denilmeden rûhuna el-fâtiha!
• 20 •
Ahmed Kalkan
Fâtiha Sûresi ve Mesajı
Fâtiha Sûresi
İndiği Yer: Mekke.
Mushaf tertibine göre sırası: 1. sûre
Nüzul Sırası: 5; Fâtiha sûresi, Mekkî’dir ve yedi âyettir. Mekke devrinin
ilk yıllarında ve tamamı bir defada inmiştir. Besmele’nin sûreden olup
olmadığı ihtilâflıdır. Bu sûre, bütün olarak inen ilk sûredir. Kur’an’ın giriş
kapısı olması sebebiyle Fâtiha ismini almıştır.
Âyet sayısı: 7
Kelime sayısı: 25 (Kelimelerin bitişik ve ayrı yazılmasına göre 27 olarak
sayanlar da vardır.) 1
Harf sayısı: 123 (142 olarak sayanlar da vardır)
Fâsılası: Nûn ve mim harfleridir.
Fâtiha’nın Anlamı: Fâtiha, açmak, açıklığa kavuşturmak, açılacak şeylerin
başı, sıkıntı ve meşakkati gidermek, başlamak anlamındaki “feth” kökünden
türemiş bir isim olup karşıtı “hatime”dir. Bir şeyin evveli, baş tarafı,
başlangıcı, giriş” mânâsında kullanılır. Fâtiha, bir yere girerken açılan ilk
kısım anlamında kullanılır. İlk açılan yer anlamıyla Fâtiha sûresi, Kur’an’ın
başlangıcını temsil etmektedir. Feth kökünden alınırsa “fethetmek” mânâsına
gelmektedir. Fâtiha, Kur’an’ın girişi olduğu için başlangıçtır; insanların
gönüllerini fethedip zafere ulaştırdığı için de sondur. Bu anlamıyla
Fâtiha, Kur’an’ın bâtıla karşı verdiği mücadelenin zaferini ifade etmektedir.
Ayrıca, insan gönlünün açılış kapısını da teşkil etmektedir. Gönlün kapısı
1 Kelimelerinin adedi, "Teysir" isimli tefsirde beyan edildiğine göre, Fâtiha sûresinin kelimelerinin sayısı,
25; harflerinin sayısı ise, 123'tür.
"Aynu'l-Meânî" isimli eserde ise, Fâtiha sûresinin kelimeleri 27; harflerinin sayısı ise, 142’dir. İhtilâfın
sebebi, besmele-i şerîfe'ye itibâr edilmeksizin, munfasıl kelimelerin, yazılış veya müstakil telaffuzlarına
itibar edilir. Veya telaffuz edilen harflere veya yazılan harflere itibârda ihtilaf vardır. Ve bunların dışındaki
konularda ihtilaf vardır.
• 21 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
açılıp içeri girilince oradaki şirk temizlenmekte ve bu temizlikle de zafere
ulaşılmaktadır. “Fâtihatü’l-Kitab” tamlamasının kısaltılmış şekli olan bu
Fâtiha’ya, Allah kelamının başında bulunduğu yahut namazda ilk okunan
sûre veya tümüyle ilk inen sûre olarak Fâtiha sûresi denilmiştir. Bir bakıma
Kur’an’ın önsözü olduğu için “açıcı” anlamına gelen Fâtiha adı almıştır.
Diğer İsimleri: Sûrenin yirmiden fazla adı vardır. Kitab’ın özünü, İslâm’ın
temel esaslarını özlü bir biçimde içerdiğinden ona Ümmü’l-Kur’an
(Kur’an’ın anası, özü) ve El-Esâs denilmiştir. Sûre, hem Mekke ve hem de
Medine’de iki sefer indiğinden, her namazda en az iki kere okunduğundan
ve sürekli tekrarlanan bir sûre olduğundan Es-Seb’ul-Mesânî (tekrarlanan
yedili) ismi ile anılmaktadır. Onun bu ismi 15/Hicr sûresi, 87. âyetinde tescil
edilmiştir. Fâtiha sûresi, ihtiva ettiği bu temel esaslarıyla saâdet için yeterli
olduğundan El-Kâfiye (yeten), maddî-mânevî tüm hastalıklar için şifâ
kaynağı olduğundan Eş-Şâfiye (şifâ veren) isimleri ile de anılmıştır. Hazine
anlamına gelen Kenz, Duâ, Ümmü’l-Kitab, Salât, Vâfiye, Şifâ, Şükür, el-
Hamd (halkın dilinde Elham) gibi isimler de verilmiştir.
Konusu: Sûre, Allah’ı hamd ve senâ ile tevhidin temeli ulûhiyeti, din
gününden bahsederek âhireti, kulluk göstergesi olan duâ ve ibâdet i, nimet
verilenlerden bahsederek nübüvveti, onların yolunda kalma duâsı ile hidâyeti,
gazaba uğramış sapıklar ve yollarından uzak kalma isteği ile tevhid
düşmanlarından ayrılmayı ve tüm bunlar hakkında Allah’ın yardımını isteyerek
kaza ve kadere rızâyı işlemektedir. Dinin temel esaslarını içermesinden
dolayı Fâtiha sûresi, Kur’an’ın bir özetidir.
Fazîleti: “Andolsun ki Biz sana tekrarlanan yediyi ve şu büyük Kur’an’ı
vermişizdir.” 2 âyetinde Fâtiha sûresi anılmıştır.
Sûrenin fazileti ile ilgili birçok rivâyet mevcuttur. Bunlardan birisi
şöyledir: “Bu sûrenin benzeri ne Tevrat’ta, ne İncil’de, ne ZEbûr’da ve ne de
Kur’an’da vardır.”3
2 15/Hicr, 87
3 İbnu'l Cevzî, Zâdü'l-Mesîrî, I, 10; Kurtubi, el-Câmiu' li Ahkâmu'l-Kur'an, I, 108; Ahmed bin Hanbel ve
Tirmizî bunu rivayet etmişlerdir. Tirmtzî, ayrıca “Sahih ve hasen bir hadistir” demiştir.
• 22 •
Ahmed Kalkan
“Sana öyle bir sûre öğreteceğim ki o, Kur’an’daki sûrelerin en büyüğüdür.
İşte o ‘El-hamdu lillâhi Rabbi’l-âlemîn’ diye başlayan Fâtiha sûresidir. O
Seb’u’l-Mesânî (tekrarlanan yedi)dir. Ve bana verilen yüce Kur’an’dır.”4
Namazda okunması sebebiyle bir ismi de “Es-Salât” olan Fâtiha hakkında
hadis-i kudsî kabul edilen bir hadis rivâyetinde şöyle buyrulmuştur:
“Namazı kulumla aramda ikiye ayırdım. Bir yarısı Benimdir, diğer yarısı kulumundur.
Kuluma istediği verilecektir. Kul: ‘Hamd âlemlerin Rabbi Allah’adır’
dediği zaman Allah: ‘Kulum Bana hamd etti, senâda bulundu’ der. Kul:
‘Allah, Rahmân ve Rahîmdir’ deyince, Allah: ‘kulum Beni övdü’ der. Kul: ‘Din
gününün sahibi, hükümdarıdır’ dediği zaman, Allah: ‘Kulum Beni yüceltti’
der. Kul: ‘Ancak Sana kulluk/ibâdet eder, yalnızca Senden yardım dileriz’
dediği zaman, Allah: ‘Bu Benimle kulum arasındadır, artık kulum ne isterse
verilecektir’ der. Kul: ‘Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna.
Kendilerine gazab edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil’ dediği zaman
Allah: ‘İşte bu, yalnızca kulum içindir; kulumun isteği yerine gelecektir’
der.” 5
Müslim, Sahih’inde İbn Abbas’tan naklen şöyle diyor: “Cebrâil (a.s.),
Rasûlallah’ın (s.a.s.) yanında otururken yukarıdan bir ses duydu. Cebrâil
başını kaldırarak şöyle dedi: ‘Gökten bugüne kadar hiç açılmayan bir kapıdan
yeryüzüne ilk defa gelen bir melek indi.’ Bu melek Rasûlallah’a (s.a.s.)
selâm vererek, ‘Senden evvel hiçbir peygambere verilmeyen iki nurla seni
müjdeliyorum. Birisi Fâtihatü’l-Kitab, diğeri Bakara sûresinin son âyetleridir.
Sen onlardan bir harf de okumuş olsan, onlar sana verilmiştir.’ dedi. 6
Fâtiha Sûresinin Düşündürdükleri
Hz. Peygamber’e bir bütün olarak inen ilk sûre olan Fâtiha sûresi, bizlere
en güzel duâ ve yakarış örneği sunmaktadır. O, kulun yaratıcısına sunduğu
en özlü bir dilekçedir. Şöyle ki, besmele ile dilekçenin sunulduğu makam
belirtilmekte; Hamd ile o yüce makamın sahibi övülmektedir. Rahmân ve
4 Buhârî, Tefsir 1/1; Ebû Dâvud,;Nesâî; Cem’u’l-Fevâid, c. 2, s. 287
5 Müslim, Salât 38, 40; Ebû Dâvud, Salât 132
6 İbn Cevzî, Zadü'l-Mesîrî, c. 1, s. 10; Âlûsî, Ruhu’l-Meânî Tefsiri, c. 1, s. 40; Fahreddin Razi, Tefsiru'l-Kebir,
c. 1, s. 137; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c 1, s. 106; Muhammed Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri,
Şamil Y., c. 1, s. 10-11
• 23 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Rahîm kelimelerinin verdiği ümit ile din gününün sahibi ifâdesinin verdiği
korku arasında yüce huzura çıkıyor, tüm âcizliğimiz ve güçsüzlüğümüzle
kul olarak kendimizi takdim ediyoruz. Daha sonra isteklerimizi arzediyor
ve “âmin” (duâmızı, dilekçemizi kabul buyur) diyerek imzalamış/mühürlemiş
oluyoruz.
Fâtiha sûresi, Kur’an’ın bir özetidir. Tevhid, âhirette cezâ ve mükâfat,
sadece Allah’a ibâdet, sırât-ı müstakîm yani hidâyet ve saâdet yolu, geçmiş
toplulukların ibret alınacak kıssalarını konu edinen Kur’an’ın bu ilk sûresinde
bütün bunlara temel teşkil eden hususlar vardır. Böylece her namazda
Fâtiha’yı okuyan bir müslüman, namazın her rekâtında Kur’an’ın bir özetini
okumuş olmakta, Kur’an’a tabi olacağına dair Allah’a söz vermektedir.
Fâtiha Sûresinin Kısa Tefsîri
“Andolsun ki Biz sana tekrarlanan yediyi ve şu büyük Kur’an’ı vermişizdir.”
7 âyetinde Fâtiha sûresi anılmıştır. Sûrenin kısa tefsirini verelim:
Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım.
 بِ سِْ الَّلِ الرَّ حَْنِ الرَّحِي
“Rahmân, Rahîm Allah’ın adıyla.” (1/Fâtiha, 1) başlarım.
„ الَْمْدُ لَِّ رَبِّ اْلعَالَِ ي نَ
“Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.” (1/Fâtiha, 2)
Er-Rabb: Mâlik, mutasarrıf demektir; yalnız Allah’ın adıdıdr. El-âlemîn:
âlem’in çoğuludur. Allah’tan başka bütün varlıklar demektir. Hamd yalnız
O’nadır. Her şeyde mutlak rububiyet O’nadır. O bütün kâinatın terbiyecisi,
hâkimidir. Azamet, şeref, ululuk, yaratıcılık, O’na aittir. Hamdi O’na has
kılarak, O’nun büyüklüğünü, eksiklerden uzak olduğunu, övülmeye layık
olan yegâne gücün ancak Allah olduğunu vurguluyoruz. O’nu övmekle,
O’ndan kaynakla-nan her şeyi de kabul etmiş, övmüş ve ona rızâ göstermiş
oluyoruz.
7 15/Hicr, 87
• 24 •
Ahmed Kalkan
Çeşitli özellik ve güzelliklerde insan olarak yaratılışımıza, O’nun peygamberlerinin
yegâne önderler oluşuna, kitabının yegâne düstur oluşuna
rızâ ve boyun eğmiş oluyoruz. Tüm hamdler, övgüler Allah’a, Rabbe, Rahmâna,
Rahîme, Din gününün sahibine, yegâne mabudadır. Hamd âlemlerin
Rabbinedir. Çünkü O’dur insan, cin, melek ve bizim bilemediğimiz başka
canlı cansız âlemlerin sahibi, onların rızık vericisi, koruyucusu, yöneticisi,
yetiştiricisi, eğiticisi. Her şey yaratıldığı en güzel fıtratında kalabilmek için
O’nun Rabliğine muhtaç. O’nun terbiyesine ve eğitim-öğretim ilkelerine
muhtaç. Âlemlerin her zerresinde O’nun terbiyesi, düzenlemesi var. O’nun
çekip çevirmesi ile her şey yerli yerinde duruyor, ahenk ve uyum içinde
varlığını sürdürmekte.
 الرَّ حَْنِ الرَّحِي ِ
“O, Rahmân ve Rahîmdir.” (1/Fâtiha, 3)
Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Hamd, Rahmân ve Rahîm olan
zatadır. Çünkü birbiriyle iç içe, birbirine muhtaç bir şekilde ve O’nun
kudretini izhar etme adına yaratılmış olan tüm âlemler O’nun rahmetiyle
en güzel bir biçimde yaratılmışlar ve varlıklarını da en sağlıklı bir şekilde
O’nun rahmeti ile sürdürebilmektedirler. Dünyada bütün yaratıklara,
mü’min-kâfir bütün insanlara merhamet eden; âhirette yalnız mü’minlere
merhamet edip bağışlayan O’dur.
  مَاِلكِ يوْمِ الدِّي نِ
“Din gününün sahibidir.” (1/Fâtiha, 4)
Mâlik; sahip demektir. Melik şeklinde okunabilir; o zaman hükümdar
anlamına gelir. Din, bu âyette cezâ (ödül ve cezâ) demektir. O’ndan başka
kimsenin hükmünün geçmediği Din günü, âhirette hesaba çekilme günüdür.
O günde amellere cezâ ve mükâfat vermek sadece O’na mahsustur. En
güzel isimler ve sıfatlar O’nundur. Rahmân ve Rahîm isimlerini anarken
O’nun engin rahmeti içerisinde kaybolmuş, gevşemiş, sonsuz bir umuda
kapılmış olabiliriz. Bu yüzden umut ve korku dengesini yakalayabilmemiz
için “din gününün sahibi”ni hatırlıyoruz. Hamdimiz ve hamdimiz doğrultusunda
gerçekleştireceğimiz davranışlarımızdan o gün sorgulanacağımı•
25 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
zın bilinç ve ürpertisi içerisinde din gününü hatırlıyor, o günün yegâne sahibinin
huzurunda duruyoruz.
„ كَ نَسْتَعِ ي نُ  كَ نعْبُدُ وَإِ يَّ  إِ يَّ
“Yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz.” (1/Fâtiha, 5)
Yalnız Sana kulluk ve itaat eder, ancak Sana boyun eğeriz; zira Sen her
türlü yüceliğe layıksın. Senden başka hiçbir güç kulluğa ve ihtiyaçlara cevap
veremez. Dilediğimiz her şeyi yalnızca Senden dileriz; zâten Senden
başka yardımcı da bulunmaz. “Yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Senden
yardım dileriz.” Din, bu iki cümle üzerinde oturmaktadır. Kur’an’ın sırrı
Fâtiha ise, Fâtiha sûresinin sırrı da bu iki cümledir. Bu itiraf, kul ile Rab
arasındaki canlı bağlantıdır. İbadet, müslümanın Allah’ın ölçülerine uygun
olarak yaptığı her kutlu eylemin adıdır. İbadet, bir kulluk göstergesi ve yaratılış
gâyesidir. İlk âyetlerle ulaştığımız ruhi hazırlık ve dilimizle yaptığımız
hamdü senalardan sonra, şimdi de tüm her şeyimizi O’na has kılıyor,
O’na adıyoruz; “Şüphesiz benim namazım, kurbanım, ibâdetlerim, hayatım
ve ölümüm âlemlerin Rabbı Allah içindir.”8 Bu adağımızda kalabilmek, sözümüzde
durabilmek için O’nun yardımını diliyoruz. Çünkü biz ne kadar
gayret edersek edelim, O’na yaraşır bir şekilde kullukta bulunamayız. Hatta
O’nun yardımı olmadan hiçbir şey yapamayız. İşte bu yüzden O’nun yardımına
başvuruyoruz. Ama sadece O’nun yardımına. “Sadece Sana ibâdet
ederiz” derken, şirk kokusu taşıyan tüm herşeyden uzak kalacağımızı; “Sadece
Senden yardım dileriz” derken de, kendi güçsüzlüğümüzü itiraf ederek
kendimizi O’na havale ediyor, yegâne güven kaynağımızın Allah olduğunu
ilan ediyoruz. Önce kulluğumuzu sunuyor, sonra yardımını istiyoruz.
Kul olarak biz, bize düşenleri yapmaya çalışıyor, sonra da O’na sığınıyor,
tevekkülümüzü sadece O’na has kılıyoruz. Ancak bundan sonra isteklerimizi
sıralıyoruz:
 الصَِّاطَ اْلُسْتَقِي َ  اهْدِنَ
“Bize hidâyet et; bizi doğru yola ilet.” (1/Fâtiha, 6)
Bizi Kur’an yoluna, İslâm yoluna ilet. Sana yaklaştıracak, bize hürriyetimizi
kazandıracak yolu. Sen kimi dilersen onu hidâyete erdirirsin. Bizi dosdoğru
yolunda iman üzere sabit kıl, cennete gidenlerden eyle. Sırât-ı müstakîm,
yani doğru yol hakkında Hz. Peygamber (s.a.s.): “Doğru yol Allah’ın
8 6/En'âm, 162
• 26 •
Ahmed Kalkan
kitabıdır, İslâm’dır.”9 buyurmuştur. Biz, sırât-ı müstakîmde olduğumuz için
Allah’a hamd ederken; o yolda devamlı kalabilmek için Allah’ın yardımına,
hidâyetine muhtaç olduğumuzu beyan ediyoruz. Zâten sûredeki tüm cümleler
istimrarı (devamlılığı) ifâde etmektedir. Hamdler sürekli O’na, ibâdet
ve tâatler de kesintisiz O’nadır.
Hidâyet, bizi hakka götüren her türlü meziyet, âlet, araç, akl-ı selim,
Peygamber ve Kitaptır. Müstakim yolda kalabilmemiz kesintisiz olarak
bunlara sahip olmakla mümkündür. Sürekli akl-ı selim sahibi olmak, vahiyle
irtibatlı olmak, Peygambere bağlı kalmak; dosdoğru yolu bulmak kadar,
o yolda sapmadan kalmak için de önemlidir. Öte yandan, müslüman
daha ileriye, en ileriye taliptir. Zarardan kurtulmak için mü’minin iki günü
birbirine denk olmamalıdır. İlmî ve amelî yönden de kendini sürekli yenilemeli,
hidâyet yolunda mesâfe kat etmeye, dosdoğru yolun en ilerisinde, ön
safta yer almaya gayret etmelidir. İşte duâmızla biz, hidâyetimi-zin artırılmasını
da istiyoruz Rabbimizden.
„ مْ وََل الضَّاِّل ي ن ‘ اْلَغْضُوبِ عَلَيْ ِ ‹ مْ غَيْ ِ ‘ أَْنعَمْتَ عَلَيْ ِ   صَِاطَ اَّلذِي نَ
“Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazab edilmiş olanların
ve sapmışların yoluna değil.” (1/Fâtiha, 7)
Yani peygamberler, sıddıklar, şehidler, sâlih mü’minlerin yoluna ilet.10
Onlar ne güzel arkadaştır, ne güzel mü’minlerdir. Zâten en büyük nimet;
dindir, hidâyettir, Kur’an’dır, risâlettir, kullukta sadâkattir, O’nun yolunda
sâlih kullardan olup, fi sebîlillâh şehid olarak ölebilmek, daha doğrusu
ölümsüzleşebilmektir. İşte tüm bunlara erenlerin yolunda olmayı istiyoruz.
Tabii ki, onların yolunda olmak için gerekenleri yaparak bu isteğimizdeki
samimiyetimizi ortaya koymalıyız.
Yahûdiler ve hıristiyanların11 veya İslâm’dan sapanların yoluna değil.
Gazaba uğramışlar, yahûdiler başta olmak üzere her toplumun âsileri ve
azgınlarıdır. Sapanlar ise, hıristiyanlar ve cehâlet içerisinde helâk olan herkestir.
Bilerek azgınlık gazab sebebi; bilgisizce azgınlık ise dalâlet sebebidir.
O halde, güçlü bir ilim donanımı ile sağlıklı ve sağlam bir iman sahibi olup
9 Tirmizî, Fezâilü'l-Kur'an 14; Ahmed bin Hanbel, IV/1
10 Bk. 4/Nisa, 69
11 Tirmizî, Tefsir 2; 5/Mâide, 60, 77
• 27 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
sergileyeceğimiz sâlih davranışlarla gazabdan ve azabdan kurtulmaya çalışmalıyız.
Yahudi ve hıristiyanlar: Kitabla, Peygamberle, mûcizelerle; bütün
bunlara rağmen sapanlar. Dinde ifrat ve tefrit uçurumlarına yuvarlananlar,
aşırı gidenler. İlim adamlarını dinlemeyen birincilere karşılık; onları kutsayan
ve putlaştıran ikinciler. Yanlış yorumlarla, dinin emirlerini değiştirip
eksilten yahudilere karşılık; dinin emirlerini çoğaltıp ruhbanlığı hortlatan
hıristiyanlar. Dinde atmalar yapanlara karşılık; katmalar yapanlar. Âhireti
dünyaya değişen maddeci bilimcilere(!) karşılık; maddeden tamamen el
etek çeken ruhçu cahiller. Onların özellikleri Kitabımızda çokça anlatılır
ki, yahudileşme ve hıristiyanlaşma temayülü gösterilmesin. Zira bu eğilim,
ümmet için şirk ve küfür eğilimi gibi tehlikeli sapmalardır. Gazaba uğradığı
ve dalâlette olduğu için onları helâk ettiğin gibi bizi de helâk etme. Doğru
yoldan sapan azgınlardan değil; Rasülünün dosdoğru yolundan gidenler
kıl. Bizi hevâ ve hevesine uyan, büyüklenen, haktan sapan münafıklardan
ve kâfirlerden ayır, onlardan duâların en güzeli ile Sana sığınıyor, Sana duâ
ediyor ve yardımını bekliyoruz. Âmin; duâmızı kabul et.
Bu sûrede Allah’tan nelerin istenmesi gerektiği, ayrıca istemenin usûl
ve âdâbı da öğretilmektedir. Buna göre, istemenin şartları, önce ne istediğini
bilmek, sonra ona gerçekten ihtiyacı olduğunu belirtmek, daha sonra
da onu elde etmek için yapılması gerekeni yapmaktır. Böylece gerçek duâ,
nimeti hayal ve arzu etmek değil; o nimete ulaşmanın doğru yoluna girmek
ve o yolda sebat edip ilerlemektir. Fâtiha sûresi, mü’min insana kesin
bir düstur ve şaşmaz bir formül halinde hidâyetle ibâdet in önemini ve
ebedî nimetin elde ediliş yöntemini bildirmektedir. Böylece sûreyi okuyan
mü’min, sadece Allah’a kul olduğunu ifâde ve ikrar ettikten sonra, kendisiyle
yaratıcısı arasında hiçbir aracı bulunmadan doğrudan doğruya O’na seslenir.
Ebedî saâdete ve nihâyetsiz nimetlere ulaştıran doğruluk ve dürüstlük
yolunda İlâhî lutfa nâil olmuş iyilerin izini takip ederek ilerlerken; gazaba
uğramışların, şaşırmış ve sapmışların durumuna düşmemek için Allah’tan
hidâyet ve yardım ister.
Allah’la kul arasında bir tür sözleşme ve antlaşma olarak da değerlendirilen
Fâtiha sûresi, Allah-insan ilişkisinin mahiyetini ortaya koyar ve bunun
hangi kurallara bağlı olarak sürdürüleceğini öğretir.
• 28 •
Ahmed Kalkan
Ayrıca, sözkonusu ilişkinin tek taraflı olarak kulun gayretiyle değil;
mutlaka Allah’ın hidâyet ve yardımıyla sağlanacağını vurgular. Sûrenin ilk
yarısı, kulun Allah’a hamd ve övgüsünü, ikinci yarısı da onun Allah’tan isteklerini
dile getirir.
Bütün tefsirlerde besmele’nin başandaki “be” harfinin iltisak (Allah ile
insan arasında ilişki ve bağlantı) anlamı taşıdığına önemle dikkat çekilmiştir.
Bu bağlantının bir tarafında ulûhiyyet ve rubûbiyyet; diğer tarafında
insaniyet ve ubûdiyet makamı vardır. Fâtiha sûresinin de bu şekilde iki bölümden
oluştuğu görülür. Övgü ve ta’zim cümlelerinden meydana gelen ve
ulûhiyyete dair olan ilk bölümde Allah’ın insanlara yönelik iltifatının en
çarpıcı ifâdeleri olmak üzere “Rabb” (yapıp yaratan, yetiştirip geliştiren, terbiye
eden), Rahmân ve Rahîm isimleriyle, O’nun mutlak hâkimiyet ve hükümranlığının
âhirette de devam edeceğini belirten “mâlik-i yevmi’d-dîn”
ifâdesi yer almıştır. Bütün bu nitelikleri dolayısıyla hamd (her türlü övgüler,
güzellikler, yetkinlikler) O’na mahsustur.
Duâ ve niyaz üslûbunun hâkim olduğu ikinci bölümde insanların Allah’a
bağlılıklarının temel unsurları olmak üzere “ibâdet” ve “istiâne” kavramları
yer almaktadır. Ulûhiyet bölümünde ifâde edildiği üzere, insanların
bu dünyadaki inanç ve amellerine göre âhiretteki durumlarını Rahmân
ve Rahîm olan Allah’ın şaşmaz adâleti belirleyeceği için yalnız O’na ibâdet
etmek ve sadece O’ndan yardım dilemek (istiâne) gerekir. İnsan bu beyanı
ile kulluğunu, tevhid inancını, tevekkül ve teslimiyetini, ihlâs ve kararlılığını
Allah’a arzetmiş olur. Bu seviyeye ulaşan bir iman ve aynı ölçülerle
düzenlenen bir amel ve hayat çizgisi “sırât-ı müstakîm”dir. Ömür boyunca
bu çizgiyi takip etmenin zorluğu sebebiyle insan, bu yolda sürçebilir ve sonuçta
kötülüklere rızâ göstermeyen Allah’ın öfkesine mâruz kalmış olan
sapmışların yoluna kayabilir. “Bizi doğru yola ilet” sözleriyle başlayan duâ
cümleleri, bu büyük tehlike karşısındaki aczinin ve kendi kendine yeterli
olmadığının bilincine varan insanın; âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm
olan Allah’a sığınarak hidâyetiyle kendisini desteklemesi şeklindeki niyazını
ifâde etmektedir.
Sûredeki ifâdeler çoğul sigasıyla olup müslümanlar için toplum hayatının
ve toplumsal dayanışmanın önemini, cemaat ve ümmet şuuruyla birlik
ve beraberlik içinde “sırât-ı müstakîm” üzere hareket etmeleri gereğini
ortaya koyar. Bu amaca yönelik olarak cemaatle kılınan namazda imamın
• 29 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
kıraatinin (özellikle Hanefî fıkhında) aynı zamanda cemaatin kıraati yerine
geçmesi Fâtiha’daki bu kapsamlı ifâde özelliğinden dolayıdır.
Fâtiha sûresi, önce Allah’ı en belirgin nitelikleriyle tanıtmakta ve insanı
sağlam bir imanla O’na yöneltmekte, yaratıcıya ve yaratılmışlara karşı sorumluluk
duygusuyla hareket etmeyi dinin ve dindarlığın temeli olarak belirlemektedir.
Sûrenin, insanoğlunu yaratıcısıyla ve diğer insanlarla uyum
içinde yaşatmak şeklindeki evrensel hedefi gerçekleştirmeyi gâye edindiği
dikkate alınırsa, onun Kur’an’ın ve dinin özü olduğu daha iyi anlaşılır.
Bir yoruma göre, Bakara sûresi, Fâtiha sûresinin açıklamasıdır. Başta
Al-i İmran sûresi olmak üzere diğer bütün sûreler de Bakara sûresinin tefsiridir.
Nitekim Fâtiha’da Allah’tan hidâyet istenir; onu takip eden Bakara
sûresi, bu Kitab’ın muttakileri hidâyete erdirmek amacıyla gönderilmiş olduğunu
bildiren âyetle başlar. Fâtiha’nın Kur’an’ın bir özeti olduğu kabul
edilirse, onun bütün Kur’an sûreleriyle ilişkili bulunduğunu düşünmek
mümkün olur.
O yüzden, sûrenin asıl tefsir ve açıklaması Kur’an’ın kendisidir. Fâtiha’yı
iyice anlamak isteyen Kur’an’a yönelsin, O’nu okuyup anlamaya çalışsın.
Zâten Kur’an Ümmü’l-kitab’daki “Bizi hidâyete eriştir” duâsına verilen bir
cevaptır. Fâtiha ise o cevabın özeti. Allah’ın evrendeki yasası ise, bir şeyin
önce özetini çıkarmak, sonra onu açıp detaylandırmaktır. Büyük bir ağacın
tohumları gibi. Fâtiha işte o büyük ağacın tohumu mesabesindedir. Çekirdek,
ağaç demek değildir; ama çekirdeksiz de ağaç olmaz. Çünkü gövdesi,
dalı, yaprağı, meyvesi ve tüm özellikleriyle ağaç o çekirdekte gizlenmiştir.
Ne var ki, insan çekirdekle yetinmez; çünkü çekirdek onun ihtiyaçlarına
cevap vermez. Öyleyse o çekirdeği gönlümüze, zihnimize ekip meyvelerini
dermeye bakalım.
Fâtiha’nın Kur’an’daki en büyük sûre olduğu, Bakara sûresinin son âyetleriyle
birlikte “iki nur” diye anıldığı ve geçmişte hiçbir peygambere benzerinin
verilmediği, şifâ niyetiyle okunduğu takdirde tesirinin görüleceğine
dair hadisler vardır. Fâtiha’nın faziletiyle ilgili rivâyetlere hadis mecmualarının
yanında, tefsir kitaplarında da geniş yer verilmiştir. Bu sûrenin her
türlü hayırlı faaliyetlerin başında veya sonunda, çeşitli vesilelerle tertip edilen
meclislerde, merasimlerde, kabirlerde vb. yerlerde duâ niyetiyle okunması,
zamanla müslümanlığın en köklü şiarlarından biri haline gelmiştir.
• 30 •
Ahmed Kalkan
Fâtiha Sûresinin bir adı da ‘salât’tır. Salât duâ anlamındadır. Duâ ise,
kul ile Allah arasında iletişimi sağlayan bağ demektir. Çünkü mü’minler,
beş vakit namazda ya da namaz hâricinde bu sûreyi tam bir bilinç ile/şuurlu
olarak ve mânâsını da zihninden geçirerek okurken Allah ile tam bir vuslat;
belki de samimi niyetiyle, irâdesiyle, zihnî faaliyetleriyle, kalbi ve diliyle
Rabbiyle irtibat halindedir. Bu yüzden bu sûrenin, bir adının da salât/duâ
olması ismiyle müsemmâ olduğunu ifâde etmektedir.
Fâtiha sûresi muhtevâsı itibariyle üç bölümden oluşturulmuştur:
Birinci bölümde kul, bilerek, iman ederek ve nefsinde hissederek Allah’a
hamd ve şükretmekte; O’nu, zâtına âit Rahmân ve Rahîm vasfıyla övmekte;
hesap ve ceza günü de denilen ‘din günü’nün tek hâkimi ve yegâne yöneticisi
olduğunu ikrar ederek gönlünde daha da yüceltme arzusundadır...
İkinci bölümde, Ezelî Sözleşme olarak da bilinen “Elestü bi Rabbikum?”
hitabının muhâtabı olarak “Ben sizin Rabbiniız değil miyim?” sorusuna:
“belâ” yani, “evet” diyerek12 kulluğunu ikrar ve itiraf eden mü’minin, ne
söylediğini bilerek, inanarak ve içinde duyarak: Rabbimiz! “Biz yalnız Sana
ibâdet ediyoruz ve yalnız Senden yardım diliyoruz;” Senden başkasına asla,
ne kulluk ederiz ne de kimseden yardım dileriz! Bu sözlerle Allah ile ezeldeki
sözleşmesini/ahdini vurgulu bir biçimde tekrar etmektedir.
Üçüncü bölümde ise, takvâ sahibi bir kulun, bu iman ve ikrarını hayatı
boyunca; hatta son nefesine kadar aynı şekilde sürdürebilmesi için Rabbinin
özel teveccühüne, rahmet ve yardımına ihtiyacının olduğu bilgi ve
bilinciyle Allah’tan hidâyet dilemesi; nebîlerin, sıddîklerin, şehidlerin ve
sâlihlerin13 yolu ve yaşama biçimi olan ‘Sırât-ı Müstakim’de sâbit kadem
kılmasını niyaz etmesidir.
Bizim kültürümüzde Fâtiha sûresi denilince hemen akla ölüler gelir. Bu
münasebetle her ölünün mezar taşına: “Ruhuna Fâtiha” ibaresini yazdırmak
oldukça yaygın bir gelenektir.
Toplumumuzdaki hâkim inanca göre, en azından üç İhlâs bir Fâtiha
okuyup sevabını geçmişlerinin ruhuna bağışlamak, hayattaki yakınları için
12 7/A’râf, 172-173
13 4/Nisâ, 69
• 31 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
ölülere karşı âdeta bir vecibedir, en azından yapılması gereken bir insanlık
görevidir...
Biz, toplum olarak Kur’ân-ı Kerim’i, genelde indiriliş amacına uygun
tarzda öğrenip bilgi edinmek ve hayatımıza uygulamak için değil de anlamadığımız
halde, ibâdet ve sevap kastıyla lafzını okuruz. Sonra da, “...
bundan hâsıl olan ecr u mesûbatı evvelen bizzat...” der ve Hz. Peygamber’in
ruhundan başlayarak ulemânın, sulehânın ve bilcümle İslâm ümmetinin...
ruhlarına, daha sonra da kendi geçmişlerimizin ruhlarına bağışlarız.
Bizde devam eden bu geleneğe ve yaygın anlayışa göre Fâtiha sûresi,
sanki hayattakiler için değil, ölüler için indirilmiş ve o mânada okunması
icap eden bir sûredir.
Hâlbuki, bütün olarak ne Kur’an’ın ne de Fâtiha sûresinin indiriliş
amacı ölülerdir. Asıl amaç hayattaki insandır; onun hidâyetinden/kılavuzluğundan
yararlanarak Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına uygun bir dünya hayatı
yaşamaktır.
İşte Müslümanların Kur’an hakkındaki bu yanlış telakkisinin, Kur’ân-ı
Kerim’in ruhu ve özü/özeti diyebileceğimiz Fâtiha sûresinin de mânâsına
uygun düşmeyen bir tarzda değerlendirilmesine sebep olduğu açıkça görülmektedir.
Yukarıda da değindiğimiz gibi bu sûre, namazların her rekâtında veya
namaz dışında bilinçli/şuurlu olarak ve mânâsını da bilip zihninden geçirerek
okuyan mü’min ile Allah arasında önemli bir bağ kurup yeni bir
sözleşmenin/ahdin yapılmasını sağlamaktadır.
Ölüm olayı ve ölülerin söz konusu olduğu ortamlar sebebiyle Fâtiha’nın
okunması ise, ölümü hatırlayıp aynı âkıbetin yarın, belki de daha yakın bir
zamanda bizim de başımıza geleceği düşüncesiyle imanımızı hatırlayarak
Yüce Mevlâ’mız ile hemen, orada yeniden iletişim kurup ezeldeki sözleşmeyi
yenilemek için olmalıdır...
Fâtiha’nın yukarıda verdiğimiz anlamından da anlaşılacağı gibi kişi, bu
sûreyi şuurlu olarak okurken Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd ediyor, kendisine
yönelik sayısız nimetleri sebebiyle O’na şükrediyor, ulûhiyyet ve rubûbiyyet
sıfatlarıyla O’nu övüyor.
• 32 •
Ahmed Kalkan
O’nun yüce, eşsiz ve emsalsiz bir İlâh, saygı değer, şerefli bir Rab olduğunu
gönülden ifade ediyor. Her şeyin ancak O’nun Rahmân vasfı ve merhametiyle
varlığını devam ettirebildiğini ikrar ve ifade ediyor. Dünya hayatı
sona erdikten sonra kurulacak olan hesap gününde Mülk’ün ve Emr’in
sahibinin yine Allah olduğunu, O’nun izni ve dilemesi olmadıkça hiç bir
şefaatin ve şefaatçinin olamayacağını bilgi ve bilinçle söylüyor…
İşte bu bilgi ve imanın sonucu olarak da âdeta şöyle demek istiyor: Allah’ım!
Seni, başka hiç bir varlıkta bulunmayan bu üstün ve yüce sıfatlarınla
tanıyorum. Âlemlerin, tüm yaratılmışların olduğu gibi benim de dünya
hayatındaki varlığım, varlığımın devamı, ölümüm ve her şeyimin Senden
olduğuna şeksiz ve şüphesiz olarak inanıyorum. Âhirette beni tekrar dirilterek
dünya hayatında yapıp ettiklerimle hesaba çekip, amellerimi değerlendirecek
yegâne hâkimin Sen olduğunu kalpten tasdik ediyorum. Senin
eşinin, denginin ve benzerinin olmadığına imanım tamdır…
O halde niçin Senden başka bir rabler edinip de önlerinde eğileyim ki?!
Ben Senden başka tanrı tanımıyorum... Aklını kullanmayan düşüncesiz,
dinsiz ve inkârcıların yaptıkları gibi nefsî arzularım da dâhil, yaratılmış hiç
bir varlığa katiyen kulluk etmiyorum ve etmeyeceğim! Bu yüzden ey Rabbimiz!
“Biz, sadece Sana ibâdet ediyor ve sadece Senden yardım diliyoruz!”
Bu ifadeleriyle mü’min, ezelde, Elest Bezminde Allah’la kendisi arasında
akdedilmiş olan kulluk sözleşmesini ve sadece O’na ubûdiyetteki, kulluktaki
kesin kararlılığını tekrarlayıp yinelemiş olmaktadır. Sonra da: Rabbimiz!
Bu iman ve bu kararlılığımızla birlikte hayatımızı, yakîn/ölüm gelinceye kadar
sürdürebilmemiz için Senin hidâyetine, desteğine ve korumana ihtiyacımız
var. Bizi nefsimizin, çevremizin ve şeytanın eline bırakma, anlamında
dua etmektedir: “Bizi, Doğru Yola; gazap ettiğin fasıkların ve yoldan sapmış
olan kâfirlerin değil, özel nimet verdiğin Nebilerin, Sıddîklerin, Şehitlerin ve
Salihlerin yoluna Sırat-ı Müstakime ilet!”
Bizce Fâtiha Sûresinin ölü ile değil, ölüm ile ilişkisi işte bu olmalıdır.
Sevabı, yani bu sûreyi okumanın karşılığı ise, bu sûreyi uyanık bir kalp ve
bilinçle okuyan kimsenin Allah ile sözleşmesini yenilemiş olmasıdır… Sevap
ise, tamamen Allah’a ait bir şeydir. Kime, ne kadar bahşedeceğini O
bilir. O’nun lütfunun ve ihsanının sınırı elbette yoktur!
• 33 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
O halde, Fâtiha sûresi, sâdece namazda değil, Allah’ı zikretmek gerektiği
her an ve her yerde bu bilgi ve bilinç ile okunmalıdır. 14
Fâtiha Sûresinin Lisan-ı Hali
1- Fâtiha önsözdür, Kur’an’ın mukaddimesidir. Vahye açılan kapıdır.
Başlangıçtır Fâtiha, anahtardır, giriş, sunuş ve sonuçtur. Dilekçedir, duâdır,
sözleşme, anlaşma ve antlaşmadır, Rab’le kulun diyalogudur.
2- Fâtiha sûresi, tüm özellik ve güzellikleriyle, Kur’an’ın özetidir. Hz.
Ali der ki: “İlimler hazinesi Kur’an, Fâtiha sûresinde; Fâtiha da besmelede
özetlenmiştir.”
3- Cin ve meleklerin, canlı-cansız tüm âlemlerin Rabbi Allah da, ey küçük
âlem olan insan, senin Rabbin kim? Düşünce ve davranışlarında seni
yönetip terbiye eden O’ndan başkası olabilir mi?
4- Bu sûre ile Rabbimiz, bizim kendisini nasıl övüp şükredeceğimizi,
duâ edeceğimizi öğretmiştir. Öyleyse Fâtiha’yı duâlarımızın başında ve sonunda
dilimizden eksik etmeyelim.
5- Tüm övme ve övülmeler Allah’a hastır. O’nun nizamının hakkıdır
tüm övme ve övülmeler. Peki, nasıl olur da hamdi, övgüyü sadece Allah’a
has kılan bir mü’min, söz ve davranışlarıyla Allah’ın nizamından başka herhangi
bir düzeni, bir düşünceyi, bir sistemi övüp medhedebilir?
6- Din gününde, yani kıyâmet gününde güven içerisinde olmak istiyorsan,
din gününün sahibi olan Allah’ın dininden hiç ayrılma. Ne yaparsan
yap, yaptığının karşılığını göreceksin o günde.
7- Kulluk; ibâdet, boyun eğmek, bağlanmak demektir. Peki ey müslüman,
tüm hareket ve davranışlarında sen kime bağlısın, kime boyun eğiyor
ve kime kulluk ediyorsun? Şâyet Allah’ın emirleri doğrultusunda, Allah
içinse tüm yaptıkların, gerçek bir kulsun sen. Değilse...
14 Zeki Duman
• 34 •
Ahmed Kalkan
8- Allah’ın yardımı olmadan, lâyıkıyla O’na ibâdet de edemeyiz. O’nun
yardımına lâyık olmak ise kul olmaya bağlıdır. Kul olmayanlara, gerektiği
gibi kulluk yapmayanlara gelmez Allah’ın yardımı.
9- Müslüman da olsa her insan yanılabilir, yoldan çıkabilir. Onun için
sürekli sırât-ı müstakîmi, yolların en doğrusunu Allah’tan istemeli ve o yolda
devamlı kalmayı dilemeliyiz.
10- Dosdoğru yola ulaştıran düstur, içerisinde hiç şek-şüphe olmayan
ve muttakiler için hidâyet rehberi olan Kur’an’dır. Sırât-ı müstakîm, ancak
Kur’an’a sarılmakta ve onu yaşamakta-dır. Cennetin yolu sırât-ı müstakîmde
olmaya; sırât-ı müstakîmde olmak ise, sâlih amellerin adamı olmaya
bağlıdır.
11- Bunca günah ve hatalarımızın, bizde Rabbimizden istemeye yüz
bırakmadığını düşünmüş olabiliriz. Onun için biz de başta peygamberler
olmak üzere ümmet olarak “biz” diye duâ ettik. Ümmet dini olan İslâm’da
ben-sen yok, biz; fertler yok, cemaat vardır. Öyleyse her Fâtiha okuyuşumuzda
ümmetin bir ferdi, İslâm’ı yaşama ve yaşatma konusunda İslâm’ın
bir şûbesi olduğumuzu unutmayalım.
12- Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlihler kendilerine nimet verilenlerdir.
15 Öyleyse onların yolunda, onları örnek alarak nimetlere ehil
kişiler olmaya gayret etmeliyiz. Şu geçici dünyada bunca nimetler içerisinde
yüzen kâfirler bizi aldatmasın. O nimetler geçicidir, cennet nimetleriyle
karşılaştırma bile yapılamaz. Onların âhiret nimetlerinden alacakları hiçbir
şey yoktur.
13- Allah’ın lânet ve gazâbına uğramış, azâbını hak etmiş tüm lânetlilerin
gidişat ve yollarından uzak duralım, sonra da Fâtiha’yı okuyalım.
Lânetlenmiş yollarda yolumuzu kaybettiğimiz durumda Fâtiha okumak
anlamsızdır.
14- Müslüman! Her Fâtiha’yı okuyuşunda Rabbinin huzurunda durduğunu,
Rabbinle konuştuğunu ve Rabbinden istediğini unutma. O’na yaraşır
kul olmaya çalış.
15 4/Nisâ, 69
• 35 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
15- “Fâtiha’sız namaz olmaz”16 hadisine göre namazda Fâtiha okumak
vaciptir. Hanefiliğin dışındaki diğer mezheplere göre ise farzdır. Buna göre
bir günde 40 rekâtlık namazda kırk kere Fâtiha’yı tekrarlıyoruz. Namaz bizi
hazırlayan, yetiştiren mektep olduğuna/olması gerektiğine göre, Fâtiha’sız namaz;
namazsız da hayat olmaz. Aslında tekrar sanılan bu her bir okuyuş, bizi
değişik bir açıdan hesaba çeken bir uyarıdır. Fâtiha’ya uymayan her yanlış
söz ve davranıştan uzaklaşmak için yeni bir alarm ve ikazdır.
16- Fâtiha’nın sonunda, okuyan ve dinleyenin “âmin” demesi sünnettir.
Âmin, duâmızı kabul buyur Allah’ım, demektir. 17
“Besmele: Tâğutun adıyla değil;
Allah’ın ismiyle ve izniyle”
- 1. Âyet -
 بِ سِْ الَّلِ الرَّ حَْنِ الرَّحِي
ب سِْ adıyla : الَّلِ Allah’ın : الرَّ حَْن : Rahmân  الرَّحِي : Rahîm
“Rahmân, Rahîm Allah’ın adıyla.” (1/Fâtiha, 1)
Fâtiha ve Sûrelerin Başında Geçen
Besmele Kur’an’dan Bir Âyet midir?
Sûre başlarında yazılı bulunan besmelenin, Kur’ân’dan bir âyet olup
olmadığı üzerinde ihtilâf edilmiştir. el-Mushafu’l-imâm (ilk ve esas Kur’ân
nüshası) yazıldığı zaman Berâe Sûresi dışında kalan sûrelerin başına besmele
yazılmıştı. O ana nüshadan İstinsah edilen bütün nüshalarda da sûre
başlarına besmele yazılmıştır.
16 Dârimî, Salât 36; İbn Mâce, İkame 11; Tirmizî, Mevâkît 69, 115, 116
17 İslâm Ansiklopedisi, T.D.Vakfı Y. c. 12, s. 252-253; Ali Akpınar, Namaz Duâları ve Sûreleri, s. 77 vd.
• 36 •
Ahmed Kalkan
Sahâbîler, Mushaftan olmayan bir şeyi Mushafa yazmazlardı. O zaman
Kur’ân’da nokta ve öteki işaretler de yoktu. Daha sonra konulan nokta ve diğer
işaretler, Kur’ân’ın metninden ayrılsın diye, metin mürekkebinden ayrı
mürekkeple yazılmıştı.
Ebû Dâvud’un ibn Abbâs’tan rivayetine göre: “Peygamber (s.a.s.), kendisine
‘Bismillahirrahmanirrahim’ ininceye dek bir sûreyi diğerinden ayırmayı
veya bir rivayete göre sûrenin bittiğini bilmezdi.”18 Ümmü Seleme’nin
de “Peygamber’in (s.a.s.), besmeleyi Fâtiha’dan bîr âyet olarak okuduğunu
söylediği rivayet edilir.19 Ebû Hüreyre’nin rivayetinde ise Peygamber (s.a.s.):
“Fâtiha’yı okuduğunuz zaman ‘bismillâhirrahmânirrahîm’i de okuyun. Çünkü
Fâtiha Kur’ân’ın anası, Kitabın anası, yedişerli iki (es-Seb’u’l-mesânî)dir.
Bismillâhîrrahmânirrahîm de onun âyetlerinden biridir.” 20
İbn Abbas’ın (r.a.) nakline göre Rasûlullah (s.a.s.), namaza besmele ile
başlardı. 21
Enes’den (r.a.), Rasûlullah’ın (s.a.s.) namazda nasıl okuduğu soruldu. O
da, Rasûllah (s.a.s.), namazda çok uzun okurdu, diyerek besmele ile başladı
ve: Fâtiha sûresini okuduktan sonra da ‘Rasûlullah’ın (s.a.s.) okuduğunu
ben de size aynen okudum’ dedi. 22
Enes (r.a.): “Birgün Rasûlullah’ın (s.a.s.) huzurundaydık. Rasûlullah
bir ara hafifçe uyudu. Uyanınca tebessüm etti. Biz, ‘seni tebessüm ettiren
nedir?’ diye sorunca Rasûllah (s.a.s.): “Şu anda bana bir sûre nazil oldu”
diyerek, “Bismillâhirrahmânirrahîm İnnâ a’taynâke’l-kevser…” (Kevser)
sûresini okudu.”23 der.
Şâfiîlere göre bu hadis, besmelenin bütün sûrelerden bir âyet olduğuna
işaret eder. Çünkü Resullah (s.a.s.), onu Kevser sûresi ile beraber okumuştur.
18 Ebû Dâvud, Salât 122
19 el- Fethurrabbani, 3/189
20 Dârekutnî, Salât, Bâbu Vucûbi Kırâat-i Bismillâh
21 Timizî
22 Buhârî, Enes’den rivâyet etmiştir.
23 Müslim; Nesâî; Tirmizî ve İbn Mâce. Tirmizî: “Sahih ve hasen hadistir” demiştir. Cem’u’1-Fevâid, c. 2, s.
285
• 37 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Şâfiîlerin naklî delilleri kadar aklî delilleri de vardır, imam Şâfiî’nin
yazmış olduğu Kur’an-ı kerimde besmele, Fâtiha’nın başında yazıldığı gibi,
Berâe sûresinin dışında bütün sûrelerin başında da yazılmıştır. Bu nüshanın
çoğaltılarak diğer şehirlere gönderilen sûretlerinin hepsinde de sûrelerin
başında besmele yazılıdır.
İmam Şâfiî (r.a.) ve benzeri büyüklerin Kur’ân-ı Kerim’den olmayan şeyleri
sûre aralarına yazmayacakları bilinmektedir. Hatta onlar, Rasûlullah’ın
(s.a.s.) zamanında olmayan bir şeyin Kur’an’da bulunmasını istemedikleri
için Kur’an’ı aşır halinde, sûreleri ve isimlerini harekeli olarak yazmazlardı.
Böyle bir titizlikle yazılan Kur’an-ı Kerim’lerde besmelenin Fâtiha’nın
ve diğer sûrelerin başlarında yazılması, onun her sûreden bir âyet olduğunu
gösterir.
İşte bu kanıtlara dayanan İmam Şâfiî, Besmele’yi Fâtiha’dan bir âyet
saydığı gibi, diğer sûrelerdeki besmeleleri de Kur’an’dan birer âyet kabul
etmiştir.24
Hz. Peygamber’in, Besmele çekmeden Fâtiha okuduğu hakkında da
hadisler vardır. Hz. Âişe’nin: “Allah’ın Elçisi (s.a.s.) namaza tekbir ile, okumaya
da (Elhamdu lillâhi rabbi’l-âlemîn) ile başlardı”25 sözleridir. Enes İbn
Mâlik de şöyle demiştir: “Peygamber’in (s.a.s.), Ebû Bekir’in, Ömer’in ve
Osman’ın arkasında namaz kıldım. Bunlar (Elhamdu lillâhi rabbi’l-âlemîn)
ile başlardı, namazın ne önünde, ne de sonunda (Bismillâhirrahmânirrahîm)
demezlerdi.”26 “Onlardan hiçbirinin, (bismillâhirrahmânirrahîm)
dediğini duymadım.”27 “Onlar okumaya (elhamdülillâhi rabbi’l-âlemîn) ile
başlardı. 28
Ebû Hureyre, Peygamberimiz’den şu hadisi nakletmiştir: “Yüce Allah buyurdu
ki: Namazı benimle kulum arasında ikiye ayırdım. Yarısı benim için,
yarısı kulum içindir. Kulumun dilediği, kendisine verilecektir. Kul, ‘Elhamdu
lillâhi rabbi’l âlemin’ dediği zaman Allah: Kulum bana hamdetti, der. Kul,
‘er-Rahmâni’r-rahîm’ dediği zaman Allah: Kulum benim şerefimi andı, der.
24 Muhammed Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, Şamil Y., c.1, s. 29
25 Müslim. Hz. Aişe'den.
26 Müslim, Salât 52; Nesâ'î, Iftitâh 20
27 Buhârî; Müslim, Salât 51, Enes bin Mâlik'ten.
28 Dârimî, Salât 34
• 38 •
Ahmed Kalkan
Kul, ‘mâliki yevmi’d-dîn’ dediği zaman Allah: Kulum işini bana havale etli,
der. Kul, ‘iyyâke na’budu ve iyyâke neste’în’ dediği zaman Allah: Bu, benimle
kulum arasında (bir sır)dır. Kulumun istediği kendisine verilecektir, der. Kul,
‘ihdinâ’s-sırâta’l-mustakîm...’ dediği zaman Allah: Kuluma dilediği verilecektir,
der.”29 Burada Hz. Peygamber (s.a.s.), Fâtiha’nın âyetlerini sayarken besmeleyi
zikretmemiştir.
Malîkilere göre hadisteki “Namazı ikiye ayırdım” cümlesinde geçen “namaz”
dan maksat, Fâtiha sûresidir. Fâtiha sûresi okunmadan kılınan namazın
sahih olmaması sebebiyle hadiste ona namaz ismi verilmiştir. Eğer
besmele, Fâtiha sûresinden bir âyet olsaydı, bu hadis-i kudsîde zikredilirdi.
Malîkilere göre, Besmele Fâtiha sûresinden bir âyet olsaydı, Fâtiha sûresindeki
“Rahmân ve Rahîm” kelimelerinin tekrarlanmaması lâzım gelirdi.
Bu sûrenin “Rahmân ve Rahîm Allah’ın ismiyle. Hamdolsun âlemlerin
Rabbi olan Allah’a. Rahmân ve Rahîm...” şeklinde dizilişi demek olurdu ki,
bu da Kur’an’ın edebî üslûbuna aykırı olurdu.
Besmelenin sûrelerin başında yazılması ve herhangi bir şeyin başlangıcında
okunması, Rasûlullah’ın (s.a.s.) sünnetine uymak ve bereket içindir.
Onun sûrelerin başında tevatürle yazılması Kur’an’dan olduğuna tevatürî
bir delil sayılmaz.
Kurtubî, bununla ilgili olarak: “Şâfiî ve Mâlik’in görüşlerinden en sahihi,
İmam Mâlik’indir. Zira Kur’an âyetleri âhad haberlerle tespit olunamaz.
Kur’an âyetlerinin tespit yolu, ihtilaf kabul etmeyen kâfi tevâtürle olur.” der.
Ahkâmu’l Kur’an sahibi İbnu’l-Arabî ise: “Âlimlerin besmelenin
Kur’an’dan sayılıp sayılmayacağı hakkındaki münakaşaları, onun Kur’an’dan
sayılmayacağına kâfi bir delildir. Zira Kur’an âyetleri münakaşa kabul etmez.
Nitekim sahih haberler besmelenin Neml sûresinin dışında Fâtiha’dan
da, herhangi bir sûreden de bir âyet olmadığına işaret eder. Bizim mezhebimiz
(Mâlikî) diğer mezheplere aklın kabul edeceği bir tarzda tercih edilir.
Medine-i Münevvere’de, Rasûlullah (s.a.s.) zamanından İmam Mâilk (r.a.)
dönemine kadar besmeleyi Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in sünnetine it-
29 Ebû Dâvûd, Salât 132; Tirmizî, Tefsir; Nesâî, İftitâh 23; İbn Mâce, Edeb 52; Müslim, Süfyan bin
Üyeyne'den, o da Ulâ bin Abdurrahman'dan, o da Ebû Hüreyre den nakletmiştir. Geniş bilgi için: Kurtubî,
Tefsir. c. 1, s. 94; Cessas, Ahkâmu'l-Kur’âniyye, c. 1, s. 9
• 39 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
tibâen hiçbir şahıs okumamıştır. Bu da diğer mezheplerin görüşünü redde
kâfidir. Bizim mezhebin görüş sahipleri, besmelenin nafile namazlarda
okunmasına müstehab demişlerdir. Besmelenin okunması hakkında vârit
olan hâdis ve rivâyetler, nâfile namazlarda kıraatinin müstahab olduğuna
işaret eder.”30 demektedir.
İmam Mâlik, bu delillere dayanarak Neml suresinin 30’uncu âyeti dışındaki
besmelenin, âyet olmadığı kanâatine varmıştır. Ona göre besmelenin
sûre başlarına yazılması, Hz. Peygamber’in böyle emretmesi ve her işe
besmele ile başlanmasını buyurması yüzünden olabilir. Gerçi besmelenin,
sûre başlarına yazılması mütevatir olarak nakledilmişse de sûre başlarındaki
besmelenin Kur’ân’dan birer âyet olduğuna dair tevâtür yoktur.
Peygamberimizin, namazda besmeleyi okumadığına dair hadisler de,
okuduğuna dair hadisler de vardır. Fakat okuduğuna dair hadisler daha
kuvvetlidir. Kendisinin ve sahâbîlerinin, namazda besmeleyi gizli okuduğuna
dair hadisler de mevcuttur. Bu rivâyetlerden, Hz. Peygamber’in, namazlarında
bazen besmeleyi açık, bazen gizli okuduğu anlaşılır.
Hanefîlere göre besmelenin Kur’ân’a yazılması, onun Kur’ân olduğunu
gösterirse de her sûreden bir âyet olduğunu göstermez. Besmelenin,
namazda Fatiha ile bareber açıktan okunmadığına dair hadisler de onun,
Fâtiha’dan bir âyet olmadığına delildir. Sûre başlarında bulunan besmele,
müstakil bir âyettir, sûreye dâhil değildir. Yalnız Neml Sûresinin ortasında
geçen besmele, o sûrenin bir âyetidir.
Hz. Peygamber (s.a.s.), Mülk Sûresinin otuz âyet olduğunu söylemiştir.
Kurrâ’ ve âyet sayıcılar, “Mülk Sûresinin, besmele hâriç otuz âyet olduğunda
birleşmişlerdir. Yine Hz. Peygamber, Kevser Suresinin üç âyet olduğunu
söylemiştir. Kevser Sûresi de besmele hâriç, üç âyettir. Eğer besmele bu sûrelere
dâhil olsaydı, Mülk Sûresinin otuz bir, Kevser Sûresinin de dört âyet
olması lâzım gelirdi.
Besmelenin âyet olup olmadığı, âyet ise sûrenin bir parçası olup olmadığı
hakkındaki bu görüş farkları yüzünden besmelenin namazda okunması
meselesinde de görüş ayrılıkları doğmuştur:
30 Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, c. 1, s. 103
• 40 •
Ahmed Kalkan
İmam Mâlik, besmeleyi âyet kabul etmediği için farz namazlarda ne
açıktan, ne de gizli olarak besmele okunmasını câiz görmemiştir. İmam Şâfiî
ve İmam Ahmed de besmeleyi, her sûreye dâhil bir âyet gördükleri için
açık okunan namazlarda açıktan, gizli okunan namazlarda gizliden besmele
okunmasının farz olduğunu söylemişlerdir. Ebû Hanife ise besmeleyi
müstakil âyet kabul ettiği için Fâtiha’dan önce gizli olarak besmele çekmenin
sünnet olduğunu söylemiştir.
Hanefilerin Delilleri
Hanefilere göre besmelenin Kur’an’da yazılışı ve ondan bir âyet oluşu,
her sûreden bir âyet oluşuna işaret etmez. Nitekim besmelenin gece namazlarında
sesli okunmamasını emreden hadisler, onun Fâtiha’dan olmadığını
gösterir. Hanefiler, Neml sûresinin dışında Kur’ân-ı Kerim’den tam bir âyet
olduğuna ve sûreleri birbirinden ayırmak için nâzil olduğuna hükmetmişlerdir.
Hanefîlerin görüşünü teyid eden delillerden bir kısmı şunlardır:
Ashâb-ı kiramdan nakledilen: “Biz, besmele nâzil olana kadar sûrelerin
başlangıcını ve sonunu bilmiyorduk.”31 sözleri ile İbn Abbas’dan (r.a.) rivâyet
edilen: “Rasûlullah (s.a.s.), besmele nâzil olana kadar sûrelerin birbirinden
ayırılmasını bilmiyordu. Ancak, besmele nâzil olunca bildi.” 32 sözleri
Hanefîlerin görüşünü takviye ediyor.
İmam Ebû Bekr er-Râzi 33 ise bu konuda şöyle demektedir: “Âlimler,
besmelenin Fâtiha’dan bir âyet olup olmadığı konusunda görüş ayrılığına
düşmüşlerdir. Kûfe kıraat âlimleri onu Fâtiha’dan bir âyet sayarken, Basra
kıraat âlimleri saymamışlardır. İmam Şâfiî, besmelenin Fâtiha’dan bir âyet
olduğuna, onu terkedenin namazını iâde etmesi gerektiğine hükmetmiştir.
Ebu’l Hasan el-Kerhî ise, besmelenin namazlarda açıktan okunamayacağını
söyler. Şeyhin bu sözü, besmelenin Fâtiha’dan bir âyet olmadığına işaret
eder. Bizim mezheb âlimlerinin görüşüne göre besmele, sûrelerin başında
bir âyet değildir. Çünkü onu namazlarda açıktan okumuyorlar. Besmelenin
31 Ebû Dâvud; el-Camiu li Ahkâmi’l Kur’an, c. 1, s. 95
32 Hâkimin Müstedrek’inde Ebû Dâvud'un İbn Ayaş’tan sahih bir senetle rivâyet ettiği yazılıdır.
33 Ebû Bekr er-Râzi, Ahkâm Âyetlerinin müfessiri Cessas’tır.
• 41 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Fâtiha sûresinden olmaması, başka sûrelerden de olmadığına da işaret eder
kanaatindedirler.
“Yalnız İmam Şâfiî, besmelenin her sûreden bir âyet olduğunu söylemiştir.
Bu görüşü İmam Şâfiî’den başka hiçbir âlim söylememiştir. Zira selef
arasındaki görüş ayrılığı da besmelenin Fâtiha sûreninden bir âyet olup
olmadığı şeklindedir. Nitekim hiçbir âlim, besmelenin sûrelerin başından
bir âyet olduğunu kabul etmemiştir.” diyerek sözlerine şöyle devam eder:
“Rasûlullah’dan (s.a.s.) rivâyet edilen “Kur’an’da 30 âyetli bir sûre vardır ki,
okuyucu affolununcaya kadar şefaat eder. Bu sûre Tebarekellezî bi yedihil
mülk’tür” hadis-i şerifi, besmelenin sûrelerin başından bir âyet olmadığına
işaret eder. Kıraat âlimleri ile diğer âlimler Tebâreke sûreninin besmele
dışında 30 âyet olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Eğer besmele
sûreden bir âyet olsaydı, Tebareke’nin 31 âyet olması lâzım gelirdi. Bu da,
Rasûlullah’tan (s.a.s.) rivâyet edilen hadise aykırı düşerdi. Yine bütün beldelerin
kıraat ve Fıkıh âlimleri Kevser sûresinin 3, İhlâs sûresinin 4 âyet
olduğunda ittifak etmişlerdir. Eğer besmele bu sûrelerden bir âyet olsaydı,
Kevser sûresinin 4, İhlâs sûresinin 5 âyet olması lâzım gelirdi.” 34
Yukarıda naklettiğimiz mezheb görüşlerinden tercih edilecek olan Hanefî’nin
görüşüdür. Zira baştan sona birbirine muârız olan iki görüşün (Şafiî-
Mâlikî) ortasıdır. Şafiîier, besmelenin Fâtiha’dan, hatta her sûreden bir
âyet olduğunu savunurlarken Mâlikîler de, Fâtiha’dan da Kur’an’dan da bir
âyet olmadığını iddia ederler.
Dikkatli bir gözle, sâlim bir zekâ ile besmelenin Kur’an-ı kerimde
tevâtüren yazılışına baktığımız zaman, hiçbir âlimin bugüne kadar ona
karşı çıktığı ve inkâr ettiği görülemez. Nitekim ashâb-ı kirâmın Kur’ân-ı
Kerim üzerinde nasıl titizlikle durdukları, hatta her harfi üzerinde dahi inceden
inceye araştırma yaptıkları bilinmektedir. Bu da göstermektedir ki,
besmele, Kur’ân-ı Kerim’den bir âyettir. Her sûreden ve Fâtiha’dan bir âyet
değildir. Sûrelerin arasını ayırmak için gönderilmiştir. Bu görüşü Abdullah
bin Abbas’dan (r.a.) “Rasûlullah (s.a.s.), besmele gönderilene kadar sûrelerin
başlangıç ve sonlarını bilmiyordu. Ancak besmele gönderilince bildi.”
hadisi de teyid etmektedir.
34 Cessas, Ahkâmü'l-Kur'an, c. 1, s. 9-11
• 42 •
Ahmed Kalkan
Besmelenin her sûrenin başından bir âyet olmadığını. Belâgat kaidelerinden
de çıkarmak mümkündür. Çünkü Araplar sözlerinin çok belîğ olması
için ifade ve imlâlarının başında değişik üslublar kullanırlardı. Eğer
besmele her sûrenin başından bir âyet olsaydı, bütün sûreler tek bir üslubla
başlardı. Bu ise Kur’an’ın edebî üslûbunun mûcizellğine ters düşerdi.
Mâlikîlere göre, besmelenin Kur’an’dan bir âyet olduğu tevâtüren sâbit
değildir. Öyleyse Kur’an’dan değildir. Bu görüş imam Cessas’ın dediği gibi
açık ve tercih olunabilecek bir görüş değildir. Zira “bir âyetin Kur’an’dan
oluşunun tevatüren rivâyet edilmesi gerekir” şeklindeki delil geçersizdir.
Bizim için Rasûlullah’ın (s.a.s.) yazılmasını emretmesi ve emrinin tevâtüren
bize ulaşması kâfidir. Ümmet, “Kur’an’da yazılı olan her şey Kur’andır”
diye ittifak etmiştir. Besmele, Kur’an’da müstakil bir âyettir. Sûrelerin ve
kitapların başında yazılması ve okunması hayır ummak içindir. Bütün bu
açıklamalar, besmele hakkında gelen bütün nassların mânâlarını toplar.35
Besmelenin Namazda Okunmasının
Hükmü Nedir?
Fakihler besmelenin namazda okunması konusunda birkaç görüşe ayrılmışlardır.
a) İmam Mâlik’e göre besmele yalnız farz namazlardaki Fâtiha ve diğer
sûrelerin başında gizli ve açık olarak okunmaz. Farz dışındaki sünnet ve
nâfile namazlarda isteyen okuyabilir.
b) Ebû Hanife’ye göre besmele namazlardaki her rekâtta Fâtiha sûresinden
önce okunur. Diğer sûrelerin başında okumak ise güzeldir. 36
c) İmam Şâfiî’ye göre besmelenin gizli okunacak yerde gizli, açık okunacak
yerde açık okunması farzdır.
35 Daha fazla bilgi edinmek isteyenler Ibnü'l Arabî’'nin Ahkâmü'l Kur’an’ına, Kurtubî’nin tefsirine,
Fahreddin er-Râzi'nin Mefâtihu'l Gayb’ına ve Cessâs'ın Ahkâmu'l Kur’an’ına bakabilirler. Ed-Dâru Kutnî
de besmelenin Kur'anda bir âyet olduğunu gösteren bütün delilleri bir araya toplamıştır. Muhammed Ali
Sabuni, Ahkâm Tefsiri, Şamil Y., c. 1, s. 32-38
36 Cessas, age, c. 1, s. 15; Kurtubî, age., c. 1, s. 98
• 43 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
d) İmam Ahmed bin Hanbel’e göre besmele namazda gizil okunur. Açık
okunması sünnet değildir.
Adı geçen imamların besmele hakkındaki görüş ayrılıklarının sebepleri
birinci hükümde delilleriyle beraber açıklanmıştır. Bu hususta selefin görüşleri
arasında da ayrılık vardır.
İbn Cevzi, Zâdü’l Mesir’inde: Âlimler arasında besmelenin Fâtiha’dan
olup olmadığı konusunda görüş ayrılıkları vardır. Bununla ilgili olarak
Ahmed bin Hanbel’den rivâyet edilen iki görüş bulunmaktadır. Birisi, besmelenin
Fâtiha’dan olduğunu, dolayısıyla namazda okunmasının farz olduğunu
söyleyenlerin görüşüdür. Diğeri ise Fâtiha’dan olmadığını, bundan
dolayı namazda okunmasının sünnet olduğunu söyleyenlerin görüşüdür.
Bu görüşe yalnız İmam Mâilk (r.a.) karşıdır. Hatta ona göre besmelenin farz
namazlarda okunması müstehab bile değildir.
“Besmelenin namazda açıktan okunması da âlimler arasında ihtilâf
konusu olmuştur. Âlimlerin bir kısmı Ahmed bin Hanbel’in “Besmelenin
namazda açıktan okunması sünnet değildir” görüşünü nakletmişlerdir. Bu
görüş Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali ve İbn Mes’ud’un (radıyallahu anhum)
sözlerine dayanır. İmam Sevri ve İmam-ı Azam’ın görüşleri de bu yoldadır.
İmam Şâfiî’ye göre de besmelenin namazda açıktan okunması sünnettir. Bu
da Muaviye, Âtâ ve Tâvûs’un rivâyetine dayanır.”37 demektedir.38
Fâtiha’nın Namazda Okunması Farz Mıdır?
Fakihler, Fâtiha’nın namazda okunması konusunda iki görüşe ayrılmışlardır:
a) Cumhura39 (Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî) göre; Fâtiha’nın namazda okunması
sıhhatinin şartıdır. Fâtiha sûresini bilip de okumayan bir kimsenin
namazı sahih olmaz.
37 İbni Cevzî, age., c. 1, s. 7-8
38 Muhammed Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, Şamil Yayınları, c. 1, s. 38-39.
39 Cumhur kelimesi; Fıkıh, Usûl-i Fıkıh, Tefsir, Kelam ve ilh.. gibi ilim dallarındaki alimler topluluğunun
çoğunluğuna verilen isimdir.
• 44 •
Ahmed Kalkan
b) İmam Sevri ve İmam-ı Azam Ebû Hanife’ye göre namaz Fâtiha okunmaksızın
da sahih olur. Namazda Kur’an’dan 3 kısa âyet veya 1 uzun âyetin
okunması ise farzdır.
Cumhurun Delilleri
Cumhur, Fâtiha’nın namazda okunmasının farz olduğunu birçok delille
isbat etmişlerdir.
Birinci delil: Ubâde bin Sâmid’in Rasûlullah’tan (s.a.s.) naklettiği şu hadis-
i şeriftir: “Fâtiha’yı okumayanın namazı geçerli değildir.” 40
İkinci delil: Ebû Hüreyre’nin Rasûlullah’tan (s.a.s.) naklettiği: “Kim namaz
kılar da Ümmü’l-kitab’ı (Fâtiha’yı) okumazsa o namaz noksandır, noksandır,
noksandır. Tamam değildir.” 41 hadis-i şerifidir.
Üçüncü delil: Ebû Said el-Hudrî’nin naklettiği şu hadis-i şeriftir: “Rasûlullah
(s.a.s.), bize namazda Fâtiha sûresi ile bildiğimiz diğer bir sûre veya
bir sûreden birkaç âyetin okunmasını emretti.”
Cumhura göre bu hadis-i şerifler, Fâtiha sûresinin namazda okunmasının
farz olduğuna delâlet eder. Zira Rasûlullah’ın (s.a.s.) birinci delildeki
hadis-i şerifi namazın sıhhatli olmayacağına delâlet ettiği gibi; Ebû Hureyre’den
nakledilen ve Rasûlullah tarafından üç defa tekrar edilen “o namaz
noksandır” ifadesi de Fâtiha okunmadan kılınan namazın noksan ve fâsit
olacağını gösterir. Öyleyse Fâtiha’nın namazda okunması farzdır ve namazın
sıhhatinin şartlarındandır.
Hanefîlerin Delilleri
İmam Sevrî ile Hanefî mezhebinin fakihleri, namazın Fâtiha okunmadan
da sahih olacağını Kitap ve Sünnetten çıkardıkları delillerle savunurlar.
Kitaptan aldıklan delile göre Cenâb-ı Hakk’ın: “Şüphe yok ki Rabbin, senin
gecenin üçte ikisinden biraz eksik, yarısı, üçte biri kadar ayakta durmakta olduğunu
ve senin maiyetinde bulunanlardan bir zümrenin de (böyle yaptığını)
40 Cem’u'l Fevâid, c. 1, s. 197. Bu hadis-i şerif İmam Mâlik’in Muvattâ’sı dışında Kütüb-i sittenin hepsinde
nakledilmiştir.
41 İmam Mâlik; Tirmizi; Nesai; Cem’u’l Fevâid, c. 1, s. 197
• 45 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
biliyor. Geceyi, gündüzü Allah saymaktadır. O, bunu sizin sayamayacağınızı
bildiği için size karşı (ruhsat tarafına) döndü. Artık Kur’an’dan kolay geleni
(ne ise onu) okuyun...”42 âyeti, namazda bir miktar okunmasının farz olduğunu
gösterir. Âyetteki “okuyun!” emri, namazdaki okumaya işarettir. Hiçbir
âlim “Bu âyet, gece namazlarındaki okumaya mahsustur” dememiştir. Öyleyse
âyetteki “Okuyun” emri yalnız gece namazında okuma değil, bütün
namazlarda okunmasının farz olduğunu ifade eder. 43 Hadis-i şeriflerden
aldıkları delil ise, Ebû Hureyre’den nakledilen şu hadise dayanır: “Bir gün
Mescid-i Nebevi’ye bir kişi gelerek namaz kıldı. O kimse namazdan sonra
Rasûlullah’a (s.a.s.) gelerek selâm verdi. O kimsenin selâmını aldıktan sonra
Rasûlullah (s.a.s.), “Geri dön, namazını yeniden kıl. Zira sen namaz kılmadın”
buyurdu. O kimse tekrar namaz kılıp Rasûlullah’a (s.a.s.) gelince, onu
yine namaz kılması için geri çevirdi. Bu şekilde üç defa geri çevrilen kimse
Rasûlullah’a (s.a.s.) gelerek: “Seni hak yolu üzere gönderenin ismi ile yemin
ederim ki, bundan daha güzel bir şekilde namaz kılmasını bilmiyorum.”
deyince, Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Sen namaz kılmak istediğin zaman
güzelce bir abdest al. Sonra kıbleye dönerek tekbir getir. Sonra da Kur’an’dan
ne biliyorsan onu oku. Daha sonra belini tam eğerek rükû yap. Rükûdan kalkarak
dik dur ve daha sonra secde yap. Secdeden kalkarak normal bir oturuşla
otur. Daha sonra tekrar secdeye git. Secdeden sonra doğruca ayağa kalk.
Benim bu tarif ettiklerimi bütün namazlarında uygula.”44 buyurdu.
Hanefi fakihleri, Ebû Hureyre’den nakledilen, bu hadisindetki namaz
kılan için “Kur’an’dan ne biliyorsan onu oku” emr-i Peygamberîsini delil
getirerek, namazda Kur’an’ın neresinden olursa olsun okunmasını, kılanlar
için serbest bırakmışlardır. Bu hadis Hanefîlerin görüşünü kuvvetlendirdiği
gibi, “Artık Kur’an’dan kolay geleni okuyun” âyeti de Kur’an’dan belli
bir sûre veya âyetin okunmasına değil, sadece namazda herhangi bir âyetin
okunmasına işaret eder.
Ubâde bin Samid’in rivâyet ettiği hadis, Hanefi âlimlerine göre, namazın
bâtıl olduğuna değil, sünnet üzere kılınmadığına işaret eder. Onlar,
Fâtiha’sız kılınan bir namazın kerâhetle sahih olduğuna hükmederler.
Bu hadis-i şerifi, Rasûlullah’ın (s.a.s.) şu hadis-i şerifine benzetirler: “Evi
42 73/Müzzemmil, 20
43 Cessas, age, c. 1, s. 18
44 Sâyis, Ahkam ayetlerinin tefsiri, C. 1, S. 13. Cessas. Age. C. 1. S 20.
• 46 •
Ahmed Kalkan
mescide yakın (komşu) olanın namazı ancak mescidde olur.” Buradan anlaşılan,
mescidde kılınmayan namazın kabul olunmayacağı değil, sadece o
namazın mükemmelinin mescidde kılınacağıdır.
Ebû Hureyre’den rivâyet edilen hadiste geçen ve üç defa tekrarlanan
“O namaz noksandır” cümlesi bizim aleyhimize değil, lehimize bir delildir.
Çünkü “noksandır” kelimesi namazın batıl olduğunu göstermez. Aksine,
namazın noksan olarak kabul olunduğuna işaret eder. Eğer câiz (kabul)
olunmasaydı ona «namazın noksandır» denilmezdi. Zira blrşeyin eksik
oluşu, onun yokluğuna delalet etmez.
Buraya kadar kısa ve öz olarak cumhurun ve Hanelilerin delillerini aktardık.
Konuya derin bir nazarla bakıldığı zaman, cumhurun görüşünün
delil bakımından daha kuvvetli olduğu görülür. Çünkü Rasûlullah’ın (s.a.s.)
ve sahâbe-i kirâmın gerek farz, gerekse nâfile namazlarda Fâtiha’yı okumaya
devam etmeleri Fâtiha’sız bir namazın câiz (doğru) olmadığına işaret
eder. Sahih ve sarih hadis-i şerifler bu yoldadır. Rasûlullah’ın (s.a.s.) Fâtiha
ile ilgili söz ve fiili, onun farz oluşuna kâfi delildir.
Cumhurun görüşünü kuvvetlendiren delillerden biri de Müslim’in
Ebû Katade’den naklettiği şu hadis-i şeriftir: “Rasûlullah (s.a.s.) bize öğle
ve ikindi namazlarını kıldırırdı. Birinci ve ikinci rekâtlarda Fâtiha ile diğer
sûrelerden birer sûre okurdu, öğle ve ikindi namazlarının birinci rekâtlarında,
ikinci rekâtlarından daha uzun okurdu ve çoğu defa sesini bize duyuracak
kadar yükseltirdi. Sabah namazını da aynen böyle kılardı.”
Konuyla ilgili olarak Taberî: “Rasûlullah (s.a.s.), namazın her rekâtında
Fâtiha’yı okurdu. Eğer namazda Fâtiha okunmazsa namaz câiz olmaz. Ancak
namazda Fâtiha’nın âyet ve harf sayısından noksan olmamak kaydıyla
diğer bir sûrenin okunması da caizdir.” 45 der.
Kurtubî ise, “Bu delillerden en sahihi, imam Şâfî, İmam Ahmed bin
Hanbel ve İmam Mâilk’in son görüşleridir. Herkes Fâtiha’yı namazın her
rekâtında okumalıdır. Zira Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Fâtiha’yı okumayanın namazı
geçersizdir” hadis-i şerifi umumu ifade etmektedir. Ömer bin Hattab,
Abdullah bin Abbas, Ebû Hüreyre, Ubâde bin Samid, Übey bin Kâ’b, Ebû
Eyyûb el-Ensârî ve Ebû Said el-Hudrî (r.anhum) gibi büyük sahâbîler de
45 Taberi. Camiü'l Beyan. C. 1.
• 47 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Fâtiha’yı okumayanın namazı geçersizdir” hadisine dayanarak Fâtiha’nın
namazın her rekâtında okunmasının farz olduğuna hükmetmişlerdir.
Mü’minlere düşen, her zaman ve her yerde önderlerimiz olan sahabîlere
uymaktır.” 46 demektedir.
İmam Fahreddin er-Râzî’nin görüşü de şöyledir: “Rasûlullah’ın (s.a.s.)
hayatı boyunca Fâtiha’yı namazda okuması, onun tarafımızdan namazda
okunmasını farz kılıyor. Zira Cenâb-ı Hakk’ın Rasûlüne uyma hususunda,
“...Ona tâbi olun ki doğru yolu bulmuş olasınız.” 47 emri vardır. İmam-ı
Azam, Muğîre bin Şube’den rivâyet edilen, Fıkıh ve Hadis ilmi terminolojisinde
“haber-i vâhid” diye vasıflandırılan “Rasûlullah (s.a.s.), bir gün bir
kavmin tahâret yerine giderek abdest aldı. Başının ön kısmına ve mestlerinin
üstüne mesh etti” hadis-i şerifine dayanarak, “başın bir miktar” (dörtte
bir) mesh edilmesi, namazın sıhhat şartındadır.” diye iddia ediyor. Hâlbuki
Fâtiha’nın namazda okunması konusunda ilim adamlarının “Rasûlullah’ın
(s.a.s.) hayatı boyunca Fâtiha’yı namazda okuduğuna dair tevatüren naklettikleri
hadis-i şeriflere rağmen İmam-ı Âzam Ebû Hanife’nin ‘Fâtiha’nın
namazda okunması, onun sıhhat şartlarından değildir’ demesine hayret
ediyorum.” 48
İmama Tâbi Olan Müslüman, Fâtiha’yı Okuyacak mı?
Âlimler, “Bir müslüman imama rükûda yetiştiği takdirde Fâtiha’yı okumasına
lüzum yoktur” görüşünde ittifak etmişlerdir. Zira imamın okuması
yeterlidir.
Yine âlimler, imam kıyamda iken ona yetişen bir kimsenin Fâtiha’yı
okuyup okumaması konusunda birkaç görüşe ayrılmışlardır.
a) İmam Şâfiî ile imam Ahmed bin Hanbel imamın arkasında namaz
kılan kimsenin, imam gizli veya açık okusa da Fâtiha’yı gizilce okumasının
farz olduğuna hükmetmişlerdir.
46 Kurtubi, Age, c. 1. s. 119
47 7/A’râf, 158
48 Fahreddin er-Razi, Tefsiru Kebir, c. 1. s. 147
• 48 •
Ahmed Kalkan
b) İmam Mâilk ise, “Kıraatin gizli olması lâzım gelen namazlarda, imama
tâbi olan kimsenin gizlice okuması, gece namazları (sabah, akşam, yatsı)
gibi açık okunacak namazlarda ise okumaması lâzımdır” diye hükmetmiştir.
c) İmam-ı Azam Ebû Hanife de “Kıraatin gizli veya açık olduğu namazlarda,
imama tâbi olan kimse, onun arkasında okumaz” demiştir.
Şâfiî ve Hanbelîler; Rasûlullah’ın (s.a.s.) üçüncü hükümdeki “Fâtiha’yı
okumayanın namazı geçerli değildir” hadis-i şerifine dayanarak görüşlerini
savunurlar. Bu hadis-i şerif imamı ve tâbi olanı kapsayan umumi bir ifadedir.
Dolayısıyla açık veya gizli okunacak namazlarda Fâtiha’yı okumayanın
namazı sahih olmaz.
İmam Mâlik ise: “Namazdaki kıraat gizli olacak türden ise Şâfiî ile Ahmed
bin Hanbel’in dayandıkları hadls-i şerife istinaden imama tâbi olan
kimsenin namazda Fâtiha sûresini okuması farzdır. Namazdaki kıraat açık
olacak türden ise; “Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size
merhamet edilsin.”49 âyetine istinâden de imama tâbi olanın Fâtiha’yı okuması
yasaktır diyor.
Kurtubî, İmam Mâlik’den şu görüşü nakleder: “Kıraatin açık olması lâzım
gelen namazlarda, imama tâbi olan kimse Kur’an’dan hiçbir şey okumaz.
Kıraatin gizil olması lâzım gelen namazlarda ise Fâtiha sûresini okur.
Eğer okumayı terk ederse hiçbir şey lâzım gelmez.”
Ebû Hanife de konuyla ilgili olarak şöyle demektedir: “Kur’an okunduğu
zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.”50 âyeti ile “Namazda
imamın okuması, kendisine sayıldığı gibi, tâbi olanlara da sayılır.” hadis-i
şerifine istinâden kesinlikle Kur’an’dan hiçbir şey okunmaz.” 51
Sözlerine devamla Rasûlullah’tan (s.a.s.) şu hadis-i şerifi nakleder:
“İmam, kendisine tâbi olunması için imam olur. İmam tekbir aldlğı zaman
siz de tekbir alın, okuduğu zaman sükût edin ve dinleyin.” 52
49 7/A’râf, 204
50 7/A’râf, 204
51 İbn Ebi Şeybe, Ebû Hureyre’den rivâyet etmiştir.
52 Abd İbn-i Hamid Cabir'den; Muhammed Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, Şamil Y., 1/39-44
• 49 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Kur’an’a başlamak için şeytanı taşlamak ve şerden uzaklaşmak”
 لله من الشيطان الرجي  اعوذ ب
“Kur’an okumak istediğin zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın (Seni
şeytanın vesveselerinden korumasını Allah’tan iste; ‘Eûzü billahi mineşşeytanirracim’
de).” (16/Nahl, 98)
İstiâze
İstiâze: Eûzü çekmek, “Eûzu billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm” demektir.
İstiâze kelimesi, sığınma, bağlanma, güvenme ve korunma istemek anlamlarına
gelir. Şeytandan ve her türlü şerlerden Allah’ın korumasına ve yardımına
sığınmaya istiâze denir.
Eûzu billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm: “Kovulmuş şeytanın şerrinden,
her türlü kötülüğünden Allah’a sığınırım.” anlamına gelir; “Şeytanın âhiret
ve dünya işleriyle ilgili hususlarda bana zarar vermesinden veya yapmakla
emrolunduğum şeylerden beni alıkoymasından Allah’a sığınır ve O’nun
yardımıyla korunurum.” İstiâze, insanların kötülüklerden korunabilmeleri
için bütün İlâhî emir ve yasaklara uyarak, söz ve işleriyle Allah’a sığınma
istemelerini ifade eder.
Bir imtihan yeri olan dünya hayatında insanın en büyük düşmanı şeytandır.
O, insanı aldatmaya, doğru yoldan saptırmaya çalışmaktadır. Bunu
gerçekleştirmek için de gizli açık her yola başvurur. Bu nedenle mü’min,
şeytanın oyunlarına karşı daima uyanık olmalı, aklını kullanarak Kur’an’ın
gösterdiği yoldan gitmelidir. İnsana yaraşan, daima Rabbine sığınması, koruyucusunun
O olduğunu bilmesidir.
• 50 •
Ahmed Kalkan
Kur’an ve İstiâze
Allah’a sığınmak anlamında “istiâze” ve bu kelimenin kökü olan “âze”
ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 17 yerde geçmektedir.53 “Allah’ı sığın”
anlamında “isteız” 4 yerde 54 geçmekte, “ben sığınırım” anlamında “eûzü”
kelimesi 7 yerde,55 “ben sığındım” anlamına gelen “uztü” 2 yerde56 kullanılır.
Yine “sığınırlar” anlamındaki “yeûzûne” kelimesi 1 yerde,57 “ondan sığınıyorum”
mânâsına gelen “üîzühâ” 1 yerde58 ve yine “sığınırım” anlamında
kullanılan “meâz” kelimesi de iki yerde59 geçer.
Kur’an okunduğunda O’ndan yeterince yararlanmak, öncelikle şeytan
ve her çeşit şeytanî düşünceden Allah’a sığınmakla mümkündür. Allah
Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kur’an okumak istediğin zaman, kovulmuş şeytandan
Allah’a sığın (Seni şeytanın vesveselerinden korumasını Allah’tan iste;
‘Eûzü billahi mineşşeytanirracim’ de).” 60
Kur’an, Allah’ın insanlara gönderdiği tâlimatıdır. Şeytan, Kur’an okuyan
kişiyi, Kur’an’ı anlamaktan, doğru yorumlamaktan ve onunla amel etmekten
vazgeçirmek için var gücüyle uğraşır. Kalbine vesvese sokarak Kur’an
üzerinde düşünmekten onu alıkoymaya çalışır. Kur’an okumaya istiâze ile
başlayarak, Kur’an’ı yanlış anlamaya, yanlış yorumlamaya, O’nun iniş gayesi
dışında bir okumaya sevkedecek her türlü şeytanî düşünce, akım ve yaklaşımdan
Allah’a sığınıyoruz. Allah’ın kelâmını okuduğu veya bildiği halde
Ondan yararlanamayan şeytanî özelliklerden de Allah’a sığınıyoruz.
Şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak, Kur’an tilâvetine zemin hazırlamak
için bir mukaddimedir. Böylece okuyan, samimi bir kalb ve açık bir
zihinle Kur’an’ı okumağa başlar.
53 İstiâze Kelimesinin Türediği A-v-z ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 17 Yerde:) 2/
Bakara, 67; 3/Âl-i İmrân, 36; 7/A’râf, 200; 11/Hûd, 47; 12/Yûsuf, 23, 79; 16/Nahl, 98; 19/Meryem, 18; 23/
Mü’minûn, 97, 98; 40/Mü’min, 27, 56; 41/Fussılet, 36; 44/Duhân, 20; 72/Cinn, 6; 113/Felak, 1; 114/Nâs, 1.
54 7/A’râf, 200; 16/Nahl, 98; 40/Mü’min, 56; 41/Fussılet, 36
55 2/Bakara, 67; 11/Hûd, 47; 19/Meryem, 18; 23/Mü’minûn, 97, 98; 113/Felak, 1; 114/Nâs, 1
56 40/Mü’min, 27; 44/Duhân, 20
57 72/Cinn, 6
58 3/Âl-i İmrân, 36
59 12/Yûsuf, 23, 79
60 16/Nahl, 98
• 51 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Bilindiği gibi, namaz kılmadan önce, vücut ve gönül Allah’ın huzuruna
çıkmaya hazırlanmalı, bunun için de abdest alınmalıdır. Namaz için abdest
ne ise, Kur’an okumak için de istiâze odur. Cafer b. Sâdık, “Kur’an
okunmak istendiğinde ve diğer ibâdetlerden önce istiâze’nin emredilmesinin
sebebi, dilini gıybet, yalan ve dedikodu gibi kötü işlerle kirleten insanın
istiâze ile onu temizlemesi, böylece her türlü noksanlıklardan uzak olan
Rabb’inin kelâmını temiz bir lisanla okumasıdır.” demiştir.
Ayette hitabın Peygamber Efendimiz’e yöneltilmiş olması ve “Kur’an
okumak istediğin zaman” ifadesinin bulunması, şeytandan sığınmanın sadece
Peygamberimiz’e has olduğunu ve bunun sadece Kur’an okunacak zamanlarda
olacağını ifade etmez. Hitap, Peyğamberimiz’in şahsında bütün
müslümanlaradır. Kur’an okunduğunda böyle bir ihtiyaç söz konusu ise,
diğer ameller için elbette buna çok daha ihtiyaç vardır. 61
Şeytandan Kurtuluş, Allah’a Sığınmakla Sağlanır
Allah, insanlara görülen ve görülmeyen, bilinen ve bilinmeyen bütün
kötü ve korkunç şeylerden Kendisi’ne sığınmalarını emrediyor. “Eğer seni
şeytan (vesvese vererek) dürter kışkırtırsa hemen Allah’a sığın.” 62
Allah, insanlara himayesine iltica etmelerini bildirmiş oluyor. Bu ifadeden
Allah’ın himayesine sığınmayı gerektiren pek çok kötülüklerin var
olduğu açık olarak anlaşılmaktadır.
Kötülüğün kaynağı ister bizzat şeytan, isterse onun oyuncağı haline
gelmiş bir kısım insanlar olsun, bu kötülüğü defetmenin mümkün olduğu
bilinmelidir. Şeytandan kurtuluş, tüm yaratıkların yaratıcısı ve Rabbi
olan Allah’a sığınmak, O’nun hayat nizamı olan İslam Dininin emir ve
yasaklarına uymakla mümkündür.
İnsanlar ona tutunarak semâya doğru yükselsinler diye Allah’ın gökten
indirip bize uzattığı ipine (Kur’an’a) dört elle sarılarak yapışmamız
gerekiyor. Kopması mümkün olmayan Allah’ın ipini bırakıp, boynumuza
ve beynimize kement gibi geçirilmek için hazırlanmış şeytanın ipini,
61 Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 3, s. 211
62 41/Fussılet, 36
• 52 •
Ahmed Kalkan
yularını istemediğimizi ilan etmeliyiz. İşte bu özgürlük ilanının adı ve
andı, istiâzedir. Rabbimiz’ın Daru’s-selâma (cennete) dâvetiyesi olan Kitab’ı,
istenildiği gibi okumazsak, dâvete icâbet edemeyiz. Ana vatanımıza,
baba yurdumuza hicretimizi gerçekleştirmemiz, vuslata ermemiz için
zor sınavlardan başarıyla geçmemiz gerekiyor. İşte, insan ve cin şeytanlarıyla
kıyasıya mücadelenin zafer parolasıdır istiâze.
Allah’a güvenip bağlananlara, hayat görüşü ve yaşama biçimi olarak
İslam’a yönelenlere şeytanın hâkimiyeti ve ciddi bir etkisi olamaz. Çünkü
bu nitelikteki mü’minler, Kur’an’ı hayatlarında uygulamak için okumuşlar
ve Allah’ın emirlerine teslim olarak O’na sığınmışlardır. Her yere kolayca
sızabilen şeytan, bu nizama sığınanlara yaklaşamaz. Zaman zaman vesvese
verse de kendi buyruğu altına alamaz onları. Bunun için, mü’minler, Allah’ın
askerleridir; şeytanın askerleri olmazlar. Kur’ânî anlamdaki istiâze,
şeytandan, onun temsilcisi olduğu tüm kötülüklerden Allah’a sığınmayı,
O’na inanmayı ve Allah’ı her şeye kadir bir ilâh tanıyıp buna göre kulluk
vazifesine sarılmayı ifade etmektedir.
İnsanoğlu, fıtratı gereği nefsanî ve hayvanî duygulara sahiptir. Bu duyguları
açıkça ve gizli olarak kötü yolda tahrik eden düzenler, tâğutlar, insan
ve cin şeytanları her zaman var olagelmiştir. Bunların her türlü kötülüklerinden
uzak kalmak ve korunmak, ancak Allah’ın bildirdiği esaslara uyarak
O’na sığınmakla mümkündür. Bu konuda insana düşen görev, her şeyden
önce düşmanlarını tanımak ve onları kendinden uzaklaştırmaktır. Ancak,
insanın bu mücadeleyi kazanması için Allah’ın yardımına ihtiyacı vardır.
Allah, mü’minlere bu savaşı kazanabilmeleri için, takip edecekleri metodu
göstermiştir. 63
“Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a
sığın. Çünkü O işitendir, bilendir.”64 “Mü’minlere ve Rablerine güvenip
dayananlara o şeytanın bir gücü yoktur. Onun gücü, sadece kendisini dost
tutanlara ve Allah’a ortak koşanlaradır. O sadece onları kandırabilir.”65 “Sen
onların sana yaptığı kötülüğü, en güzel şeyle sav. Kötülüğe iyilikle karşılık ver.
Biz onların seni ne kötü sıfatlarla vasıflandıracaklarını biliyoruz. Ve de ki:
63 Y. Çiçek, F. Yıldız, İstiâze Şeytan, Bir Y., s. 11-13
64 41/Fussılet, 36
65 16/Nahl, 99-100
• 53 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Rabbim, şeytanların kışkırtmalarından Sana sığınırım ve onların yanımda
bulunmalarından Sana sığınırım Rabbim.” 66
İlgili ayet ve hadislerden anlaşılan istiâze; İnsanın Allah’a sığınmak istemesi,
O’nun rahmetine iltica etmesi, İslam’ın esaslarına teslim olarak tüm
kötülüklerden korunma isteğini diliyle söylemesi, kalbiyle bu anlayışta olması
demektir.
Sığınan, Kendisine Sığınılan ve
Kendisinden Sığınılan
İstiâze’de üç öge vardır: “Sığınan”, “Kendisine sığınılan” ve “kendisinden
sığınılan”. Sığınan ve sığınmaya muhtaç olan sadece bir şahıs değildir.
Bütün yaratıklar O’na sığınmaya muhtaçtır. Peygamberlerin de sık
sık Allah’a sığındıklarını, bu konuda da bize örnek olduklarını Kur’an’dan
öğrenmekteyiz. Sığınmaya ihtiyacımız olduğunu kabul etmek, âciz ve zayıflığımızı,
âciz olmayan birinin yardımına ihtiyacımız olduğunu kabullenip
itiraf etmek demektir. Bu anlayış da bizi, yaratılış amacımız olan kulluk ve
ibâdet şuuruna ulaştırır.
Kendisine sığınılan ve sığınılması gereken yüce varlığın, sadece Allah
olduğunu biliyoruz. O’nun hak dini, O’nun emir ve yasakları, insanlığı tüm
kötülüklerden koruyan ilâhî bir sığınaktır.
Kendisinden kaçınılan, kötülüğünden sakınılması gereken varlığın şeytan
ve onun temsilcisi bulunduğu tüm şerler olduğu, şeytanın cinlerden
olduğu gibi, insan cinsinden de olabileceği Kur’an’dan anlaşılmaktadır.
İnsanların, Allah’a sığınmaları, O’nun emirlerine bağlı kalarak, yasaklarından
kaçınarak, azgın ve kovulmuş şeytandan ve her türlü kötülük ve günahlardan
uzaklaşmalarıyla mümkündür. Allah’ın istekleri doğrultusunda
yaşayış ve kötülüklerden kaçış; Allah’a sığınıştır. Bunun için insan, daima
Kur’an’a yönelmeli, O’ndaki gerçekleri Allah’ın istediği şekilde yerine getirmelidir.
66 23/Mü'minûn, 96-98
• 54 •
Ahmed Kalkan
Kur’an’ın bildirdiği ilâhî kuralları yerine getirirken, onu Allah’ın dininden
uzaklaştıran bir duygunun, düşüncenin, varlığın, sistemin şeytan veya
onun temsilcisi durumundaki şeytanî bir kötülüğün olabileceği bilincinde
bulunmalıdır.
Kur’an okurken, namaza başlarken istiâze terkedilmez. Çünkü şeytan
bu ibâdetleri de hakkıyla yaptırmamak için peşimizi namazda ve kıraatte
bile bırakmaz.
İnsanların, her türlü kötülüklerden korunabilmeleri için, Allah’a sığınma
isteklerini ifade eden istiâze kavramı, günümüzde büyük önem taşımaktadır.
Çünkü asrımızda insanlar, her zamankinden daha çok şeytanî
tahriklerle karşı karşıya bulunmaktadırlar. İslam’ın bildirdiği gerçeklerin
unutulduğu günümüzde, insanlar iyiyi ve kötüyü ayırt edemez hale gelmişlerdir.
Bu durum onların işini daha da zorlaştırmaktadır. Çünkü kötülüğe
açılan pek çok kapılar yanında iyiliğe açılan tek bir kapı vardır. Bu kapı da
hakka, hakikate açılan İslâm kapısıdır. İnsanları her yönden kaplamış olan
şerlerin zifiri karanlığı, Kur’an ve sünnet ışığı ile yok edilmedikçe, insanlığın
kötülüklerden kurtulması ve Allah’a sığınması mümkün olamaz.
Kur’an ve sünnetten, istiâze’nin, anlam yönüyle iman ve onun gereği
olan sâlih amelleri kapsayan bir terim olduğunu öğrenmekteyiz. İnsanların
yaşantı şekilleri, onların sahip oldukları inanç, duygu ve düşünceleri
ile yakından ilgilidir. İslam’ın iyi olarak bildirdiğini iyilik; kötü olarak
bildirdiğini de kötülük kabul etmek öncelikle bir iman işidir. İslam’a göre
nelerin iyilik, nelerin kötülük olduğunun bilinmesi ve iyiliklerin yapılıp,
kötülüklerden sakınılması da bir uygulama (amel) meselesidir. İstiâze bilinci,
referansını Allah’tan almayan, O’nun ilkelerine ters şeylerin kötü ve
şeytanî olduğuna inanmayı ve bu inanca uygun yaşamayı gerektirir. Yine,
istiâzenin tevhidî yönü, kelime-i tevhiddeki “lâ ilâhe” diye reddedilen kısım
istiâze ile paralellik arzetmesinden anlaşılır. Besmele de “illâllah” demektir.
Öyle şeytani düzende ve öyle zâlimlerin işgalindeki ortamda imtihan
oluyoruz ki, Nasreddin Hoca fıkrasındaki gibi taşlar bağlanmış, köpekler
salıverilmiş. Salıverilmiş de ne kelime?! Üstümüze üstümüze saldırtılmış.
İşte istiâze, taşları yerinden oynatmak, azgın köpekleri bağlamaktır.
• 55 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Günümüzde İstiâze Anlayışı
Günümüz insanının istiâze anlayışı ve inancı üç bölümde özetlenebilir:
a- Allah tarafından, iyilik ve kötülük olarak bildirilen hüküm ve değerleri
kabul etmeyip, Allah’a ve O’nun dininin hükümlerine sığınmayı reddedenler.
Bunlar, şeytanın oyuncakları, şeytanın askerleri, şeytanın kul ve
köleleri, şeytana tapanlar ve ins şeytanlarıdır.
b- Sözle, yani dilleriyle Allah’a sığındıkları halde, yaptıkları işleriyle
şeytanın peşinden gidip, pek çok kötülüğü işleyenler. Bu durumdaki insanlar,
gerçek anlamıyla Allah’a sığınmış değillerdir; O’na sığınmış olduklarını
zannedenlerdir.
c- Allah’ın bildirdiği ve yapılmasını emrettiği İlâhî emirlerin tümünü
iyilik (hayır), yasaklarını da kötülük (şer) kabul edip, bu inancın gereğini
yerine getirenler. Bu özelliğe sahip olanlar, gerçek anlamda Allah’a sığınmış
ve kötülüklerden korunmuş olanlardır.
Kur’an’daki âyetlerde ve Peygamberimizin mübârek sözlerinde, insanların
kaçınmak zorunda oldukları kötülükler açık olarak ortaya konulmuştur.
Günümüzde, insanları, her türlü kötülüklerden korumak için öncelikle
onlara bu kötülükleri tanıtmak gerekmektedir. Çünkü şeytanın ve onun
temsilcisi olanların hilelerinden biri de kötülüğü, iyilik gibi göstermeleridir.
Âyet ve hadislerde bildirilen kötülüklerden en önemlileri: Şirk, şeytan,
kibir ve büyüklenme, cehâlet, vesvese, şehvet, hevâ, hased, şüphecilik, zulüm,
gazab, cinler, tüm korkunç şeyler, sihir, büyü, büyücü kadınlar, korkaklık,
cimrilik, kötü ömür, fitne, kabir azâbı, âcizlik, tembellik, cehennem
azâbı, deccal fitnesi, yoksulluk sefaleti, zenginlik gurur ve şımarıklığı, iyiliklerin
azlığı, bâtıl inançlar... gibi kötülüklerdir. 67
Şeytanın taktiklerinden biri de, küçük günahları, mekruhları önemsiz
göstermek, sünnetleri, vacibleri olmasa da olur dedirtmektir. Şeytanın bu
tâvizlerle açtığı gediğin giderek nasıl genişlediği çevremizdeki nice örnekten
kolay anlaşılacaktır. Küçük görülen bir mekruh veya haram, kalpte siyah
bir leke oluşturur. Sonra, önemsenmediği ve başka benzerleri de işlendiği
67 Y. Çiçek, F. Yıldız, a. g. e, s. 33
• 56 •
Ahmed Kalkan
zaman, bu mânevî leke, büyüye büyüye bütün kalbi, bütün bünyeyi kaplar.
“Hiçbir küçük günah yoktur ki, önemsiz görüldüğü müddetçe büyüyüp
büyük günah olmasın; Hiçbir büyük günah yoktur ki, tevbe çeşmesindeki
gözyaşı suyuyla küçülüp yok olmasın.” Sağlıklı bünyeye giren küçücük,
gözle görülemeyen mikroplar, önemsenmez ve temizlenmezse, mikropların
nasıl çabuk büyüyüp vücudun tümünü mahvettiklerini biliriz. Kanser,
kangren gibi hastalıkların önceden tedbir alınınca hastalıktan kurtuluşun
kolay olması, geciktikçe çözümün imkânsızlaşması, mânevî mikrop ve hastalıklara
da örnek olması açısından önemlidir.
Bir meyvedeki küçük bir çürüğün önemsenmemesi, çürüğün temizlenmemesi
sonucunda meyvenin tümünün kısa zamanda ne hale geldiğini hepimiz
biliriz. Yine, bir çürük meyvenin, içinde ilişkide bulunduğu ve aynı
mekânı paylaştığı diğer sağlam meyvelere nasıl zarar verdiğini de bilmeyenimiz
yoktur. Mânevî alanda da durum bundan farklı değildir. İslâm’ın
kendilerinden Allah’a sığınılmasını istediği kötülükler, işlendiği takdirde
şeytanın, insana hâkim olmasını sağlar. Bu kötülükler şeytanın giriş yollarıdır.
Bunlarla şeytan kime yaklaşırsa, ya da kim şeytanın yeryüzündeki
temsilcisi olursa, o kişi, artık hakikati göremez. Çünkü Allah’ın nuruyla
bakamadığından basireti, firaseti kalkar, bakar kör olur. Tabii, dünyada
görülmesi gereken hakkı göremeyenler, gerçek hayatta da kör olarak haşrolunacaktır.
İnsanı kötülüklere sevkeden sebepler, genel olarak, insanın içindeki
(dâhilî) sebepler ve dışındaki (hâricî) sebepler olarak iki bölümde incelenebilir.
İç sebepler: İnsan, arzu edebilen, herhangi bir şeye ilgi duyabilen sosyal
bir varlıktır. Bu arzu ve ilgiyi tahrik eden etkenler, düşünceler ve hâtıralardır.
Bunlar insanı ya iyiliğe, ya da kötülüğe çağırırlar. Genelde, onu iyiliğe
çağıran duygu ve düşüncenin sebebine melek; kötülüğe çağıran sebebe ise
şeytan denilmiştir. Şu halde, insanı içinden tahrik edip, onu Allah’a isyana
sevkeden her türlü duygu ve düşünce şeytanîdir.
İnsanlığı kötülüğe sevkeden dış sebepler ise pek çoktur. Bunların başında,
Allah’tan ve O’nun dininden uzaklaştıran insanlar, sistemler, görüşler ve
bunların temsilcileri gelir.
• 57 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
İnsanı, içten veya dıştan, tahrik ederek Allah’a isyana sevkeden her şey,
mü’min için bir zarar unsurudur. Bunun için o, kendisini Allah’a isyana
sevkeden gizli ve açık düşmanlarıyla savaşmakla emrolunmuştur. İşte bu
savaşta insanın ilk kullanacağı silâhı istiâze’dir. Kur’an’daki şu ayetler bu
gerçeği ifade eder: “Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Rasûlünün
haram kıldığını haram saymayan, dinini din edinmeyen kimselerle,
küçülüp (boyun eğerek) elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın.”68
“Şeytan sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman tutun.”69 “Sana gelen her
kötülük de kendi (işlediğin günah yüzü)ndendir.” 70
İnsan, dünyada iyilikle kötülüğün savaşını yaşar. Bu savaş, karanlıkla
aydınlık gibidir. Biri galip olursa, diğeri bulunmaz. Bu savaşa insan, düşmanını
iyi tanıyarak başlamalıdır. Burada bilinmesi gereken hakikat, insanın,
içindeki düşmanla savaşının, dışındaki düşmanla savaşından daha önemli
olduğudur. Çünkü içteki şeytanî duygu ve düşünceler yok edilmeden dış
düşmanla savaşılamaz. Ayrıca insan, dıştaki düşmanla savaşında ölürse şehid
olur. Allah’ın bir emrini yerine getirdiği için de sevâbını alır. Fakat iç
düşmanıyla mücadelesinde yenilirse, müslüman olarak ölememe ihtimaliyle
karşılaşır. Bu durum ise, Allah’a sığınılacak çok büyük bir kötülüktür.
Hz. Peygamberimiz’in (s.a.s.): “Allah’ım, ölüm ânında şeytanın beni istilâ
ederek yaptıklarımı boşa çıkarmasından, senin doğru yolundan (dininden)
yüz çevirmiş olarak ölmekten Sana sığınırım.” buyurarak Allah’a sığınması
bu hakikati bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır.
Her asırda olduğu gibi, günümüzde de insanlığın uğradığı en büyük felaketler,
kendi içinden gelen ve zihnine hâkim olan kötülüklerdir. İnsanın,
iç dünyasındaki bozukluk, imansızlık, iradesizlik, yanlış düşünce, aldanış,
şüphecilik ve vesvesecilik insanî özelliklerin yok olmasına yol açmıştır. Bu
günkü toplum fotoğrafımız, kişisel görüntüde nefret, bencillik, stres, bunalım,
cinayet, intihar... toplumsal manzaramızda tek kelimeyle fesat, düzen
açısından ise...
İnsanın kalbinde ve düşüncesindeki kötülükler, ya yanlış itikadlardan
veya kötü işlerden oluşur. Kim, yaptığı işleriyle şeytanın peşinden giderse,
dili ile Allah’ı ansa da o, şeytanın yolundadır. Bu duruma düşmüş insanla-
68 9/Tevbe, 29
69 35/Fâtır, 6
70 4/Nisa, 79
• 58 •
Ahmed Kalkan
rın gizlice itaat edip dostluk kurdukları şeytandan gelen vesveseyi yok edebilmeleri,
Allah’a imanla mümkündür. Peygamberimiz’e gelip, “Ey Allah’ın
Rasûlü, içimizde (vesveseden) olduğuna inandığımız bazı şeyler buluyoruz.
Onları size söylemeyi uygun bulmuyoruz.” diyen sahabilere Rasûlullah’ın
“Bu, imanın açık belirtisidir.” buyurması bu gerçeğin isbatıdır. Gerçek
anlamda Allah’a iman, şeytanın içinize attığı vesveseyi kabullenmenize engel
olan imandır. Şeytanın vesvesesini küçük görmemek, Allah’ın azâbına
sebep olmasından korkmak, kişinin imanının açık belirtisidir. Şeytan ve
onun işi olan tüm kötülüklerden kaçınılmadıkça, Allah’a itaat edilmiş olunamaz.
Mü’minin görülebilen ve görülemeyen pek çok düşmanı vardır. O
halde bu düşmanlar, insanı hak yoldan uzaklaştırmaya kasd ettikleri zaman
insan, her şeye galip olan mutlak Rabb’e sığınmalıdır. Çünkü Allah, emirlerine
uyup yasaklarından kaçınmayı kötülükleri yok etmek için bir vesile
kılmıştır. Allah, insanın açlığını ve susuzluğunu gidermek için yemeyi ve
içmeyi nasıl sebep kılmışsa, ilâhî emirlerin gereğini de insanların mutluluğuna
bir sebep kılmıştır.
İnsanlığın fikir ve yaşantısının karanlıklardan kurtulması, sapıklık dalgalarından
korunması, ancak âlemlerin Rabbi Allah’ın yardımıyla mümkün
olur. Allah’ı Rab olarak tanımayanlar, O’nun emirlerini anlamak istemeyenler,
kendi arzu ve heveslerinin gereğini yerine getirmek için hiç bir
ölçü tanımayanlar, hakka, gerçeğe saygı duymazlar. Kötüyü iyi zannederler.
Onların bu tarzdaki yaşayışları, gerçeği görmelerine engeldir. İslâm âlimlerinin
şu sözü bu konuya açıklık getirmektedir: “Yediği, içtiği haram olan
bir insan, iyiliği ve kötülüğü ayıramaz.” Bâtıl peşinde koşanlar, hangi asırda
olurlarsa olsunlar Kur’an’dan hidâyet alamazlar.
İnsanları, Allah tarafından emrolundukları şeyleri yapmaktan alıkoyacak,
onları Allah’ın emrinin hilafına sevkedecek tuzaklar, günümüzde her
zamankinden daha fazladır. Öyleyse Allah’a nasıl sığınmalıyız? O’na sığınış
tarzımız nasıl olmalıdır? 71
71 Y. Çiçek, F. Yıldız, a. g. e, s. 37
• 59 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Allah’a Sığınma Tarzı Nasıl Olmalı?
Allah’a nasıl ve hangi tarzda sığınmamız gerektiğini Kur’an’dan öğreniyoruz:
“Ne zaman şeytandan bir kötü düşünce seni dürterse (hemen) Allah’a
sığın. Çünkü O işitendir, bilendir.”72 İnsan, ne zaman şeytanî bir tahrikle
karşılaşırsa, hemen Allah’a sığınmalıdır. O kötülüğün doğuracağı cezadan
sakınarak Allah’ın dinine iltica etmelidir. Allah’ın nimetinin büyüklüğünü,
azâbının şiddetini düşünerek hayatında kötülüğe yer vermemelidir. Allah’a
sığınış tarzı budur. Allah, gönülden kendine bağlananları bilir. Kendisine
sığınmak için söylenen her sözü işitir. İnsanın görüş ufkunun genişlemesi,
Allah’a teslimiyetle olur.
Allah’a gerçekten sığınan insanların belirgin özellikleri, âyetlerde açık
olarak belirtilmiştir. Allah’a sığınan insan, O’nun dininden ve hükümlerinden
habersiz, cahil olamaz. Kendisine vesvese dokunduğu zaman Allah’ın
emir ve yasaklarını hatırlar, hemen gerçeği görür. Vesvese karşısında bilinçli
olarak Allah’ın nizamına sığınır. Allah’a gerçekten sığınan insanın özelliklerinden
biri de, Allah’a tam bir teslimiyet içinde bağlanarak, bildiği ilâhî
emri her durumda kesin olarak uygulamasıdır.
Allah’a sığınmayı kabullenmeyen insanların en belirgin özelliği de kibirliliktir.
Büyüklenme ve cehaletle birlikte, diğer özellikler de hased, taassub,
gazab ve kindir.
İslam’ı değiştirmek ve yok etmek isteyenlerin her türlü fitne ve kötülüğünden,
Allah’ın ilâhî nizamına sığınmak gerektiğini “Muavvizeteyn/koruyucu
sûreler” adı verilen “Felak ve Nâs” surelerinden öğreniyoruz. “De
ki: ‘Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve kıskandığı vakit
kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım!”73; “De ki: ‘İnsanların
kalplerine vesvese sokan, (insan Allah’ı andığında) pusuya çekilen cin ve insan
şeytanının şerrinden insanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak
sahibi ve hâkine), insanların ilâhına sığınırım!” 74
72 7/A’raf, 200
73 113/Felak, 1-5
74 114/Nâs, 1-6
• 60 •
Ahmed Kalkan
Şeytandan Allah’a sığınmak, Allah’ın adını anmak, O’ndan yardım dilemek
demektir. Hayat, şeytanın vesvesesine karşı uyanık durmakla İslamî
bir anlam kazanır. Eûzü besmele bir hayat görüşüdür. Dünyayı ilâhî vahye
göre yorumlamaktır. Hayatı, eşyayı ve kendini, tarihin derinliklerinden gelen
Âdem–şeytan, vahy, risalet, hidâyet, dalâlet kavramları ışığında cevaplamaktır.
“Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım.” Şeytan nereden kovulmuştu?
Cennetten. Nereye gelmişti? Yeryüzüne. Kiminle gelmişti? Atamız Âdem
ve anamız Havvâ ile. Ne yapacaktı burada? Allah’ın doğru yolu üzerine oturacak
ve insanları “iğvâ” ederek saptırmaya çalışacaktı. Ne zamana kadar
sürecekti bu mücadele? Kendisine verilen mühlet dolana, yani yeryüzü imtihanımız
bitip Kıyâmet kopana kadar...
Görüldüğü gibi, İslâm’a göre, dinlerin kaynağı ikidir: Allah’tan gelen ve
şeytandan gelen. Allah’tan gelen “vahy”dir. Bununla “hak din” oluşur. Şeytandan
gelen ise “vesvese”dir, bununla da “izm”ler oluşur. İnsan ya Allah’tan
yana olur, ya da şeytandan yana. İşte eûzü besmele bu tercihin açıklanmasıdır.
Allah’ı kabul ederek, ona göre bir sistemin tercihi ile şeytanı kabul edip
onun kışkırtıcı, isyancı, büyüklük taslayıcı sistemi arasındaki tercih. Her
ikisi de din olacaktır. Bu iki din arasındaki mücadele, mühlet dolana kadar
devam edip gidecektir. Bu mücadelenin sonucunu Kur’an haber veriyor:
Hizbullah (Allah taraftarları, Allah’ın askerleri) galip gelecek; Hizbüşşeytan
ise hüsrana uğrayacaktır.75 Ne mutlu Allah’ın safındakilere! Yazıklar olsun
şeytanın askerlerine!..
Peygamberimiz tüm duâlarında eûzü besmeledeki ruh ve anlamı yaşatmıştır.
Onun yaptığı duâlar genellikle şu iki cümleden biri ile başlamaktadır.
“Eûzü bike” (sana sığınırım) veya “es’elüke” (senden isterim). Peygamberimiz,
Allah’a şeytandan sığınmakta ve O’ndan birtakım hayırlar
istemektedir. Bununla, hayatın Allah, şeytan ve kişi arasında devam eden
ilişki olduğu açıklanmış oluyor. Efendimiz “Allah’tan bağışlanma, nur,
dünya ve âhirette afiyet, ayıplarını gizlemesini, korkulardan emin kılmasını,
şeytana karşı korumasını, fazlını, keremini, nusretini, mustaz’aflara yardım
etmesini... istiyor. Şeytandan, küfürden, kötü ahlâk ve kötü heveslerden, cehennemden,
kabir fitnesinden, her şeyin ve her canlının şerrinden, nefsinin
75 5/Maide, 56; 58/Mücadele, 19
• 61 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
şerrinden, âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, yoksulluk ve
borca batmaktan, kederden, çok yaşlılıktan, yangın ve sel felaketinden... Allah’a
sığınıyor ve bu şekilde duâlar yapmamızı öğütlüyor. 76
Eûzü besmelede iki şey vurgulanır: 1- Düşman şeytandan Dost Allah’a
sığınma, 2- Rahmân ve Rahim olan Allah’ın adı ile başlama. Birini dışlama,
öbürüne sığınma. Çünkü hayatın mânâsı bundan ibârettir. Ya Allah’tan gelen
vahyi din edinir, ona göre yaşar, düşünür, konuşursun. Ya da şeytandan
gelen fücur ilhamını din edinir ona göre konuşur, yaşarsın. Bunun dışında,
Allah’ın dinini yaşarken şeytanın vesvesesine karşı uyanık olursun. 77
Şeytandan istiâze etmek, yalnızca tek bir kötüden ve tek bir kötülükten
uzak durmak anlamıyla sınırlı kalmaz; tüm kötülüklerden uzaklaşma anlamını
taşır. Kur’an’ı böylesi bir sığınma içinde okumak, onu bütün menfiliklerden
Allah’a sığınarak okuma anlamını barındırır. Onu şahsî bir menfaat
(basit dünyevî çıkar) için okumama da bu anlama dâhildir; bir dünya ehlinin
menfaati için okumama da. Onu okurken nefsin aldatmalarından uzak
durma da bunun içindedir; dünyevî bir ideolojinin gözlüğünü takmama
da. Ona şöhret için muhatap olmama da bunun içindedir; kendi aklına güvenip,
aklını doğrulama mercii, onu ise aklın kölesi kılmama da.
Zaten, istiâze’nin bir esprisi, acziyetin kabulüdür. Acziyetini kabullenmeyip
kendisine güvenen, başkasına sığınmaz. Başkasına sığınma, ancak
acziyetini görenlerin işidir. Allah’a sığınma ise, O’ndan başka tüm şeylerin
kendisine sığınılmaya lâyık olmadığını bilip görmeyi gerektirir. Allah’a sığınan,
başka her şeyin mahlûk olduğunu biliyor ve kendileri birer yaratık
olarak korunmaya muhtaç bulunan şeylerin sığınılmaya lâyık olmadığını
görüyor demektir. Bu bakımdan şeytandan istiâze, imanın ve ubûdiyetin
ayrılmaz bir parçasıdır. Şeytandan ne kadar istiâze ediyorsak, acziyetimizi
o derece kabul ediyor ve Rabbimizin koruma ve rahmetini o derece görüyoruz
demektir.
Dolayısıyla, istiâzeye niyet eder etmez, şeytanın bacağını Allah’ın izniyle
kırmış oluruz. Kendisi bir üstünlük vehmiyle Allah’a isyan eden,
Kur’an’da belirtildiği üzere “kibirlenerek kâfir olan” şeytanın ürettiği en büyük
tuzak, bizde de böyle bir üstünlük vehmi ve bir kibir hali uyandırmak;
76 Buhâri, Deavât, 35-46
77 İ. Eliaçık, İslâm ve Sosyal Değişim, Bengisu Y., s. 20-23
• 62 •
Ahmed Kalkan
nefsimizi okşayarak enaniyetimizi kamçılamaktır. “Şeytanlar, ene’nin gaga
ve pençesiyle akılları havaya kaldırıp insanı dalâlet derekelerine atıyorlar.”
İstiâze sâyesinde, bu tehlike, yolun daha başında bertaraf edilmektedir. 78
Kur’an okumaya, Fâtiha’dan, besmele’den de önce istiâze ile başlanır;
Muavvizeteyn sureleri ile Kur’an sona erer. Muavvizeteyn, korunma, sığınma
yollarını gösteren iki sure demektir, Felak ve Nas surelerine denir. Yani
Kur’an’a başlarken ne kadar istiâze bilincine ihtiyaç varsa, Kur’an’ı kaparken
de o kadar sığınmaya ihtiyaç vardır. Başlangıçta istiâze, kapanışta istiâze.
Başla son arasında uyum. Dikkat etmemiz gereken bir husus da; Kur’an’a
başlarken cinlerden olan şeytandan Allah’a sığınırken, Kur’an okumayı
sona erdirirken “mine’l- cinneti ve’n-nâs” cin ve insan şeytanlarından Allah’a
sığınmamız gerektiğidir.
Hz. Peygamber’in istiâze duâsını okuduğuna dair pek çok hadis rivâyet
edilmiştir. Bu ifadelerden bazıları “Eûzü billâhi’s-Semîı’l-Alîmi mine’ş-şeytânirracîm”,
“Esteıyzü billâhi mine’ş-şeytânirracîm” şeklindedir. Yine istiâze,
“neûzü billâh”, “meâzallah” şeklinde de kullanılır. Tuvalet veya banyoya
girerken, kapıya yaklaşınca, “eûzü billâhi mine’l hubsi ve’l-habâis” denilir
veya eûzü çekilir.
İstiâze Şuurunun Bize Kazandıracağı
Anlayış ve Davranışlar
Yapılması gerekeni yaptıktan sonra Allah’a sığınmalı ve O’ndan yardım
istenmelidir. Şeytandan ve onun ilke ve yönlendirmelerinden uzaklaşmadığımız
sürece Allah’a sığınmanın hiçbir anlamı yoktur. Dille şeytana düşman
olurken, diğer tüm uzuvlarımızla şeytana dostluk ve bağlılık, istiâze
şuuruyla bağdaşmaz.
İstiâze, “hicret”tir; Şeytanî özelliklerden Rahmânî vasıflara; Basit, geçici
ve hayvanî olduğu kadar şeytanî zevklerden, sonu acıyla bitecek yapay duygulardan,
şeytanî sanal lezzetlerden ebedî saâdetlere hicret. İstiâze şuuruna
sahip bir mü’min, Kur’an’da övülen o mutluluk çağının zirve kahramanları
olan ashab’a ashab olup, sonu fetihle biten hicret için yol arkadaşlığına hazırlanabilir.
78 Metin Karabaşoğlu, Kur'an Okumaları, Karakâlem Y., s.17-18
• 63 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Kul ne yaparsa yapsın, Allah’ın dilemesi ve yardımı olmadan hiçbir şey
olmaz. Öyleyse O’nun yardımına müstahak olarak O’ndan istemeliyiz.
Şeytandan Allah’a sığınan, şeytanî özellik ve vasıflardan da Allah’a sığınmış
demektir. “Şeytan” azgın ve haktan uzak demektir. Azgınlıktan ve
hakka uzak olmaktan kurtulup, gerçek kul olmaya, Hakkın adamı olmaya
çalışmalıyız.
Şeytan azılı tarihî düşmanımızdır. Onu iyi tanımalı ve hilelerine karşı
uyanık olmalıyız. Cinlerden olduğu gibi, insanlardan da şeytanların olduğunu
ve her yerde her zaman onlarla karşılaşabileceğimizi unutmamalıyız.
Evden çarşıya, işten okula, sofradan tuvalete, mescidden cepheye kadar her
yerde düşmanımızla karşılaşabiliriz.
Şeytanın kovulma ve lânetlenme sebebini değerlendirmeli ve aynı durumlara
düşmemek için gayret etmeliyiz. Biliyoruz ki şeytan, Allah’ın emrine
kibirlenip isyan etti ve o yüzden kovuldu, lânetlendi. Onu, ne sahip
olduğu ilmi kurtarabildi, ne de zekâsı. Öyleyse vahyin ışığında bir akıl ve
ilimle hikmetleri yakalamaya ve yaşamaya çalışmalıyız.
Şeytana lânetle yetineceğimize, ona uymayarak, onu mahvedecek şekilde
Allah’ı çokça anarak onu yenmeli ve kahretmeliyiz. Unutmayalım ki,
şeytan ve askerleri, kendi misyonlarını yapıyor. Biz, dünyadaki görevimizi
yerine getirirsek, şeytana da uymamış oluruz. 79
Tuvalete girerken, şeytandan korunmak için eûzü çekmeliyiz de; televizyonun
düğmesini açarken eûzü, kaparken de en azından istiğfar çekmeli
değil miyiz? Caddeye, çarşıya, dolmuşa adım atarken, iş başında, aş başında,
gafletle geçen dakikalar, saatler, hatta günler içindeki tüm şerlerden,
istiâzedeki sığınak dışında kimin kalesine sığınabiliriz? Kur’an okurken istiâze
gerekir de, beşerî kitaplar, gazeteler okunurken gerekmez mi dersiniz?
İstiâze, müslüman için şeytana ve taifesine, şeytan dostları ve askerlerine
karşı uyanıklık ifadesi olmaktadır. İstiâze, mü’min için sanki düşmana
karşı sürekli kullandığı, dilinde ve gönlünde taşıdığı bir silâh gibidir.
79 Metin Karabaşoğlu, Kur'an Okumaları, Karakâlem Y., s.17-18
• 64 •
Ahmed Kalkan
Allah’ı tek Rabb, tek Melik ve tek İlâh kabul ederek O’na sığınanlara,
Allah’ın yardımı erişecektir. Unutulmamalıdır ki, insanlığın saâdeti, şuurlu
bir iman ve her türlü kötülüklerden Allah’ın dinine sığınıp sakınmalarıyla
mümkün olacaktır. “En iyi koruyan Allah’tır ve O merhametlilerin en merhametlisidir.”
80 “O, ne güzel dost, ne güzel vekildir.” 81
“Besmele: Tâğutun adıyla değil;
Allah’ın ismiyle ve izniyle”
- 1. Âyet -
 بِ سِْ الَّلِ الرَّ حَْنِ الرَّحِي
“Rahmân, Rahîm Allah’ın adıyla” (1/Fâtiha, 1)
Besmele: Tâğutun adıyla, onayıyla değil; Allah’ın ismiyle ve izniyle
bir işe başlandığını ve yapılan tüm işlerde her şeyden önce Allah’ın rızâsının
amaç edildiğini gösteren bir simgedir.
Bu âyeti oluşturan temel sözcüklerden ikincisi, isimdir.82 Tek başına anlaşılır
bir mânâ taşıyan, canlı ve cansız soyut ve somut varlıklara ad olan
kelimeye isim denir.83 Kur’an okumaya Rabbin adıyla, yani Allah’ın ismiyle
başlanmalıdır. Çünkü hem Kur’an’ı vahyeden, hem de insana onu anlama
yeteneği bahşeden Allah’tır.84
Besmele: “Bismillâhirrahmânirrahîm” sözünün kısaltılmış şekline denir.
Hayırlı ve helâl bir işe başlarken, Allah’ın adını anmak ve bu adla işe
başlamak için besmele çekilir. Bismillâhirrahmânirrahîm: “Rahmân ve
Rahîm Allah’ın adıyla (başlarım)” anlamına gelir.
80 12/Yûsuf, 64
81 8/Enfâl, 40; 3/Âl-i İmrân, 173
82 İsim kelimesi, sözlükte “yükselmek, yücelmek, bir şeyin zihinde doğmasını sağlayan işaret ve alâmet”
gibi anlamlar taşıyan s-m-v kökünden türemiş şeklidir (bk. Lisânu’l Arab, XIV, 397-403).
83 Bk. M. İsmail İbrâhim, Mu’cemu’l Elfâzı ve’l A’lâmi’l Kur’âniyye, s. 253
84 Bk. 56/Vâkıa, 77-80; 55/Rahmân, 1-4 vb.
• 65 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Kur’ân-ı Kerim’in ilk nâzil olan âyet-i kerimesi, “Yaratan Rabbinin adıyla
(besmele çekerek) oku!”85 meâlindeki âyettir. Bu “Rabbinin ismiyle oku”
emri, sadece Önderimiz, Peygamberimiz için değil; bütün mü’minleredir.
Mü’minler, meşrû (şer’î, mubah) herhangi bir işe başlarken besmeleyi
unutmazlar. Çünkü bilirler ki, “besmeleyle başlanmayan herhangi bir işte
bereketsizlik ortaya çıkar.” 86 Kur’an okurken, hayvan keserken, abdest alırken,
namaz kılarken, avcılık yaparken... besmeleyi ihmal etmezler.
Bir müslüman besmele çekmekle, “nefsim veya başka bir varlık adına,
tâğut adına değil; Allah adıyla, O’nun rızâsı için ve O’nun izniyle başlıyorum.”
demek ister. O’nun Rahmân ve Rahîm isimlerinin tecellî etmesini
beklediğini, böylece hem dünya hem de âhiret saâdeti dilediğini ifade
etmiş olur. Giriştiği işe güç yetirebilmesi için gerekli olan kudretin yüce Allah
tarafından ihsan edilmesini temenni ettiğini belirtmiş olur. Kendisinin
devamlı olarak O’nun yardımına muhtaç olduğunu bildirmiş, böylece ezelî
kudretin yardımını celbetmiş olur. Besmele çeken mü’min, “O’nun müsaadesiyle
bu işi yapıyorum. Çünkü bu başladığım işin tamamlanmasında
gerekli olan kuvvet O’nun tarafından bana verilmiştir. O bana bu kuvveti
vermezse, ben bu işi tamamlayamam” demek ister. 87
Helâl ve hayırlı bir işe başlarken Allah’ın adını anmak, her müslümanın
üzerinde titizlikle durması gereken görevlerindendir. Kur’ân-ı Kerim’de
buna işaret eden pek çok emir vardır.88
İlk inen âyette besmele çekmek emredildiği gibi, mushaf olarak tertip
edilen Kur’ân-ı Kerim’in ilk âyeti de besmeledir.
“O (mektup) Süleyman’dandır, ve o “bismillâhirrahmânirrahîm”le (Rahmân
ve Rahîm olan Allah’ın adıyla) (başlamakta)dır.” 89
“(Nuh) dedi ki: ‘Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da bismillâh
ile/Allah’ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek merhamet
edendir.” 90
85 96/Alak, 1
86 İbn Mâce, Hadis no: 1894
87 Şâmil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 1, s. 226, 227
88 2/Bakara, 200; 4/Nisâ, 103; 73/Müzzemmil, 8 gibi
89 27/Neml, 30
90 11/Hûd, 41
• 66 •
Ahmed Kalkan
“Atalarınızı andığınız gibi, hatta daha çok, daha kuvvetli bir şekilde Allah’ı
zikredin/anın.” 91
“Namazı kıldıktan sonra da, ayakta, otururken ve yanlarınız üzerinde
yatarken (daima) Allah’ı zikredin/anın.” 92
“Rabbinin adını an. Bütün varlığınla, ihlâsla O’na yönel.”93
“Sabah akşam Rabbinin adını an.” 94
Arapça cümle yapısı itibariyle besmeleden önce “ba”nın ilgili bulunduğu
mahzuf bir fiil vardır. Bu, besmele ile başlanacak herhangi bir fiildir:
“Bismillâh diye başlıyorum”, “Allah’ın ismiyle kalkıyorum, okuyorum, hayvan
kesiyorum...” gibi. Böylece Allah ile kul arasında sevgiye dayalı olan
derûnî münasebeti ifade eden besmele, İslâm’ın bir sembolü ve her iyiliğin
anahtarıdır. Kişi ile Allah arasındaki bu ilişki, sadece Allah’tan yardım istenip
O’ndan medet umulacağını95 idrâk etmektir. Kendisi âciz olan, korunmaya
muhtaç kimselerin başkalarını koruması mümkün olmadığını
bilip her şeye kaadir Allah’ın kapısını çalmaktır besmele. Besmele, bütün
iyiliklerin, tüm güzelliklerin O’ndan olduğunu kabul edip O’nun müsaade
ettiği şeylerin O’nun adıyla yapılması sâyesinde daha da güzelleşeceğini
anlamaktır.
Besmele, Allah’la yapılmış bir sözleşme gibidir. Allah, Rahmân ve
Rahîm sıfatlarıyla bize merhametle muâmele edeceğini vaadediyor; biz de,
imtihan için bize verilen irâdeyi istismar etmeyeceğimizi ve O’nun ilkelerine
bağlı kalacağımızı besmeleyle kabullenmiş oluyoruz. Besmele, Allah’ın
tesbit ettiği kulluk programını kabul etmektir. Besmele çeken kul, şöyle demiş
olur: “Yâ Rabbi, şu an, kulluk maddelerinden birini işleyeceğim. Senin
ismini anıyor ve iznini istiyorum.”
O yüzden haramlara besmele çekilmez. Besmeleden maksat, yapılan
işte bereketin artmasını taleptir. Haram veya mekruh bir fiilin çoğalması
ve bereketi istenemez. Haram meclislerde, meyhane ve kumarhane göre-
91 2/Bakara, 200
92 4/Nisâ, 103
93 73/Müzzemmil, 8)
94 76/İnsan, 25
95 1/Fâtiha, 5
• 67 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
vi yapan kahvehanelerde otururken, faizli işlemlerde bulunurken, yalan ve
kandırma içeren ticari ilişkilerde, haram sayılan programlar izlerken besmele
çekilmez. Haram olduğu tartışmalı olan hususlarda ve harama yakın
mekruhlarda da besmelenin çekilmesi, vebali büyütür.
En doğrusu, Allah’ın isminin anılamayacağı bu tür davranış ve eylemleri
terk etmektir. Unutulmamalıdır ki, haram olan eylemlerde besmele
çekilmez. Kâmil bir müslüman da, besmele çekemeyeceği bir işi yapmamaya
özen gösterir. O yüzden, besmele insanı eğitir, terbiye eder, kötülüklerden
uzak tutar. Çünkü besmele çeken bir kimse, ağzından çıkan ifade
ile yaptığı eylem arasında bir paralellik kurmak zorunda olduğunu, eliyle
dilinin birbirini yalanlamaması gerektiğini düşünür. Besmele, kötülük ve
haramları işlemeye hakkımız olmadığını bize hatırlatır. 96
Besmele’den sonraki âyette geçen kelimelerin anlamlarını biraz daha
yakından tanıyalım:
“Her hâline hamdet. İstisnâ; küfür ve dalâlet.”
- 2. Âyet -
„ الَْمْدُ لَِّ رَبِّ اْلعَالَِ ي نَ
الَْمْدُ hamd : لَِّAِllah içindir : رَبِّ Rabbi : „ اْلعَالَِ ي ن : âlemlerin
“Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir, O’nun içindir.” (1/Fâtiha, 2)
96 Alak sûresi, 1. Âyetin tefsirinde besmele, geniş şekilde ele alındığından, burada özet bilgiyle yetiniyoruz.
Geniş bilgi almak isteyenler oradaki açıklamalara bakabilirler. Ayrıca, Fâtiha’nın 3. Âyeti olan “errahmâni’r
rahîm” âyetini işlerken besmelede geçen bu kelimelerin açıklamasını geniş bir şekilde göreceğiz.
• 68 •
Ahmed Kalkan
Hamdele
Hamd: Hamd, sözlükte iyilik, güzellik, üstünlük ve erdemlilikle niteleme
(medhetme) ve övme mânasına gelir. Terim olarak, bütün medih
türlerini içerip sevgi ve tâzimle Allah’a yönelen övgü ve şükrü ifade eder.
Hamd, Allah’a karşı kulların memnuniyet ve sevinçlerini, O’na şükürlerini
bildirmeleri demektir. “El-hamdü lillâh” sözüne “hamdele” denir.
(El-hamdu lillâh): Hamd; tâzim yönüyle güzel bir şekilde Allah’ı (c.c.)
methetmektir. Kurtubi, Arap dilinde hamdin anlamı, mükemmel bir sûrette
methetmektir. Hamd kelimesinin başına “el” eki takılması hamd çeşitlerinin
hepsini ihtiva etmesi içindir. Bütün çeşitleri ile mutlak methin tümüne
lâyık olan yalnız Cenâb-ı Hakk’tır. Yermenin aksi olan hamd, şükür
kelimesinden daha şümullüdür.
Şükür, bir nimet karşılığında yapıldığı halde Hamd, ister nimet olsun
ister olmasın yapılır. Meselâ, yiğitliğini ve ilmini methettim denilir. Şükür
ise ancak bir ihsânın (iyiliğin) karşılığında yapılır. Hamd, dille yapılır. Şükür
ise kalp, dil ve âzâlarla yapılır.
Taberî, hamd ile şükrün aynı anlamı ifade ettiklerini söyler. Zira hamd,
bir kimseden bir iyilik görülmeden de, onun vasıfları sebebiyle yapılır. Şükürde
iyilik yapan, yaptığı iyilikten dolayı senâ edilir, 97 der.
Kur’an’da Hamd Konusu
Kur’an’da hamd, hepsi Allah’a nisbet edilmiş olarak 43 yerde geçmektedir.
Ayrıca, 17 âyette de esmaü’l-hüsnadan “hamîd” ismi yer almaktadır. Bir
yerde de hamd edenler anlamında “hâmidûn” kelimesi kullanılır. Peygamberimiz’in
ismi olan ve hamd kökünden türeyen “Muhammed” kelimesi,
4; “Ahmed” ise 1 yerde geçer. Peygamberimiz’in âhiretteki makamı olan,
“makam-ı mahmûd”, yine 1 yerde kullanılır. Bir âyette de yuhmedû kelimesi
kullanılır. Dolayısıyla “hamd” kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de
toplam olarak 68 yerde geçmektedir.98 Kur’an’ın ilk âyeti olan “El-hamdü
97 Lisânu’l-Arab, Hamd maddesi
98 “Hamd” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler: 1/Fâtiha, 2; 2/Bakara, 30, 267; 3/Âl-i İmrân,,
144, 188; 4/Nisâ, 131; 6/En’âm, 1, 45; 7/A’râf, 43; 9/Tevbe, 112; 10/Yûnus, 10; 11/Hûd, 73; 13/Ra’d, 13; 14/
• 69 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
lillâhi rabbi’l-âlemîn” (Kâinatın rabbi, yani yaratıcısı ve geliştiricisi olan Allah’a
hamdolsun) cümlesi Kur’an’da 7 yerde geçmektedir. “El-hamdü lillâh”
cümlesi ise 23 yerde tekrarlanır. El-hamdü lillâh cümlesiyle başlayan 5 sûre
vardır.99
Namazın esasını Allah’a hamd oluşturduğundan Kur’an, bazı yerlerde
namaza hamd ismi verir.100 Mü’minlerin dâvâ, dâvet ve duâlarının sonu da
şudur: Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.101 Zaten ilkte de, sonda da
hamd, Allah’a mahsustur.102 Her şey Rabbine devamlı hamdediyor.103 İnsan
ve cinlerin kâfirleri dışındaki tüm yaratıklar Allah’a hamdetmektedirler.104
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu hamd ile,
övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.”105 “Göklerde ve yerde hamd O’na
mahsustur.”106 Hamd ve şükür, nimetleri arttırır: “Hatırlayın ki, Rabbiniz
size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük
ederseniz hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir! diye bildirmişti.” 107 Bütün
bunlara rağmen, insanoğlu ise çok zâlim ve çok nankördür.108 “Kullarımdan
şükreden ne kadar az!” 109
“El-hamdü lillâh (hamd Allah’a mahsustur) de. Fakat onların çoğu düşünmezler.”
110 “Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, âcizlikten
ötürü bir velîye/dosta da ihtiyacı olmayan Allah’a hamd ederim (el-hamdü
lilâh) de ve tekbir getirerek O’nun şânını yücelt (‘Allahu Ekber’ de).”111
El-hamdü lillâh.
İbrâhim, 1, 8, 39; 15/Hıcr, 98; 16/Nahl, 75; 17/İsrâ, 44, 52, 79, 111; 18/Kehf, 1; 20/Tâhâ, 130; 22/Hacc, 24,
64; 23/Mü’minûn, 28; 25/Furkan, 58; 27/Neml, 15, 59, 93; 28/Kasas, 70; 29/Ankebût, 63; 30/Rûm, 18; 31/
Lokman, 12, 25, 26; 32/Secde, 15; 33/Ahzâb, 40; 34/Sebe’, 1, 1, 6; 35/Fâtır, 1, 15, 34; 37/Sâffât, 182; 39/
Zümer, 29, 74, 75, 75; 40/Mü’min, 7, 55, 65; 41/Fussılet, 42; 42/Şûrâ, 5, 28; 45/Câsiye, 36; 47/Muhammed,
2; 48/Fetih, 29; 50/Kaf, 39; 52/Tûr, 48; 57/Hadîd, 24; 60/Mümtehıne, 6; 61/Saff, 6; 64/Teğâbün, 1, 6; 85/
Bürûc, 8; 110/Nasr, 3.
99 1/Fâtiha, 6/En'am, 18/Kehf, 34/Sebe' ve 35/Fâtır sûreleri.
100 20/Tâhâ, 130; 50/Kaf, 39
101 10/Yûnus, 10
102 28/Kasas, 70
103 17/İsrâ, 44
104 13/Ra'd, 13
105 17/İsrâ, 44
106 30/Rûm, 18
107 14/İbrahim, 7
108 14/İbrahim, 34
109 34/Sebe' 13
110 29/Ankebut, 63
111 17/İsrâ, 111
• 70 •
Ahmed Kalkan
Hamd, “Övgü” ve “Şükür” Kelimelerinden
Daha Zengin Anlamlıdır
“Hamd”i, “övmek” diye tek kelimeyle ifade etmek yeterli olmaz. Türkçede
yine övmek olarak bildiğimiz medih (methetmek) herhangi bir güzellik
ve nimeti bizzat kendisinin kaynak ve sahip olup olmamasına bakmadan
ve yüceltme duygusu taşımadan övmektir ki, hamdin yerini tutmaz. Her
hamdde bir medih yönü olmasına rağmen; medihte hamd yoktur.
Her durumda hamdin övüldüğü halde; övgü, medih (met etmek) bazen
kınanmış bir eylem olur. Allah’ın Elçisi; ” Yüzünüze karşı medh edenlerin,
övenlerin yüzlerine toprak saçın.”112 buyurarak böyle medhi kınıyor. Ama
insanlara teşekkürü ve Rabb’a şükrü, nankörlükten (ki küfürle aynı kökten
türemiştir.) kurtulmak için ısrarla tavsiye ediyor: “İnsanlara karşı hamdetmeyen
(teşekkür etmeyen), onlara nankörlük yapan insan, Allah’a karşı da
hamdetmez.”113 Demek ki medh (övgü) ile hamd başka başka şeylerdir.
Hamdin şükürden daha genel ve daha zengin anlamı vardır. Hamd,
en geniş anlamda şükürdür. Hamd etmek yerine “şükretmek” diyemeyiz.
Çünkü biz, ancak kendimize yapılan bir iyiliğe karşı şükreder ve teşekkür
ederiz. Hamdetmek için ise, iyiliğin sadece bize ulaşması gerekli değildir.
Şükretmek, kişiye ulaşan bir iyiliğin, bir nimetin karşılığıdır. İyiliğin başkasına
ulaşmış olması da hamdetmek için yeterlidir. Çünkü hamd, kişisel ve
basit menfaatler karşılığı ifade edilen bir övme değildir. Evrensel ve küllî
değerlere duyulan hayranlığın bir ifadesidir. Kişisel yararlarımıza ters düşen
durumlarda da hamd edilebilir ve edilmelidir. El-hamdü lillâh diyerek,
kişi kendi adına Allah’a hamdettikten başka, O’nun nimetine kavuşan bütün
varlıklar adına da aynı vazifeyi yerine getirmiş olur. Allah’a hamd, her
hal ve şartta; şükürse bize ulaşan nimetler karşılığında yapılır. Bu yüzden,
fazlalaşmasını istediğimiz şeyler için şükrederiz.
“Hamd”, Yaratıcı dışında hiçbir şahıs ve kuvvete yöneltilmeyecek bir
şükür türüdür. Hamd, nimetleri sınırsız ve sonsuz olan kudrete yapılır ki,
o da Allah’tır. Onun için Allah’a hamdetmek, Allah’a şükretmekten daha
faziletli, daha üstündür.
112 Müslim, Zühd 69; Ebû Dâvud, Edeb 9
113 Ebû Dâvud, Edeb 11; Tirmizî, Birr 35
• 71 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Allah’a hamd etme ve şükr etmenin bir bakıma iç içe girdiği ve bir
bakıma da birbirinden ayrıldığı noktalar vardır. Şükür; nankör olmayan,
Allah’ın nimetlerinin farkında olan, sâdık ve kadirşinas insanların özelliğidir.
Şükre muvaffak olan insanların sayısı da çok değildir. Allah’ın sayısız
nimetleri vardır. “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksan, onları sayamazsın,
saymaya gücün yetmez.”114 Sâdi-i Şirazi, Gülistan’ında; “Bir insan, her nefesinde
Allah’a karşı iki şükür borçludur.” der. Bir soluk alıp vermede hayatını
iki defa bağışlayan, iki defa can veren Allah’tır. Böyle bir Allah’a elbette dilinle,
halinle, kalbinle, kalıbınla, teşekkür etmen icap eder. Bundan dolayı
gerçek anlamda hamd ve şükürde bulunanlar çok azdır. “Kullarımdan şükreden
ne kadar az!” 115
Hamd, Allah’a Aittir; Çünkü...
İnsan dünya hayatında ya mutluluk ve huzur içinde; ya da kederle sıkıntılar
içindedir. Eğer saâdet ve selâmetteyse, bu durum, mutluluk sebeplerini
Allah’ın yaratması ve ortaya çıkarmasıyla mümkün olmuştur. Böylece,
Allah, Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla tecelli etmiştir; hamde lâyık yalnız
O’dur. Eğer kul, sıkıntı içindeyse, bu sıkıntı ve keder, ya Allah’tan, ya da
insanlardan gelmiştir. Allah’tan ise, Allah’ın dinini yaşama ve yaşatma mücâdelesinden
dolayı ise, O, bu musibetlere karşı, sonsuz nimetler verecektir.
Eğer insanların zulmünden dolayı ise, O, zâlimden mazlumun intikamını
alacağını vaad etmiştir. Son iki durumda, Allah’ın Rahîm, Müntekım ve
din gününün sahibi gibi sıfatları tecellî eder; hamde lâyık yalnız O’dur. O
yüzden insan, ister Allah’ın nimetleri sâyesinde mutluluk içinde; ister belâlarla
imtihan içindeyken olsun, daima Allah’a hamd içinde yaşamalı, her
durumda Allah’a hamdetmesini bilmelidir.
Hamdi Allah’a has kılarak, O’nun büyüklüğünü, eksiklerden uzak olduğunu,
övülmeye lâyık olan yegâne gücün ancak Allah olduğunu vurguluyoruz.
O’nu övmekle, O’ndan kaynaklanan her şeyi de kabul etmiş, övmüş
ve ona rızâ göstermiş oluyoruz. Çeşitli özellik ve güzelliklerde insan olarak
yaratılışımıza, O’nun Peygamberinin yegâne önder oluşuna, kitabının yegâne
düstur oluşuna râzı olmuş ve boyun eğmiş oluyoruz.
114 14/İbrahim, 34; 16/Nahl, 18
115 34/Sebe' 13
• 72 •
Ahmed Kalkan
Hamd, Tüm Organlarla ve Özellikle Kalple Yapılır
Dünya nimetlerinden çok âhiret nimetleri, maddî nimetlerden çok
mânevî nimetler için hamdetmemiz gerekir. Allah’a hamdetmek, bize her
iyiliği, her nimeti ihsan eden Allah’a karşı, bu ihsan ve nimeti vermesi yüzünden,
yalnız sözle değil; fiil ile de ta’zim etmektir. Bu hamd işi de kalp,
dil ve organlarla yapılabilir. Yani, hamd yalnız dil ile yapılan bir şey değil;
gönül ve bütün organlarla yapılan bir görevdir.
Kalp ile yapılanı, nimetlerin en önemlisi olan imanı bize tattıran ve sevdiren
Allah’ı zikretmek (hatırlamak), O’nun sıfatlarını tefekkür etmek, düşünmek,
imanda kemâle ulaşma yollarını aramaktır. Dil ile yapılan, Allah’ın
bu sıfatlarını anlatmak, sık sık, Allah, şükür, hamd... kelimelerini kullanarak
zikirle meşgul olmak, hakkı söylemektir. Organlar ile yapılanı, onları
Allah’ın yolundan ayırmamaktır. Allah’ın emir ve yasaklarına mümkün
olduğu kadar dikkat ederek kulluk görevini yerine getirmek fiilî hamddir.
Küfür ve dalâlet dışında her olay, her fiilî durum karşısında Allah’a
hamdedilmelidir. Kerim Elçi Peygamberimiz “Elhamdü lillâh alâ külli hâl”
(Her durum karşısında Allah’a hamdolsun) buyururlardı. Bu da ancak her
organın yaratılış gayesine uygun olarak kullanılmasıyla mümkün olur. Kişinin
iç dünyası ile ve iç dünyasına da hamdetmesi gerekir. Buna tatbikî
hamd denir. Her çeşit fazilet ve erdemleri elde etmek, İslâm ahlâk esaslarını
öğrenip uygulamak, bu çeşit hamdin vâsıtasıdır.
Yalnız, unutmamak lâzımdır ki, her duruma hamdeden mü’min, küfür
ve dalâlete, haramlara hamdedip el-hamdü lillâh demez. “Faizler artmış,
yaşadık, elhamdü lillâh!” nasıl bir turşu ve inanç salatasıysa; meselâ
Mısır’da Firavun’un anıtkabirini, yani kutsal(!) mezarını ziyaret ederken
“elhamdü lillâh” ile başlayan Fâtiha’yı orada okumak gibi bir acayipliğe
düşmez. “Müslümansan kilisede işin ne? Hıristiyansan Meryem heykelinin
üzerine niçin pisledin?” denilen kuşa benzemez. Sormazlar mı bu insana;
müslümansan Firavunların mezarında işin ne? Gâvursan bu okuduğun
Fâtiha da neyin nesi?!
Hamd, maddî nimetlere yapıldığı gibi, daha çok mânevî nimetlere karşı
yapılır. Nimetlerin en büyüğü de imandır. Kitab’ımızın hamdle başladığını
unutmamak, iman ve hidâyet gibi nimetlere sahip olduğumuzu, başka
• 73 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
problem ve eksiklerin çok da önemli olmadığını, dilimizle ve tebessümümüzle
hamdi devamlı taşıyarak gösterebiliriz.
Bir insan, kendi haberi olmadan birinin sürekli kendi iyiliği için çalıştığını
öğrense acaba ne yapar? Herhalde, önce kendisine bu iyiliğin niçin
yapıldığını öğrenmek ister. Sonra, bu yapılanlara kayıtsız kalmaz; en azından
teşekkür eder. İşte hamdin bir anlamı da budur. Allah, bize bizim haberimiz
olmadan iyilikler, güzellikler veriyor. Ama biz, gaflet içinde yaşadığımızdan
bunların farkında değiliz. Her şey biz insanlar için ayarlanmış,
uygun hale getirilmiş, emrimize verilmiş. Fakat insanoğlu bunların gelişi
güzel, rastgele yapıldığını zannediyor. Bu uyumu, bu muazzam düzeni ve
bunun sanatkârını fark etmek, Allah’a sonsuz teşekkürü gerektirir. Bunun
içindir ki, Kur’an hamd ile başlamıştır.
Kur’an’ın ilk sayfasından başlayan bir okuyucu Allah’a hamd ederek
âyetleri okumaya başlar. Yani önce hamd, övgü. Allah’ın büyüklüğü karşısında
kendi küçüklüğünü hatırlayarak; İnsanlardan bir insan, okuyuculardan
bir okuyucu, mü’minlerden bir mü’min olduğunu hatırlayarak; Bir
“dâhi” olduğunu zannederek değil. Eğer hamdi olmazsa bir hiç olacağını
düşünerek. Kur’an’ı okumaya başlayan kişi, önce bu tür duygular atmosferinde
işe başlamalıdır. Hamd üzerinde düşünme, bu veya benzeri duyguları
meydana getirecektir. Çünkü hamd insanın Rabbini ve haddini/kendini
bilmesidir. Yaradılışı düşünerek, satırlardaki ve sadırlardaki âyetleri tefekkür
ederek, evrendeki tüm yaratıkların hamd ve tesbih orkestrasına kulak
vererek Allah karşısındaki konumunu tesbit etmesidir. Hamd bir itiraftır,
âcizlik ve kulluk itirafı.
İnsanların ve cinlerin kâfirleri hâriç, doğadaki her şey Allah’ı övmekte,
O’na hamdetmektedir.116 İnsanoğlu ibâdete, hamde meyilli yaratılmıştır.
Birisini veya birilerini övmeye, onlara bağlanıp ibâdet etmeye hayatı boyunca
ihtiyaç duyacaktır. Suyun, çukur bulduğu yere doğru akmaya başlaması
gibi, insan da Allah’ı unutursa, birilerine doğru akmaya, ona ibâdet
etmeye, bağlanmaya, övüp yüceltmeye başlar. Çünkü insan, sadece sınav
olmaktadır ve yalnız Allah’a ibâdet/kulluk etmek için yaratılmıştır. İbâdetini
Allah’a etmezse, başkasına edecektir. Zira onun mayasında bu vardır. 117
116 Bak. 17/İsrâ, 44; 13/Ra'd, 13
117 İhsan Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim, Bengisu Y., s. 32
• 74 •
Ahmed Kalkan
Bunca Nimet, Bunca Şikâyet;
Hamdetmeyen Bir Toplum Olduk
Kitabımızın ilk âyeti “Elhamdü lillâh” diye başladığı halde; hamdi, şükrü
unutan bir toplum olduk. Hamdetmek, şükretmek için nimetlerin farkında
olmak lazımdır. Günümüz insanı ise, bunca varlık içinde, öylesine
nankör ve âsî ki... Çok şikâyetçiyiz. Toplum ve fert olarak karamsar ve aç
gözlülüğün ıstıraplarıyla kıvranıyoruz. Şikâyetlerin başında geçim sıkıntısı
var. Bu tabir, eskiden pek bilinmezdi. İnsanımız bugüne göre daha fakirdi.
Fakirdi, ama gönlü zengindi. Kanaat denilen bir hazineye sahipti dedelerimiz.
Dillerden şükür, zikir taşardı. “Kim benim zikrimden yüz çevirirse,
şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı, geçim sıkıntısı olacak ve biz onu kıyamet
günü kör olarak haşredeceğiz.”118 Hamd zikirdir. Zikirden yüz çevirmenin
dünyadaki cezası geçim sıkıntısı, âhiretteki cezası da nimetleri ve nimet
vereni dünyada göremediği için kör olarak haşrolmak. Çözüm ise zikir ve
şükürde: “Hatırlayın ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi)
arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok
şiddetlidir! diye bildirmişti.” 119
Gül bahçesine girsek, herhalde güllerin güzelliğinden, mis gibi kokulardan
önce, elimize değil ama gözümüze dikenler batacak. İslamî geleneğimizde
“nasılsınız?” sorusuna cevap “elhamdü lillah” idi. Şimdi, beylik
bir “iyiyim”den sonra başlıyor şikâyetler... Hoca talebeden, talebe hocadan,
koca karısından, kadın kocadan, baba evlattan, evlat babadan, herkes
toplumdan, hatta müslümanlardan, cemaat veya cemiyetlerden... şikâyet.
İyi de, olayların güzel tarafları yok mu? Güzel bakmayı unutmaktan kaynaklanıyor
bazı kara tablolar. Güzel bakan güzel görür. Güzel gören güzel
düşünür. Rivâyete göre; Medine çevresinde Rasulullah ashabıyla yürürken
yol kenarında bir köpek leşi görürler. Sahâbe, manzaranın ve kokusunun
çirkinliğinden bahsetmeye başlayınca, Efendimiz, güzel bakmakla ilgili güzel
bir ders verir: “Görmüyor musunuz, dişleri inci gibi, ne güzel!” Problem
gözlüklerimizde. Kara gözlükleri çıkarıp, olaylara ve varlıklara Allah’ın nuruyla
bakabilmeliyiz. Basarla gözükmeyen nice güzellikler basiretle görülebilecektir.
Yani kalıp gözü olumsuz baksa bile, kalp gözü Mutlak Güzel’in,
varlıklara ve eşyaya yansıyan güzelliklerini müşâhede eder. Her şey Rab-
118 20/Tâhâ, 123
119 14/İbrahim, 7
• 75 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
bine devamlı hamdediyor.120 Gül açıyor, bülbül ötüyor, güneş gülümsüyor,
yani varlıkların hamdi hal dillerinden anlaşılıyor. İnsanoğlu ise çok zâlim
ve çok nankör.121 Dikkat edilmelidir ki, âyette geçen nankör anlamına gelen
kelime ile küfür kelimesi aynı kökten gelmektedir.
Hamd, Hayata Gülümsemektir
Hamd insanı iyimser yapar. Eşyanın, kendi halimizin güzel yanlarını
gösterir. Kabir ve hasta ziyareti, kendimizdeki nimetleri görmeye katkı
sağlar. Akraba ve fakir insanları ziyaretin de hamde katkısı vardır. Hamdi
artırdığı için hadis-i şeriflerde bu ziyaretlerin önemi vurgulanmıştır. Dünyevî
konularda bizden daha fakir, daha zayıf kimselerle kendimizi kıyaslamak,
bizi hamd ve şükre götürür. Dilimiz hamdettiği gibi, yüzümüz de
her an hamdetmeli. Yüzün hamdi-şükrü tebessümdür. Nimetlerin ve nimet
sahibinin farkında olmanın getirdiği mutluluk ve huzurun gönülden yüze
yansımasıdır bu. Önderimiz, tüm şemail kitaplarının nakline göre devamlı
mütebessim idi. Tebessümle sırıtma ve kahkaha çok farklı şeylerdir. Ekrem
Elçi’nin suratı asık değildi; onca zulüm, onca işkence, onca açlık, yahudilerin
hainlikleri, münafıkların nifakları, dağların taşıyamayacağı onca yüke
rağmen, tebessümü yüzünden hiç eksik olmazdı.
Efendimiz’in gözünden akan yaşlar, insanlarla değil; sadece Rabbıyla
başbaşa olduğu, secdelerle süslü gecelerin incileriydi. “Eğer benim bildiğimi
bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız!”122 buyuran o büyük zâtın insanların
içinde, çevresine huzur ve saâdet dağıtan tebessümü, hamdinin dışa
yansımasıydı. O’nu örnek alması gereken mü’min, içinden duâ, haşyet,
takvâ, İslâm’ın derdi, müslümanların durumları ve bunları düşünmenin,
tefekkürün gereği mahzun bir gönül taşımalı. Ama insanlara gülümseyen,
hamdettiği yüzünden belli olan bir çehre aydınlatmalı zalumlerin kararttığı
çevreyi. İçi ağlasa bile dışı gülmeli müslümanın. Bir müslümana surat
asmanın karşımızdakine hakaret ve kul hakkına tecavüz olduğunu bilmeli,
kardeşlerine merhametinin izleri yüzünden okunabilmeli.
120 17/İsrâ, 44
121 14/İbrahim, 34
122 Buhârî, Küsûf 2; Müslim, Küsûf 1
• 76 •
Ahmed Kalkan
İnsan, diliyle olduğu gibi haliyle, tavrıyla, yüzüyle de devamlı hamdetmeli.
Seviyesizce cıvıklık, şuh kahkahalar, boşvermiş tavır, vur patlasın çal
oynasın anlayışı mü’minden ne kadar uzak olmalıysa; karamsarlık ve ümitsizlik
taşıyan bunalımlı bir yüz de o derece çirkin kabul edilmeli. İslâm,
insana huzur verir. Aldığı ilâhî prensipleri yaşayıp, çevreye hâkim kıldığı
için Hz. Peygamber, öylesine huzur ve mutluluğu etrafına yayıyordu ki,
toplumun ve çağının yüzünü güldürdü. Câhiliyye düzenini muazzam bir
inkılâbla deviren Peygamber nizamının ve o çağın adı “asr-ı saâdet”, yani
mutluluk çağıdır. Müslüman, dünyada da haseneler içindedir; etrafındaki
güzelliklere karşı gözü kör değildir. Yaratılanı sever, Yaratan’dan ötürü.
İçinde yarım bardak su olan kabın öncelikle dolu tarafını görür. Elbette,
boş tarafını görmezden gelmez; gücü ve imkânı el veriyorsa, boş kısmını
önce kendisi doldurmaya çalışır. Devamlı karanlıklardan şikâyette bulunup
kendi içini ve çevresini de karartmaz; bir mum olsun bulup yakmaya, gücü
ve imkânı oranında içini ve ortamını aydınlatmaya çalışır.
Eğer bir gün dünyaya ait çok büyük bir derdiniz olursa Rabbinize dönüp
“Bizim büyük bir derdimiz var” demeyin. Bilakis derdinize dönüp “Bizim
çok büyük bir Rabbimiz var” deyin.
İbâdetlerimiz ve Hamd
Ne Türkçede, ne başka herhangi bir dilde “hamd” kelimesinin tam karşılığı
yoktur. Hamd bir özgün Kur’an kavramıdır. Hamd, bütün anlamıyla
Allah’a aittir. Çünkü övülmeğe lâyık her şey Allah’tandır. Zikir, şükür ve
dolayısıyla dua ögelerini içeren hamd, tıpkı besmele gibi, müslümanların
hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Her gün kılınan 5 vakit namazda
kırk defa tekrarlanan Fâtiha sûresi hamd ile başladığı gibi, namazın girişinde
okunan Sübhâneke’de, rükûdan kalkarken okunan tahmidde hamd
kelimesi kullanılır. Tahiyyât’ın ilk cümlelerinde, “Salli” ve “Bârik” duâlarında,
Kunut’ta, namazdan sonra çekilen tesbihlerde, ardından okunan tevhid
cümlesinde, bayramlarda ve diğer bazı dinî merâsimlerde getirilen tekbirlerde
senâ ve şükür manalarıyla birlikte hamd kavramı tekrarlanmaktadır.
Hac ibâdetinin îfâsı sırasında her fırsatta tekrar edilmesi istenen telbiye’de
de hamd yer almaktadır.
• 77 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Efendimiz, Kurtarıcımız, Allah’a hamd ile başlanmayan her işin eksik
ve bereketsiz olduğunu açıklamış123 ve aksıran her mü’minin “el hamdü lillâh”
demesini emretmiştir.124 Hamdetmeyi içeren duâları okumanın, günahların
bağışlanmasına vesile olacağını ve hamdin en faziletli zikirlerden
biri olduğunu açıklamıştır. Yine hamdi içeren zikirlerin sadaka yerine geçeceğini
haber vermiş, duânın en faziletlisinin el-hamdü lillâh sözü olduğunu
belirtmiştir. 125
Hz. Peygamber’den rivâyet edilen ve (besmeleyle birlikte) hamd ile başlamayan
her önemli işin hayırsız ve bereketsiz olacağını belirten hadisin
ve fiilî sünnetin etkisiyle olacaktır ki, İslâmî gelenekte bütün ciddi işlerin
başında besmele çekilip hamdedilir. Bitiminde de bütün başarı ve nimetleri
lutfeden Allah’a yine hamdedilip şükürde bulunulur. Rasülü Ekrem’in
tavsiyeleri ve uygulamalarından olmak üzere konuşmalara, zikir ve dualara
hamd cümlesiyle başlamak, yemeğe besmele ile başlayıp hamd ile bitirmek,
aksırdıktan sonra hamdetmek gerekir.
Cuma hutbesinin her iki bölümü de hamd cümleleriyle başlar. İslâmî
eserlerin ilk cümlelerini genellikle besmele ve hamdele oluşturur. Bir yazıda
hamdeleye yer verilmemesi, o yazının önemli olmadığının bir işareti
sayılmıştır. O yüzden müslümanların bütün resmî yazışmaları ile önemli
akidlerinde besmeleden sonra hamdele zikredilirdi. Ayrıca, hamdele, müslümanların
uykuya yatma, uykudan kalkma gibi günlük faaliyetlerinin başında
ve sonunda zikredilen bir duâ cümlesi haline gelmiştir.126
Her Nimetten Sonra, Her Vesileyle Hamd, Sürekli...
Devamlı karşılaştığımız için önemi üzerinde düşünülmeyen alışılmış
nimetlerin akabinde de hamd edilir ki, insanın Rabbı ile irtibatı, ilişkisi, iletişimi
canlı tutulsun ve yapılanlar ibadet olsun. Yemekten sonra hamd edilir
ki, yediğimiz nimetleri ihsan eden, o gıdalara lezzet katan, bize ağız tadı
veren, açlığımızı bunlarla gideren, gıdaları enerjiye dönüştüren Yaratıcı’yı
görmezden, bilmezden, hatırlamazdan gelmeyelim, nankör olmayalım.
123 Ebû Dâvud, Edeb 18; İbn Mâce, Nikâh 19
124 Buhâri, Edeb 126
125 Buhârî, Ezan 155, İman 19; Müslim, Tahâret 1, Müsafirîn 84
126 İslam Ans, Diyanet Vakfı Y. c.15, s. 448
• 78 •
Ahmed Kalkan
Bu konuda sünnet, yemek sonrası sofradan kalkmadan herkesin kendisinin
hamdetmesi. Olayı merâsim havasına koyup, bir aracının, bir hocanın
veya içlerinden birinin hamdetmesi değil. Sünnette meşhur olan hamd
ifadesi de şöyle: “El-hamdü lillâhi’llezî et’amenâ ve sekaanâ ve cealenâ mine’l-
müslimîn (Bizi doyuran, susuzluğumuzu gideren ve bizi müslümanlardan
kılan Allah’a hamd olsun).”
Su, çay veya meşrubat içtikten sonra hamdetmeyi de unutmamalı.
Duâya başlarken ve bitirirken, derse, sohbete, kitleye konuşmaya başlarken
ve bitirirken hamdetmeli. Başlangıçta hamd ile Allah’ın nimeti hatırlanıp,
O’nun yardımı istenirken; bitişte de verdiği güce ve güzelce tamamlanan
nimete karşı şükür makamında hamd edilmelidir. “Onların duâ, dâvet ve
dâvâlarının sonu ‘El-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn’dir.”127 Okumayı bitirdikten,
uykudan uyandıktan, elbise giydikten sonra Rasulullah’ın hep hamdettiğini
biliyoruz. Tuvalet ve banyodan sonra “El-hamdü lillâhi’llezi ezhebe
anni’l-ezâ ve âfânî min zâlik (Benden eziyeti gideren ve böylece bana âfiyet
veren Allah’a hamdolsun)” denilmesi tavsiye edilmiştir.
Hapşırma (aksırma) da hamd için bir vesiledir. Aksırdıktan sonra “elhamdü
lillâh” denilmesi, yanımızda bulunan insanların bize hayır duâda
bulunmalarına sebep olacak olan önemli bir sünnettir. Aksıran tahmid’de
bulunur. Yanındaki müslüman “teşmit” eder, yani “yerhamuke’llah” (Allah
sana merhamet etsin) der. Aksıran da “yehdînâ ve yehdîkümu’llah” (Allah
bize ve size hidayet etsin.) diye mukabelede bulunur. “Biriniz hapşırır ve
hamdederse, ona teşmitte bulunun. Allah’a hamdetmezse teşmitte bulunmayın.”
128; “Allah hapşırmayı sever, esnemeden hoşlanmaz. Öyleyse sizden biri
hapşırır ve Allah’a hamdederse, bunu işiten her müslüman üzerine “yerhamuke’llah”
(Allah sana merhamet etsin) demesi haktır (bir vazifedir). Ancak,
esnemeye gelince, işte bu, şeytandandır. Biriniz namazda esneyecek olursa,
imkân nisbetinde kendini tutsun ve hah diye ses çıkarmasın. Zira bu, şeytandandır,
şeytan kendisine gülüyor demektir.” 129
Görüldüğü gibi her vesileyle hamd, Allah’ı hatırlayıp ona şükür tavsiye
edilmiş, hayatın tüm alanlarını Allah doldurmuştur. Müslümanın Allah’tan
127 10/Yûnus, 10
128 Buhâri, Edeb 127; Müslim, Zühd 53
129 Buhârî, Edeb 125, 128, Bed'ül halk 11; Müslim, Zühd 56
• 79 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
uzak, O’ndan gafil hiçbir zamanı ve hiçbir hali olmaması istenmiştir. Böylece
her yapılan eylemin ibâdet olması sağlanarak kulluk bilinci perçinlenmiştir.
Kemal derecesinde bir hamdin üç basamağı vardır. Erişilen nimetin Allah’tan
geldiğini bilmek, O’nun verdiğine rızâ göstermek ve nimetinin gücü
bedeninde bulunduğu sürece O’na isyan etmemek. Her ciddi eylem, her
nimet üç ibâdet ister. Bunlar zikir, fikir ve şükürdür. Başta zikir (besmele),
ortada -iş esnasında- fikir (tefekkür, Allah’ın nimet ve ihsanını düşünüp
O’nun rızâsını istemek) ve sonunda şükür (el-hamdü lillâh demek).
Hamd – İman İlişkisi
Allah Teâlâ, insanlara devamlı yardımını bahşeder, rahmet ve keremini
bol bol ihsan buyurur. Bu, O’nun lutuf ve kereminin sonsuzluğundandır.
Hamdi yalnız Allah’a has kılmak, O’nun ulûhiyetini idrak ederek, O’ndan
başka hiçbir ilâh bulunmadığını kabul edip inanmaktır. Varlıklar âlemîne
olan mutlak hâkimiyetini kabul etmek, her şeyin en sonunda Allah’a varacağını
idrâk etmektir. İbâdet ve itaatle Allah’a yönelmek, aynı zamanda
Allah’a hamdetmektir.
Hamd, Allah’ı hakkıyla tanımak ve O’na tâzimdir. O yüzden imanla,
tevhidle yakından ilgilidir. Bu sebepten olsa gerektir ki, hamd ve şükrün
zıddı nankörlüktür. Nankörlük, nimeti ve nimet vereni örtüp görmezlikten
gelmek, inkâr etmek demektir. “Nankör” kelimesi Kur’an’da “küfür” kelimesiyle
aynı kökten gelen ve benzer anlamı paylaşan sözcükle karşılanır.
Dolayısıyla hamd, imandır; nankörlük de küfür.
Hamd imanın bir gereğidir. Gerçek anlamda hamd, iman, ilim ve sâlih
amelle yapılandır. İnsan, diliyle söylediği hamdi ve onun gerçek anlamını,
kalbiyle de tasdik edince, bu hamd, imanının kuvvetlenmesini sağlar. Hamdi
sadece Allah’a tahsis etmek, insanın O’nun emir ve yasakları doğrultusunda
yaşamasını sağlar. Allah’a hamd, Allah’ın rahmetinin ve nimetlerinin
genişliğine imanı da ifade eder. Bütün bunlar gösteriyor ki, hamd ile iman
arasında kopmaz bir bağ vardır.
• 80 •
Ahmed Kalkan
Allah’ın her türlü nimetini bolca tadan günümüz insanının çoğunluğu,
O’na bolca hamdetmesi gerekirken; aksine Allah’a şirk koşacak derecede sapıklık
veya isyan içindedir. Bunun en başta gelen sebebi de, Kur’an’ın getirdiği
gerçeklerin ve bildirdiği hikmetlerin akıllara ve vicdanlara ilham kaynağı
olamayışıdır. Kur’an’ın ilâhî hükümlerine teslim olan akıllar, hakikati
anlar. O’nun eşsiz hikmetinin sesine kulak veren vicdanlar ancak doğruyu
bulurlar ve gerçeği görürler.130
Hamde lâyık olan hiç şüphesiz yalnız yüce Allah’tır. Hiçbir insan Allah’a
hamdetmese bile, O, kendisini her saniye tesbih ve senâ etmekte olan bu
kâinatta, haliyle hamdedilmekte ve bütün mahlûkatın lisanıyla övülmektedir.
Âhirette de hamd Allah’a mahsustur.
Hamd Bilinciyle Hayata Bakış
Farkında olmadığımız, önemsiz görüp üzerinde düşünmediğimiz öylesine
büyük ve öylesine çok nimetler içinde yüzüyoruz ki... Her şeyden önce,
insan olarak yaratılmışız. Ot veya it olarak yaratılabilirdik. Tabii, insan olarak
yaratıldığımız halde, ot gibi düşüncesiz, kaygısız hayat da sürebilir; dört
ayaklılardan daha aşağı olabilirdik. İnsan olarak, yaratıkların en şereflisi
olarak yaratıldık. Annemizi, babamızı, doğduğumuz memleketimizi biz
seçmedik.
Herhangi bir kentin fuhuş ortamında, batakhanelerinde veya çok fakir
bir ülkenin çölünde, dağında ya da ormanında yarı aç yarı tok, çelimsiz,
kültürsüz, daha da kötüsü dinsiz imansız olabilirdik. Elsiz, ayaksız, dilsiz,
kulaksız veya görme özürlü olabilirdik. Daha da kötüsü, hakkı duymayan,
gözleri perdeli, kalbi mühürlü olabilirdik. Felçli, sakat, yatalak değiliz.
Uyuşturucu bağımlısı, alkolik, kumarbaz, hilebaz, düzenbaz, ahlâksız...
olabilirdik.
Bütün bu nimetler, zenginlik değil de; dünyada bile mutluluk sağlamayan
emanet paraların veznedarları olan kapitalistlerin para hamallığı mı
zenginlik? Gözlerinizi bir milyon dolara satın almak isteyen olsa verir misiniz?
Demek ki, ne kadar pahalı, ne kadar kıymetli varlıklara sahipmişiz! Ya
aklınızın değeri? Kaça satardınız? Bütün bunların üstünde imanınızı deği-
130 Y. Çiçek, F. Yıldız, a.g.e. s. 40
• 81 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
şebileceğiniz bir değer olabilir mi? Müslümanca mutluluğun, huzurun, kanaat
denilen hazinenin, sabır denilen hazzın, dâvâ yolunda çekilen çilenin,
infak etme, verme lezzetinin, ibâdetlerden aldığımız zevkin, bereketin, ağız
tadının, gönül şenliğinin, hele ebedî mükâfatın, cennetin değeri, bedeli?!
Bütün bunlara hamdedilmez, şükredilmez de ne yapılır?
Hamd ve Günümüz İnsanı
İnsanların bir kısmı Allah’a hamd etmezken, bir kısmı da hamd konusunda
gâfil görünmektedirler. Günümüzde insanları Allah’a hamdetmekten
alıkoyan pek çok sebep/bahane vardır. Doymak, tatmin olmak bilmeyen,
reklâm ve kötü örneklerle kamçılanan dünya hırsı, tâğûtî yönetimler,
kapitalist ve emperyalist dünya düzeni, kolay yollardan zengin olma isteği,
ümitsizlik, kötümserlik... hamdi unutturucu sebepler arasında sayılabilir.
Kanaat etmemek, kendini kendinden daha fakirlerle değil; daha zenginlerle
karşılaştırmak, maddeci dünya görüşünün sonucunda tüketim toplumunun
bireyi olarak hep şikâyetçi olmak da insanı hamd ve şükürden alıkoyan
sebeplerdendir. Bütün bu sebeplerle birlikte cehâlet ve gafleti de belirtmeliyiz.
İnsanların, Allah’ın kendilerine verdiği sayısız nimetlere karşı hamdetmeyişleri
bu tür sebeplerle ilgilidir. Bütün bunların çözümü için, insanın
iyimser, kanaatkâr, tokgözlü, diğergâm, hamdeden, şükreden özellikler kazanması
gerekir. Bu kalitede bir toplum inşâsı için de, tevhidî imana dayalı
bir altyapı şarttır. Allah’ın nimetlerine hamd, öncelikle o nimetleri bilmekle
mümkün olur. Nimeti bilenler, bu nimetlerle Allah’a ibâdet edilmesi gerektiğinin
şuurunda olup, böylece Allah’a hamd edebilenlerdir.
Günümüzde bir kısım insanlar da, Allah’a hamdetmeyi “Allah’a hamdolsun”
demekten ibâret saymaktadırlar. Oysa gerçek anlamda hamd, sahip
olunan nimetleri Allah yolunda ve Allah’ın istediği şekilde kullanmakla
olur. Bütün varlıklarda Allah’ın nimetleri vardır. Her insanda Allah’ın sayısız
nimetleri mevcut olduğu gibi, kişilere bazı belâlar da isâbet edebilir.
Belânın bulunmaması nimet; nimetin bulunmaması da bir belâdır. İşte,
Allah’a mutlak hamd, O’nun bütün nimetlerine karşı olmalıdır. Bu da, her
nimetin ve her şeyin sahibi Allah’a, yine Allah’ın istediği şekilde hamdetmekle
mümkün olur.
• 82 •
Ahmed Kalkan
Dille hamd, “El-hamdü lillâh” demektir. Kalble hamd, Allah’ın büyüklüğünü,
nimetlerini tefekkür etmek ve O’nunla beraber olabilmektir.
Kalıpla (vücut organlarıyla, el ve ayakla...) yapılan hamd, nimetleri Allah
yolunda ve Allah’ın istediği şekilde kullanmakla yapılır. Nimetlerin sahibini
unutmayan, kendisinin emanetçi ve veznedar olduğunu bilen insan,
emânete ihânet etmez. Sahibi o nimet ve emânetleri niçin verdiyse, nasıl
davranmasını istediyse, O’nun tâlimatları doğrultusunda o görevleri yerine
getirir.
Hamd Şuurunun Müslümana Kazandırdıkları
Hamd şuuru, bize şu anlayış ve davranışları kazandırır (kazandırmalıdır):
Hamd, Allah’ı tanıma, O’na ta’zim ve duâ etmedir. O’na inanıp ibâdet/
kulluk etmedir. O yüzden hamd, imanî bir kavramdır. Düşünülerek yapılan
hamd, bizdeki kulluk şuurunu canlı tutar. İnsanların Allah’a muhtaç olduklarını,
Yüce Allah’ın ise, her şeyden müstağnî olduğunu, kimsenin hamdine
Allah’ın ihtiyacı olmadığını günümüz insanı iyice kavramalı ve gerektiği
gibi iman etmelidir.
Hamd, nimetşinaslık, kadirşinaslıktır. “Küfür”le aynı kökten gelen nankörlüğün
zıddıdır. En küçük bir iyilik yapana bile teşekkür etmeyi insanlık
görevi biliyoruz. Hâlbuki, bizi ve bize iyilik yapanı yaratan, yapılan iyiliği,
nimeti yoktan var eden, iyilik yapana bu güzel özelliği veren ve sevdiren,
bizi o iyilikten zevk alacak şekilde vücuda getiren, her şeyin gerçek sahibi
Allah’tır. Öyleyse her şeyden önce, O’na hamd etmeliyiz. Bize hediye getirmede
aracı olan postacıya teşekkür edip, hediyeyi postalayan gerçek ikram
sahibini unutmak uygun olur mu?
Sabahlara kadar, gözyaşıyla ıslattığı secde yerinden kalkmayan En Çok
Hamdeden’e (Rasûlullah’a), hanımı; “Geçmiş ve gelecek günahların mağfiret
olduğu halde, kendini sıkıntıya sokacak kadar niye ibâdet ediyorsun?”
diye sorduğunda, şu cevabı almıştı: “Şükreden bir kul olmayayım mı?” Peki,
bizim, bunca nimete bunca isyanla cevap verirken, şükreden, hamdeden
bir kul olmaya ihtiyacımız yok mu?
• 83 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu hamd
ile, övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.”131 buyruluyor. Allah’ın bütün
mahlûkatını kuşatan nimetleri, özellikle insanoğlunu daha çok kucaklamaktadır.
Diğer varlıklardan daha çok nimetlere muhâtap olduğumuz halde;
bir taş kadar, bir çiçek, bir böcek kadar hamdetmeden, nasıl yaratıkların
en şereflisi olacağız?
Fâtiha’ya, namaza başlarken, duâ ederken, yemekten, içmekten sonra,
aksırdıktan, uyandıktan, tuvaletten sonra, konuşmaya başlarken ve bitirdikten
sonra, arabaya bindikten ve kazasız belâsız indikten sonra... El-hamdü
lillâh demeli, böylece en güzel, en kısa duâyı yapmış olmalıyız.
Hamd, ruhları Allah’a bağlayan mânevî bir bağdır. Gerçek anlamda
hamd, Allah’la kul arasında hiçbir engele müsaade etmez. Hamd, insanı
Allah’la devamlı irtibatı olan bir varlık haline getirir. El-hamdü lillah’ı sık
sık şuurluca günlük konuşmalarımıza, güncel davranış ve eylemlerimize
katık ederek, Allah’la bağımızı her dem tazelemeli ve kuvvetlendirmeliyiz.
Unutmamalıyız ki, bu bağ, bu hat koptuktan sonra, hat kopukken telefonla
ses karşıya ulaşmadığı gibi, Allah’a ulaşmaz niyazımız, ricamız.
Hamdetmek, şükretmek; iyimser olmaktır. Hayata güzel ve olumlu
pencereden bakabilmektir. Mutlu olabilmek, mutluluk elbisesi giymektir
hamd. Şikâyetçi ve karamsar karakterlerin kararttığı karanlık insanların
dünyasını ancak hamd şuuru aydınlatabilir. Hamdedenlerden kıldığı için
hamd olsun O Hamîd’e.
Ve âhıru da’vânâ eni’l-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn: Dâvâmızın sonu
âlemlerin Rabbi Allah’a hamdetmektir.
“Tek rab, âlemlerin Rabbi Allah’tır.
Kullara kul olan, ne kadar alçak;
Rablik taslayan kul, ne kadar küstahtır.”
131 17/İsrâ, 44
• 84 •
Ahmed Kalkan
„ رَبِّ الْعَالَِ ي نَ Rabbi’l-âlemîn
Rab
Rab, lügatta terbiye mânâsındadır. Terbiye ise herhangi bir şeyi eğitmedir.
Herevî’ye göre bir şeyi ıslah edene (düzeltene) veya tamamlayana “onu
terbiye etmiş” derler. Bunun için devamlı kitaplarla uğraşanlara “Rabbâniyyûn”
denir. 132
Rab kelimesi, terbiye kökünden türetilmiştir. Allah (c.c.) insanları eğitir
ve yönetir. Rab; mâlik (sahip), muslih (düzeltici), efendi ve itaat olunan
gibi birçok mânâlara gelir. Meselâ, “şu develerin rabbi” denildiğinde “develerin
sahibi” anlaşılır.
Rab kelimesi Allah’ın (c.c.) dışında izafesiz kullanılmaz. Bir hadis-i şerifte
kölelere hitaben Rasûlullah (s.a.s.); “Sizden biriniz bir diğerine ‘Rabbine
sofra hazırla, abdest aldır’ veya biriniz efendisine ‘Benim rabbim’ demesin,
‘efendim’ desin.” 133 buyurmuştur.
Rab, ma’bud (tapılan) mânâsına da kullanılmaktadır. Şair şöyle der:
“Tilkilerin üstüne pislediği rab midir? Andolsun tilkilerin üstüne pislediği
zelil olmuştur.” 134
Rab kelimesi, aynı zamanda efendi, itaat olunan mânâlarına da kullanılır.
Nitekim Allah (c.c.); “Ey zindan arkadaşlarım (rüyalarınıza gelince:)
Biriniz efendisine (rabbine) şarap içirecek...”135 buyurmaktadır.
Rab kelimesi, ayrıca düzeltici, ıslah edici mânâlarına da gelir. Kur’an’da
Rab ismi, sonsuz kudreti ile her şeyi idaresi altına alan, yöneten, terbiye
eden ve bunları yapabilecek kudrete mâlik olan Allah anlamına gelmektedir.
Ayrıca, Rab ismi, her şeyi idare eden, koruyup gözeten, hâkimiyeti
altında bulunduran ve gerçek Rab olan Allah’a, O’nun rubûbiyet bağına,
mutlak tevhid ve tam bir kulluk şuuru ile bağlanmayı da ifade etmektedir.
Allah’tan başkasının hükmünü hüküm edinmemek, O’nun dinini her
132 Kurtubi, Câmiu’l-Ahkâm, c. 1, s. 133
133 Buhari ve Müslim, Ebû Hüreyre’den
134 Kurtubi, Tefsir, c. 1, s. 137
135 12/Yusuf, 41
• 85 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
şeyden üstün tutmak, bütün mahlûkatı O’nun mutlak hâkimiyetine teslim
olmuş bilmek, Allah’ı gerçek Rab olarak tanımak demektir.
Rab kelimesi Arapça bir kelime olup, Kur’an’da Allah lafzından sonra
en çok kullanılan isimdir; 970 defa zikredilir. Lugavi olarak terbiye etmek,
ıslah etmek, mutlak otoriteye sahip olmak, efendisi olmak, sorumluluğunu
yüklenmek, başkanlık yapmak, malik ve sahip olmak, sözü dinlenmek, itaat
edilmek, üstünlüğü ve otoritesi kabul edilmek gibi anlamlara da gelir.
Dini bir terim olarak rabb kelimesi bütün alemi yaratan, malik ve sahip
olan, terbiyenin bütün gereklerine malik ve her şeye sahip olan Allah
anlamına gelmektedir. Allah’ın isimlerindendir. Rabb, sadece terbiye eden
(mürebbî) anlamında olmayıp, yardım etmek, yol göstermek, tasarruf etmek,
korumak, her şeye hakim olmak, emretmek ve yasaklamak, sakındırmak
gibi terbiyenin bütün gereklerine sahip olabilmeyi de ifade etmektedir.
Bunun için rabb denilince, sadece terbiye ve malik olma durumları değil;
her şeye sahip olan ebedi ve sonsuz kudret sahibi Allah anlaşılmalıdır. Bu
özelliğinden dolayı rabb kelimesi, Allah’tan başka varlıklar için, bir şeye
izafe edilmeden tek olarak kullanılamaz.
Rab kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de gerek lugat anlamıyla gerekse terim anlamıyla
birçok âyette karşımıza çıkmaktadır:
Kefil, Kefâlet Sahibi Anlamında: “Onlar benim düşmanımdır. Yalnız
alemlerin rabbı (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana yol gösteren O’dur.
Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek
O’dur. Ceza günü hatamı bağışlayacağını umduğum da O’dur. Rabbim, bana
hüküm (yüksek bilgi, olgun hareket) ver ve beni sâlihler (zümresin)e kat.”136
Terbiye Eden, Efendi Anlamında: “Evinde bulunduğu kadın onu kendine
çağırdı, kapıları sıkı sıkı kapadı ve “gelsene” dedi. Yusuf: “Günah işlemekten
Allah’a sığınırım, O, benim efendimdir; bana iyi baktı. Haksızlık yapanlar
şüphesiz başarıya ulaşamazlar.” dedi.”137
136 26/Şuarâ, 77-83
137 12/Yusuf, 23
• 86 •
Ahmed Kalkan
Egemen Güç, Otorite Sahibi: “Sizin en üstün rabbiniz benim”138;“Onlar,
Allah’tan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler,
Meryem oğlu Mesih’i de. Oysa onlar bir olan Allah’a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı.
Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu
şeylerden de münezzehtir.” 139
Rubûbiyet Tevhidi: Rubûbiyet tevhidi genel olarak Allah’tan başka bir
rabb olmadığına inanmak ve Allah’ı rabliğinde tevhid etmektir. İbn Kayyim
el-Cevziyye rubûbiyet tevhidini “yaratma ve hâkimiyetin ancak Allah’a
mahsus oluşu” şeklinde tanımlamaktadır.
Levâmihu-l Envâr’da Rubûbiyet tevhidi ile ilgili olarak şunlar geçmektedir:
“Rubûbiyet tevhidi demek, yaratan, rızık veren, dirilten, öldüren, yok
eden sadece Allah’tır. Ondan başkası değildir.”
Tevhid-i rubûbiyeti şu şekilde özetlemek mümkündür: Allah’tan başka
yaratan, rızık veren, varlıkları sevk ve idare eden bir rab yoktur. Çünkü o
her şeyi yaratmıştır ve O’ndan başka da yarattıkları üzerinde bir emir sahibi
yoktur.
Bu konuda önemli husus şudur ki, genel olarak müşrikler Allahu Tealâ’ya
rubûbiyet noktasında şirk koşmamaktadırlar. Zira onlar da Allahu
Tealâ’nın âlemlerin yaratıcısı olduğunu biliyorlardı. Nitekim Allahu Tealâ
şöyle buyurmaktadır: “Eğer sen onlara, ‘gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan
elbette: ‘Onları çok güçlü ve her şeyi bilen Allah yarattı’ derler.” 140
Câhiliyye ehlinin büyük bir çoğunluğu Allah’ın varlığına inanan kimselerden
oluşmaktadır. Câhiliye insanı, yaratılış konusunda Allah’ın ortağı
olmadığına ve kadere, âhiret gününe, o günde ceza ve mükâfat verileceğine
inanırlar, insanların kulluk yapmakla mükellef olduklarını, yaptıkları
amellerden sorgulanacaklarını, hayır yapmışlarsa hayır, şer yapmışlarsa şer
ile cezalandırılacaklarını bilirlerdi. Melekleri “Hameletu’l-Arş”, “Hafeze” ve
“Mukarrabin” olmak üzere kısımlara ayırıyorlardı. Kulların Allah’a karşı
ibâdet etmekle mükellef oldukları inançlarına binâen abdest ve gusül alırlar
ve namaz kılarlardı. Ebû Zerr ve Kus bin Said el-Eyadi’nin câhiliye döne-
138 79/Nâziât, 24
139 9/Tevbe, 31
140 43/Zuhruf, 9
• 87 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
minde namaz kıldıkları sâbittir. Güneşin doğuşundan batışına kadar oruç
tutuyorlardı. Aşure günlerinde oruç tutmak âdetleriydi. Zekât verip itikâfa
girerlerdi. Hatta Hz. Ömer (r.a.) câhiliyye döneminde nezir yaptığı itikâfı
hakkında nasıl bir tutum sergileyeceğine dair Peygamberimiz’e bir soru
sormuştur. Misafirperverlik yapıp fakirlere sahip çıkarlar, sıla-i rahim’de
(akraba ziyaretlerinde) bulunurlardı.
Hz. Aişe (r. anhâ) anlatıyor: “Dedim ki Ey Allah’ın Rasûlü, İbn Cüd’an
câhiliye devrinde sıla-i rahimde bulunur, fakirlere yedirirdi. O bundan fayda
görecek mi? Rasûlullah (s.a.s.) şu cevabı verdi: “(Hayır!) İyiliklerinin ona
bir faydası olmayacaktır. Çünkü o bir gün bile ‘Yâ Rabbi, kıyâmet günü günahlarımı
bağışla’ dememiştir.”
Câhiliye Arapları hac ibâdetini yerine getirirler, haram ayların hürmetine
inanırlardı. Kısas yaparlar, diyet verirlerdi. Zina ve hırsızlık gibi suçlara
gereken cezaları uygularlardı. Hatta hırsızlık yapanların ellerini kesiyorlardı.
Kişinin kendi annesiyle, kızıyla, halasıyla, teyzesiyle evlenmesini haram
görüyorlardı. Üç talakla boşanıyorlar, ihrama girip hac ve umre ibâdetini
yaptıktan sonra Safâ ile Merve arasında yedi kere sa’y yapıyorlardı. Ölülerini
yıkayıp kefenliyorlar, üzerlerine cenaze namazı kılıp öyle defnediyorlardı.
Misvak kullanıyorlar, koltuk altı ve diğer temizliklerini yerine getiriyorlar,
Hz. İbrahim’in sünnetini ihyâ etme adına çocuklarını sünnet ettiriyorlardı.
Rasûlullah (s.a.s.) Mekkeli müşrikleri Hz. İbrahim’in dinine dâvet ettiğinde
onlar kendilerinin Hz. İbrahim’in dini üzerinde olduklarını iddia
ediyorlar, ibâdet ettikleri putlarına yaratma ve emir noktasında bir pay
ayırmıyorlar, fakat Allah’a yaklaşmak amacıyla putlarına ibâdet ettiklerini
söylüyorlardı:“Biz onlara (putlara) ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye
ibâdet ediyoruz.” 141
Bununla beraber Mekkeli müşrikler, yetki ve otoriteyi Allah’a tahsis etmiyorlar,
kendi hevâ ve heveslerinden uydurdukları kanunlarla toplumlarını
yönetmeye kalkışıyorlardı. Bu açıdan bakıldığında Mekkeli müşriklerin
çağımızın müşrikleri ile bir farklarının olmadığı âşikârdır. Zira Mekkeli
müşrikler de günümüzün laikleri gibi Allah’ın varlığına ve birliğine inanıyorlar,
ancak bu inanışla beraber yaşam biçimlerine, devlet yönetimleri-
141 39/Zümer, 3
• 88 •
Ahmed Kalkan
ne Allah’ı karıştırmıyorlardı. Mekkeli müşrikler de Hz. İbrahim’in dinine
tâbi olduklarını iddia ediyorlar, bununla beraber günümüzde Hz. Muhammed’e
iman ettiğini iddia eden laikler gibi onlar da muvahhid Müslümanlara
karşı savaş açıyorlardı. Yine çağımızın laikleri gibi onlar da birtakım
amelî ibâdetlerde bulunuyorlardı. Günümüzün laik ve demokratları da bir
taraftan kendileri bazı ibâdet türlerini yerine getirirlerken, sistemlerine zarar
vermediği sürece toplumlarının da birçok ibâdeti yerine getirmesine
izin verirler. Fakat her iki müşrik taifesi de yetki ve otoriteyi Allah’tan gasp
ederek, kendilerinin tekeline alma bakımından ortaktırlar. Câhiliye döneminin
müşrikleri ile günümüzün laikleri bu açıdan fikir, itikad ve düşünce
bazında bütünüyle aynı konumdadırlar. Sadece isimleri farklıdır. Onların
ismi müşriktir. Bunların ismi ise laik ve demokrattır. Mâlum olduğu üzere
isim müsemmâyı değiştirmez. Dolayısıyla günümüzün laik demokratlarına
çağdaş müşrikler demek, kanunlarını icra ettikleri parlamentolarına çağdaş
Dâru’n-Nedve demek yerinde olacaktır.
Aslen tarih boyunca gelip geçmiş müşrik ve mürtedler sağlıklı bir şekilde
tanınmazsa, günümüzün müşrik ve mürtedlerini doğru tanımak da
mümkün olmayacak, bunun doğal neticesinde ise küfür ve iman hükümleri
de birbirine karışacaktır.
Tarihin akışıyla beraber birçok İslâmî kavram tahrife uğradığı gibi, rab
kavramı da bu süreçte büyük bir tahrife uğramış, gerçek ve aslî anlamı kaybettirilmiştir.
Bugün rab denildiği zaman, insanların zihninde âdeta hiçbir
şey oluşmamakta, sadece “rabbimiz Allah’tır” şeklinde içeriği bütünüyle
boş, kendileri açısından anlamsız ifadeler dillendirilmiş olmaktadır. Bunun
doğal sonucunda ise halk, hayatlarının her alanında Allah’tan başka rabler
edinirler, ancak bunun farkına dahi varmazlar.
Bilinmelidir ki, rabb kavramının Kur’an’da karşımıza çıkan en önemli
anlamlarından bir tanesi yönetici, emir ve otorite sahibi demektir. Naziat
Suresi’nde geçtiği üzere Firavun’un rablik iddiası da tamamen bu yöndedir.
“(Firavun dedi ki:) Ben sizin en yüce Rabbinizim.” 142 Said Havva bu âyetin
tefsirinde şöyle demektedir: “Anlaşıldığı üzere o toplumda Firavunla
beraber ibadet edilen birçok put varmış. Fakat Firavun kendisini onlardan
142 79/Nâziât, 24
• 89 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
daha üstün görmekte ve böylece egemenliğin Allah’a mahsus olduğunu kabullenmemektedir.”
Tarih boyunca küfürde haddi aşan hiçbir kimse genel olarak kendisinin
âlemlerin rabbi, yaratıcısı ve terbiye edicisi olduğunu iddia etmeye kalkışmamıştır.
İnsanlık tarihinde hemen hemen hiçbir Allah’ın kulu kendisinin
(hâşâ) Allah olduğu iddiasını ortaya atmamıştır. Zira herhangi birisi çıkıp
insanlara rableri ve yaratıcıları olduğunu iddia etse idi, o zaman herkes tarafından
reddedilecekti. Çünkü böyle bir iddianın kesinlikle kabul görmesi
söz konusu bile değildir. Çünkü böyle bir iddia sahibine insanlar direkt
olarak itiraz ederler ve “sen de bizim gibi bir insansın. Sen de bizim gibi
bir anne ve babadan doğmasın. Adın bizim adımız gibidir” diyerek iddia
sahibini reddeder, hatta onunla dalga bile geçerlerdi. Bununla beraber gerek
Firavun’un gerekse Firavun’dan önce ve sonra yaşayan tüm Firavunların
bu noktada temel iddiaları yönetim, otorite ve idare noktasındadır. Bakınız
Kasas Suresi’nin 28. âyetinin açıklamasında Fahruddin Râzi şöyle demektedir:
“Firavun kendisinin ilâh olduğunu söylemektedir. Bu hususa gelince,
bil ki, bununla kastedilen, Firavun, kendisinin göklerin, yerin, denizlerin,
dağların ve insanların zatlarını ve sıfatlarını yarattığını iddia etmemiştir.
Çünkü bunun imkânsız olduğunu bilmek için pek zeki olmaya gerek yok.
Dolayısıyla bu hususta şüphe etmek, aklının noksanlığına delil olur. İlâh
ise, ibâdet edilendir. O halde Firavun, bir yaratıcının olmadığını ileri sürerek,
insanların mükellefiyetlerinin, sadece meliklerine itaat etmeleri ve
onun emirlerini dinlemeleri olduğunu söylüyor. İşte Firavun’un ulûhiyyet
iddiası ile kastedilen, çoğu kimsenin sandığı gibi, onun, göklerin ve yerin
yaratıcısı olduğunu iddia etmesi değil, mâbud olduğunu iddia edişidir. Biz,
özellikle, Tâhâ sûresinde, “Siz ikinizin Rabbi kim, Ey Mûsâ?”143 âyetinin tefsirinde,
Firavun’un Allah’ı bildiğini ve bu sözü, kavminin câhil ve ahmaklarına
yutturmak için söylediğini anlatmıştık.”
Yine aynı şekilde Nâziât Sûresi’nde Firavun’un rablik iddiasını Fahreddin
er-Râzi şöyle tefsir etmektedir: “Firavun’un bu sözünün anlamı şudur:
‘Halkım üzerinde benden başka hiç kimsenin bir emir ve yasak koyma hakkı
yoktur.”
143 20/Tâha, 49
• 90 •
Ahmed Kalkan
İşte bugün en büyük sorun bu noktada oluşmaktadır. İçinde yaşadığımız
toplum Kur’anî kavramlardan ve geçmiş dönemde yaşayan Firavun
ve Nemrutlardan habersiz olduğu için günümüz Firavun ve Nemrutlarını
tanıyamamaktadır. Bu cehâlete binâen tarih boyunca hiçbir Firavun’un Allah
olduğu yönünde bir iddiası olmamasına karşılık günümüzde toplum
içerisinde hoca ve âlim geçinen kimseler Firavunları halka bütünüyle yanlış
tanıtmışlar, Firavunların sanki her şeyin yaratıcısı olduklarını iddia ettiklerini
insanlara anlatmışlardır. Bu tavırlarıyla da Firavunluğun ve Nemrutluğun
açık olan kapısının kapalı olduğu imajını vermişlerdir.
Burada diğer bir husus ise şudur: Kur’an’a baktığımızda Firavun’un
sadece iki kere ilâhlık ve rablik iddia ettiğini görmekteyiz. Bunlardan ilki
Kasas Suresi’nde ikincisi ise Nâziât Suresindedir. Bununla beraber günümüzün
Firavunları sabah-akşam rablik iddiasındadırlar. Beşerî kanunların
hâkim olduğu parlamentolarında gece-gündüz kanun çıkarmaları, televizyon
karşısına geçerek halkı, toplumu en iyi kendilerinin idare edebileceklerini
iddia etmeleri apaçık olarak rablik iddiasından başka bir şey değildir.
Bilinmelidir ki, geçmişte yaşamış Firavunlar mertçe ortaya çıkıp düzenlerini,
düşünce sistemlerini, otoritelerini sürdürmek için iddialarını
ortaya koyuyorlardı ve dinî esasları istismar etmiyorlardı. Buna karşılık günümüz
Firavunları toplum içinde hâkimiyetlerini ve otoritelerini korumak
için böyle rablik ve ilâhlık iddiasında bulunmuyor, bulunamıyorlar. Zira
bugün hangi idareci ortaya çıkıp “sizin en iyi rabbiniz benim” derse toplum
tarafından bütünüyle dışlanır. Bunu çok iyi bilen çağdaş Firavunlar böyle
bir iddiada bulunmayıp kendilerini Müslüman gibi sunmaktadırlar.
Bilindiği gibi rab kavramı Kur’an’ın en önemli kavramlarından bir tanesidir.
Hatta “Allah” kelimesinden sonra Kur’an’da Allah’ın ismi olarak en çok
tekrarlanan rab kelimesidir. Allahu Tealâ kitabına “Hamd âlemlerin rabbi
olan Allah’a mahsustur”144 diyerek başlarken, “Ben insanların Rabbine sığınırım”
145 diyerek bitirmekte, girişte ve bitişte rab kavramını zikretmektedir.
Bununla beraber Kur’an’ın ilk inen âyetinde de rab kavramı karşımıza çıkmaktadır:
“Yaratan rabbinin adıyla oku”146
144 1/Fâtiha, 1
145 104/Nâs, 1
146 96/Alak, 1
• 91 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Rab kavramının Kur’an’da bu kadar çokça zikredilmesinin üzerinde
durmak gerekir. İşin aslını, tekrarın hikmetini ve sırrını ancak Allahu Teâlâ
bilir. Ancak bununla beraber dünya gezegeninde insanların çoğunun hadlerini
aşarak rablik iddiasında bulunmaları, bu kavramın neden bu kadar
önemli olduğunu ve çokça zikredildiğini bizlere göstermektedir. Allahu
Teâlâ insanların genelde hadlerini aşarak yönetme ve idare etmede söz sahibi
olacaklarını, kendilerini otorite kabul edeceklerini, buna paralel olarak
kendi kafalarından uydurdukları kanunlarla insanları sevk ve idare etmeye
çalışacaklarını ve böyle rablik iddiasında bulunacaklarını bildiği için Kitabında
devamlı sûrette bizlere kendi rabliğini hatırlatmaktadır. Diğer bir
ifadeyle Allahu Teâlâ bizlere devamlı sûrette şöyle seslenmiş olmaktadır:
“Ey kullarım! Sizin gerçek rabbiniz, kanun koyucunuz, idare ediciniz, otorite
sahibiniz ancak ve ancak Benim. Sakın ola ki, Bana ait bu vasıfları kendi
üzerinizde görerek rablik iddiasında bulunmaya kalkışmayın ve yine Bana
ait bu vasıfları kendiniz gibi bir beşere tahsis ederek Benden başkasını rab
edinmeyin.” 147
Rab
Kur’ânî bir terim olarak Rab; varlıklar âlemîni yaratan, terbiye ederek
geliştiren, onları maddî ve mânevî olgunluğa götüren, terbiyenin bütün gereklerine
mâlik ve her şeye sahip olan Allah anlamına gelmektedir. Allah’ın
umumi isimlerindendir. Kur’an’da Allah lafzından sonra en çok kullanılan
isimdir; 968 defa geçer. Nüzul sıralamasında ilk âyette kullanılan isim/sıfat,
Rab ismi olduğu gibi, Kur’an’ı açtığımızda bizi ilk karşılayan Fâtiha’nın
başlangıcında da yine O’nun onlarca ismi arasından seçilerek başa alınan
Rab ismidir.
“Rab” kelimesi, terbiye eden ve yetki sahibi anlamında Arapça bir isimdir.
Bu kelime aynı zamanda, ıslah etmek, üzerinde tasarrufta bulunmak,
kemâle erdirmek, efendi olmak, sorumluluğunu yüklenmek, başkanlık
yapmak, mâlik ve sahip olmak, sözü dinlenmek, itaat edilmek, üstünlüğü
ve otoritesi kabul edilmek gibi anlamlara da gelir.
147 Alaaddin Palevi
• 92 •
Ahmed Kalkan
Rab, sadece terbiye eden (mürebbî) anlamında olmayıp, yardım etmek,
yol göstermek, tasarruf etmek, korumak, her şeye hâkim olmak, emretmek
ve yasaklamak, sakındırmak gibi terbiyenin bütün gereklerine sahip olabilmeyi
de ifade etmektedir. Bunun için rab denilince, sadece terbiye ve mâlik
olma durumları değil; her şeye sahip olan ebedî ve sonsuz kudret sahibi
Allah anlaşılmalıdır. Bu özelliğinden dolayı rab kelimesi, Allah’tan başka
varlıklar için, bir şeye izâfe edilmeden tek olarak kullanılamaz.
Burada yaratıcımız, kendisini tanımak isteyenlere “Rab olan Allah” biçiminde
tanıtıyor. Allah, tek Rabbimizdir, yani O bizi yaratıp da bırakıvermedi.
Yarattığı bütün varlıkları terbiye ediyor, tekâmüle erdiriyor. Devamlı,
yeniden yaratıyor, geliştiriyor. Prensip ve kanunlarıyla iyiye, hayra, güzele
yönlendiriyor. Varlıklarda, özellikle canlılarda gördüğümüz tekâmül ve değişim,
O’nun rabliğinin göstergesidir. Bu âyette O’nun rabliğinin büyüklüğünü
gösteren bir açıklama da var: “Âlemlerin Rabbi olan” O’nun rabliği,
O’nun tek İlâh olmasının en vazgeçilmez vasıflarından birisidir.
Âlem
Alâmet ve nişan koymak anlamındaki a-l-m kökünden türemiş olan
âlem, Yaratıcının varlığına delâlet eden, O’nun bilinmesini sağlayan şeylere
denir. Âlem terimi, maddî ve mânevî bütün varlıkları kapsar; tabiat
âlemi, akıl âlemi, İslâm âlemi gibi. Kur’ân-ı Kerim’de âlem kavramının çoğulu
olan âlemîn kelimesi birçok yerde kâinat ve insan topluluklarını ifade
etmek için kullanılmıştır. Rabbi’l-âlemîn tâbiri ise, Allah’ın canlı ve cansız
tüm varlıkların sahibi olduğunu ifade eder.
(El-Âlemîn): Âlemîn, bir cins isim olan âlem kelimesinin çoğuludur.
Aslında âlem kelimesi de çokluk ifade eder ve aynı kökten gelme bir tekil
biçimi yoktur. Raht ve enâm kelimeleri gibi.
Ebûssuud Efendi bu kelimeyle ilgili olarak “Âlem, hatem ve galip kelimeleri
gibi, onunla bilinen şeyin ismidir. Yüce Yaratıcımızı tanıtan, gösteren
varlıklardan her birisine âlem denir” der.
İbn Cevzi’ye göre, “Âlem kelimesi, Arap diline vâkıf olanlara göre Allah’ın
(c.c.) yarattığı ilk varlıktan son varlığa kadar bütün mevcûdâta veri•
93 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
len isimdir. Mütefekkirlere göre yerde, gökte ve kâinatta bulunan varlıkların
hepsine âlem denir.”
Âlem kelimesinin kökü hakkında iki görüş vardır. Birincisi lügatcıların
(dil bilginlerinin) görüşüdür. Buna göre âlem kelimesi “ilim” kelimesinden
türemiştir, ikincisi de mütefekkirlerin görüşüdür. Bu görüşe göre âlem kelimesinin
kökü, “alâmet” kelimesidir. 148
Kâinattaki her varlık ayrı ayrı yönetici, yaratıcı ve hâkim olan Allah’ı
(c.c.) gösterir, O’na işaret eder. İbn Abbas’a göre “âlemîn”den kasıt insanlar,
cinler ve meleklerdir. 149
Ferrâ ve Ebû Ubeyde’ye göre ise insanlar, cinler, melekler ve şeytanlardan
meydana gelen akıl sahibi dört sınıfa “âlem” denir. Zira bu kelimenin
“âlemîn” biçimindeki çoğul şekli Arap dilinde özellikle akıl sahipleri için
kullanılır.150
Âlimlerin bir kısmı ise insanlar, cinler, melekler, hayvanlar, bitkiler ve
cansız varlıklar gibi mahlûkatın her sınıfının birer âlem olduğu görüşündedir.
Fâtiha sûresinde “Rabbi’l-âlemîn” ifadesinin kullanılması bütün bu
sınıfları ihtivâ ettiği içindir.
Rabbi’l-âlemîn
Tüm âlemleri yaratan, geliştiren ve ihtiyaçlarını gideren Allah’tır.
“Âlemlerin Rabbi” ifadesi İslâm’ın evrenselliğini de vurgulamaktadır. Rabbimiz,
herkesin, tüm insanların, tüm varlıkların Rabbidir. Tüm yaratıklar
aynı Rabbin kullarıyız. Bu ifade, varlıklarla ortak dil, ortak eylem sahibi
olduğumuzu vurgulamış oluyor. Tüm varlıklar O’na kulluk/ibâdet ediyorlar,
O’nu rab kabul ediyorlar.151 İşte evrenle, tüm yaratıklarla uyum ve kardeşliğimiz,
aynı Rabbin kanun ve otoritesine (rabliğine) boyun eğdiğimiz,
O’nu âlemlerin Rabbi olarak benimsememizde açığa çıkıyor. İşte tevhid,
işte evrensellik!
148 İbn Cevzi, a.g.e., c. 1, s. 12
149 Ebu Hayyan, el-Bahru’l- Muhît, c. 1, s. 18
150 Kurtubî, a.g.e., c. 1, s. 138
151 17/İsrâ, 44
• 94 •
Ahmed Kalkan
“Âlemlerin Rabbi”: Evrende büyük bir nizam, uyum ve yardımlaşma
göze çarpmaktadır. Karada, denizde, dağda, ormanda yaşasın; bazı canlıların,
diğer canlılar aleyhine aşırı üremeleri söz konusu değil. Bütün canlılar,
intizamlı şekilde çoğalıyorlar. Erkek-dişi oranları da, bütün hayvanların
yaşadığı yerlerde en uygun tarzda. İnsanların erkek ve dişi oranları da, akıl
almaz şekilde her ülke ve her yerleşim biriminde birbirine oranlı. Büyük bir
düzen göze çarpıyor. Gökte eksiklik, aksaklık yok; yerde, “tabiat kanunları”
denilen, bizim “sünnetullah” demeyi tercih ettiğimiz Rabbin kanunları
tıkır tıkır işliyor. Dünya, içindekilerle birlikte en güzel misafirhane olarak
yaratılıp insanın hizmetine verilmiş. Problemler, fesat ve fitneler, Allah’tan
ve O’nun yolundakilerden kaynaklanmıyor. Tam tersine Allah’ı tanımayanlar,
O’nun düzenini bozmaya çalışıyorlar. “İnsanların bizzat kendi işledikleri
yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, fesat çıktı ki Allah yaptıklarının
bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” 152
On Sekiz Bin Âlem
Kur’anda geçen “Rabbu’l-âlemîn” tâbirinde, eski âlimler bunu on sekiz
bin âlem olarak açıklar ve halk arasında da “on sekiz bin âlem” deyimi yaygındır.
Bu ifade kesretten kinâyedir, yani çokluk ifade eder. Varlıkları canlı,
yarı canlı ve cansız olarak üç âlem şeklinde düşünebileceğimiz gibi, bunlardan
her birini de binlerce, milyonlarca alt birime ayırabiliriz. Hatta her bir
insan bile tek başına bir âlem sayılır.
Farklı sınıflandırmalarla âlemlerin sayısı da değişir. Meselâ, varlık âlemini
“gayb ve şahâdet âlemi (görünmeyen ve görünen âlem)” şeklinde sınıflandırdığımızda
on sekiz bin âlem ikiye, iki ana gruba iner.
Yani Arap edebiyatında 7, 70, 700, 7.000, 70.000 veya 18.000, 28.000 gibi
sayısal ifadeler çokluğu ifade etmek içindir. Hâlbuki âlimlerimizin çoğuna
göre her bir insan her bir hayvan her bir bitki veya her bir melek her bir cin
bir âlemdir. Hatta her bir hücre başka hücrelere benzememesi dolayısıyla
bir âlemdir. İşte Allah “âlemlerin Rabbidir” veya “ey rasûlüm! Seni âlemlere
rahmet olasın diye gönderdik” gibi Kur’ânî ifadeler tamamıyla tüm kâinatı
152 30/Rûm, 41
• 95 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
ve içindeki her bir hayat sahibini, hatta cansız zannedilen tüm yaratıkları
da içerisine almaktadır.
Âlem; cihan, kâinat, dünya ve Allah’tan gayrı her şey mânâlarına gelir.
Ayrıca halk ve topluma da âlem denir. “On sekiz bin âlem” tabiri Fâtiha
Sûresindeki “Rabbi’l-âlemîn” ifadesinin tefsirlerinde geçer. Tefsirlerimizde
âlemlerin sayısı on sekiz bin ile yirmi sekiz bin arasında değişir. Klasik değerlendirmede,
kâinata âlem-i ekber (büyük âlem), insana da âlem-i asğar
(küçük âlem) denmektedir. Kâinat ile insan arasında çok yakın bir irtibattan
dolayı da kâinata insan-ı ekber tabir edilir. İnsana küçük âlem denmesindeki
sebep, kâinatta ne varsa insanın maddî ve mânevî dünyasında da az
çok o şeyin var olmasıdır.
Demek ki kâinatta insan, dünya, gezegenler, yıldızlar ve galaksiler gibi
bir görünen âlemler var, bir de görünmeyen âlemler vardır.
Meselâ sadece yıldızlara ve yıldız topluluğu olan galaksilere bakalım.
Kâinattaki galaksilerin durumu büyük bir çayırda bir çimen yaprağının
durumundan farklı değildir. Dünyanın en güçlü optik teleskopu olan ve
Amerika’da bulunan Mount Palomer Rasathanesindeki 200 inçlik Hale Teleskopunun
gözlem sahası içine 800 milyon galaksi girmektedir. Ya bütün
kâinatta ne kadar galaksi var? Belki yüz milyar, belki daha fazla. Bu konuda
tahmin yürütmek bile imkânsız. Çoğunluğu 100 milyar civarında yıldız bulunduran
bu sayısız galaksiler içinde bin milyardan fazla yıldızı bulunanlar
da vardır. Bu yıldızların her birisi güneşten binlerce kat büyüklüktedir.
Bir de yeryüzüne inelim. Yeryüzünde bulunan canlı ve cansız sayılan
her bir tür varlık birer âlem: Ağaçlar, çiçekler, böcekler, kuşlar, balıklar vesaire
bütün varlıklar birer âlem. Ya görünmeyen âlemler. Dünyada mevcut
olup da göremediklerimiz: “Âlem-i ziya (ışıklar âlemi), âlem-i hararet (ısılar
âlemi), âlem-i hava, âlem-i kehriba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i
esir...”
Dünyada olmayan âlemler: Ölen insanların ruhlarının bulunduğu
Berzah âlemi, ruhanî varlıkların, meleklerin ve cinlerin bulunduğu ruhlar
âlemi. Göremediğimiz, işitemediğimiz gayb âlemi. Âhiret âlemi: Cennet,
Cehennem ve binlerce âlemler... Ruhlar âlemi ile şehâdet âlemi (görebildiğimiz
âlem) ve misâl âlemi.
• 96 •
Ahmed Kalkan
Şimdi âlemleri nasıl tasnif edeceğiz? Sayısını nasıl tespit edeceğiz? 18
bin mi, 18 milyon mu, 18 milyar mı? Demek ki sayısını ancak Allah bilir.
“On sekiz bin âlem” tabiri kesretten kinaye, yani çokluğu ifade etmektedir.
153
Cenâb-ı Hak bu hadsiz-hudutsuz kâinatı hadsiz, hesapsız âlemlerin iç
içe bulunduğu bir gül goncası gibi yaratmıştır. Biz farkındayız veya değiliz;
milyarlarca âlem birbiri içinde, birbirine yakın veya birbiriyle temas halinde.
Meselâ ışık âlemi, harâret âlemi, hava âlemi, enerji âlemi, elektrik âlemi,
cezbe âlemi, esîr âlemi, misâl âlemi ve berzâh âlemi birbiri içinde veya
birbirine yakın bulunmalarına rağmen aralarında sürtüşme ve yer darlığı
yoktur. Hepsi ihtilâlsiz küçük bir yerde bir arada bulunabilmektedirler. Pek
geniş gaybî âlemlerin de bu yerkürede bir arada bulunduklarını söylemek
mümkündür. Hava âlemi ve su âlemi, insanlık âlemi ile iç içedir. Işığın geçmesine
cam engel değildir. Röntgen ışını, katı cisimlerden rahatlıkla geçebilmektedir.
Demirin içine harâret akar; akla bilgi nûru nüfûz eder; melek
rûhu engel tanımaz; elektriğin cereyânı akışkan maddelerden akar gider.
Bu kesif şehâdet âleminde rûhânîler, cinler, melekler, insanlar, hayvanlar ve
bitkiler âlemi ayrı ayrı şartlar içinde; ayrı ayrı âlemlerde; ama aynı kürede
bir arada yaşayabilmektedirler.
“On sekiz bin âlem” tâbiri İslâm literatürüne çokluktan kinâye olarak
girmiştir. Yoksa sayı ile on sekiz bin adet âlem var demek değildir. Bu tabir
genellikle tefsirlerde Fâtihâ Sûresindeki “Rabbi’l-âlemîn” âyetinin tefsîrinde
geçmekte; tefsirler, bu âyetteki “âlemîn”, yani “âlemler” lâfzını on sekiz
bin sayısı ile tefsir ederek, Cenâb-ı Hakk’ın böyle hadsiz âlemlerin Rabbi
olduğunu ifâde etmeye çalışmaktadırlar.
Rakam üzerinde net ve sahih bir nass olmadığından, rakama takılıp
kalmamakta fayda vardır. Günümüzde artık rakamlar için sonsuzluk kavramını
keşfeden matematik ilmi, bizi, bu âyetin tefsirinde de hiç olmazsa
“sonsuz âlemlerin” var olduğu neticesine götürmelidir. Göklerdeki sadece
günümüze kadar müşâhede edilebilen sekiz yüz milyon galakside bulunan
katrilyonlarca dev yıldızın her birisini; yerdeki kuşlar, kurtlar, böcekler, sinekler,
balıklar, bitkiler, ağaçlar dâhil milyonlarca cins mahlûkatın her birisini;
ve nihayet milyarlarca insanın her birisini birer âlem olarak kabul
153 Mehmed Paksu
• 97 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
edecek olursak; yalnız şu cümlede bile “on sekiz bin” sayısından kat kat
fazla sayısız âlemin varlığı üzerinde tefekkürümüzü yoğunlaştırmış oluruz.
Burada önemli olan, böyle sayısız âlemlerin her birisinin idaresinin, terbiyesinin
ve tedbîrinin Cenâb-ı Hak tarafından tanzim edildiğini bilmemiz
ve itikat etmemiz; yani tevhid inancını rencide edecek düşüncelere idrâkimizde
ve zihnimizde yer vermememizdir.
Bir kısım tefsirlerde geçen bu on sekiz bin âlem ifadesi, o müfessirlerin
kendi keşiflerine, delillerine ve meşreplerine dayanarak yazdıkları bir
mânâdır ve çokluğu ifade etmek amacıyla kullanılmıştır.
Her bir galaksi, belki her bir yıldız aslında birer âlemdir. Galaksiler açısından
bakıldığında yüz milyarlarca, yıldızların sayıları açısından değerlendirildiğinde
ise kentrilyonlarca âlem olduğu söylenebilir.
Yeryüzündeki her bir bitki ve hayvan türü de birer âlemdir. 1995 yılında
1.500 bilim adamının Birleşmiş Milletler Çevre Programı “UNEP”
için yaptığı tahminlere göre dünyada 14 milyon tür bulunduğu ve bunun
sadece 1.7 milyonu bilimsel olarak tanımlandığı ve isimlendirildiği belirtilmiştir.
Henüz tanımlanamayan türlerin çoğunun ise mikroorganizmalar ve
mantarlar olduğu düşünülmektedir. Bilim Teknik dergisinin 1988 yılındaki
bir sayısında ise bilim adamları tarafından toplam 1.762.000 türün tanımlanmış
olduğu bilgisine yer verilmiştir. Ancak bu rakamlara tropik ormanlarda
30 milyon türü olduğu sanılan böceklerin dâhil edilmediği notu da
eklenmiştir. Bu bilgileri dikkate aldığımızda milyonlarca bitki ve hayvan
türü sayısınca farklı âlemlerin varlığı ilmen görülmektedir. Tüm bu farklı
âlemleri idare ve terbiye eden bir Yaratıcı’nın “Rabbü’l-âlemîn” unvanı ise,
milyonlarca tür aynasında görkemli bir şekilde görülmektedir.
Başka bir açıdan ise, her bir insan küçük bir âlemdir. Dolayısıyla şu gün
için altı milyardan fazla farklı âlem ve bu âlemlerin terbiye edicisi, Rabbi
olan Allah’ın varlığı söz konusudur.
“Rabbü’l-âlemîn” tabiri “doğrudan doğruya her âlem Cenâb-ı Hakk’ın
rubûbiyetiyle idare, terbiye ve tedbir edilir” anlamına gelir. Galaksilerden
yıldızlara, yeryüzündeki bitki ve hayvan türlerinden her bir insana kadar
her şey Cenâb-ı Hakk’ın terbiye, idare ve kontrolü altındadır.
• 98 •
Ahmed Kalkan
Bu perspektiften bakılmaya çalışıldığında on sekiz bin rakamı çok küçük
bir sayı olarak kalacaktır. Cenâb-ı Hak yalnız on sekiz bin âlemin değil,
belki katrilyonlarca, kentrilyonlarca farklı âlemlerin Rabbidir, denilebilir.
Âlemler on sekiz bin ile sınırlı değildir. Allah’ın âlemleri çoktur. Arapçada
yedi, yetmiş, yedi yüz ve yedi bin tabirleri gibi 18 bin âlem ve 28 bin
âlem gibi tabirler kesretten kinâyedir. Çokluğu ifade etmek içindir.
Âlemler ayrıca, âlem-i mânâ, âlem-i âhiret, âlem-i melekût, âlem-i
sahve, âlem-i rûhânî gibi binlerce âlem daha vardır. İnsanlık ilmen terakki
ettikçe nice âlemler keşfedecektir. Âhirette de Allah’ın cennette ve cehennemde
ve bunların dışında nice âlemleri vardır. Elbette bu hususları ancak
Allah bilir. Allah’ın işlerini ve âlemlerini elbette Allah bilir. Bize de Allah’ın
büyüklüğüne iman düşer. Biz aklımızla ve duygularımızla Allah’ın işlerini
sınırlayamayız, idrâk edemeyiz. “Onlar Allah’ı (Allah’ın kudret ve azametini)
hakkıyla bilemediler.” 154
Allah’ın Âlemlerin Rabbi Olması
ile Ortaya Çıkan Sonuçlar
1- Âlemlerin Rabbi olan Allah, bir ve tektir, O’ndan başka Tanrı yoktur.
Çünkü birden çok tanrının oluşu ile düzen ve güzellik bozulurdu. Allah,
Rab oluşuyla kâinattaki düzeni ve güzelliği sağladığı ortaya çıkar.
2- Allah’ın yaratmasının sürekli olduğu için bütün varlıkları koruyup
gözetmesinin devam ettiği ortaya çıkar.
3- Allah, âlemlerin Rabbi olmasıyla terbiye eder ve böylece eğitmek için
kurallar gönderir, din gönderir ve insanın dünyada nasıl yaşayacağını bildirir.
4- Allah’ın Rab olması, O’nun ilminin ve kudretinin sonsuz olduğunu
gösterir. Çünkü kontrol ve gözetleme bilgi ve güç ile olur.
154 39/Zümer, 67
• 99 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
5- Allah’ın Rab olması, O’nun bizimle ilgilendiğini, bize nimetler verdiğini
bizi sevdiğini, duâmıza cevap verdiğini ortaya koyar. Bundan dolayı
Allah’a şükretmemiz gerektiği ortaya çıkar.
6- Allah’ın âlemlerin Rabbi olması İslâm dininin evrensel olduğunu
gösterir. Çünkü İslâm, yahûdiler gibi Allah’ı bir ırka, bir kavme tahsis etmez.
Allah, herkesin rabbidir.
Allah, âlemlerin Rabbidir. Her varlığın geçek sahibi Allah’tır. Varlıkların
tümünü yaratan, eğiten, geliştiren, besleyen yegâne Rab Allah’tır. Allah’tan
başka ma’bud kabul edilecek hiçbir varlık olamaz. Sevilerek kendisine ibâdet
ve itaat edilecek tek rab ve ma’bud ancak Allah’tır. Rubûbiyet ve ülûhiyet
sadece O’nun hakkıdır. İnsanlığın ilerlemesi ve medenîleşmesi, Rabbini
tanımasıyla mümkündür. Allah’ı tek ve gerçek Rab olarak tanımak; O’nun
emir ve hükümlerine göre yürümek, Allah’a güvenerek başkalarının arzusunu
O’nun emrinden üstün görmemek, O’nun hükümlerine uymayan
her düşüncenin ve her işin bâtıl olduğuna inanmak demektir. Allah’ın yegâne
rab olduğuna inanmak; her işi yönetip tanzim edenin, yine her şeye
sonsuz kudretiyle gâlip olanın ancak Allah olduğunu kabul etmek demektir.
İnsana yakışan, bütün evrenin ve kendisinin yaratıcısı, sahibi, rızık vericisi,
yetiştiricisi olan Allah’ı tek rab kabul edip O’na ibâdet ve itaat etmektir.
Allahım! Yalnız Senden yardım diler, yalnız Sana kulluk ederiz. Seni
sığınak, barınak, tutamak bilir “yâ Allah” deriz. Şeytandan Sana sığınır “e’ûzu
billâh” deriz. Her işe Seninle başlar “bismillâh” deriz. Nimet verdiğinde
gönülden şükrederiz. Versen de alsan da “el-hamdu lillâh” deriz. Hayran
kaldığımızda “mâşâAllah”, pişman olduğumuzda “estağfirullah” deriz. Sevindiğimizde
“Allahu ekber”, üzüldüğümüzde “innâ lillâh...” deriz. Bir işi
arzu ettiğimizde “inşâAllah”, bir işi başardığımızda “bi-iznillâh” deriz. Güçlük
karşısında “lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh, söz verdiğimizde “vallah ve
billâh” deriz. 155
155 M. İslamoğlu, Allah, s. 149
• 100 •
Ahmed Kalkan
Rahmân; dünyada herkese geniş merhamet.
Rahîm; âhirette her mü’mine sınırsız nimet.
Ya Rahmân, sen rahîmsin, bizi affet!
- 3. Âyet -
 الرَّ حَْنِ الرَّحِي ِ
Rahîmdir :  أَلرَّحِي Rahmândır : أَلرَّ حَْنِ
“O, Rahmândır, Rahîmdir.” (1/Fâtiha, 3)
Allah Rahmândır
“Rahmân”, rahmetten sıfat mânâsı ifade eden Allah’ın yüce isimlerinden
biridir. Çok merhamet sahibi anlamındadır. Rahmân, tam mânâsıyla
Türkçe’ye veya başka bir dile tek kelimeyle tercüme edilemez. Esirgemek,
acımak, bağışlamak, affetmek vs. bu kelimeyi tam anlamıyla karşılayamaz.
Çok merhametli diye noksan bir şekilde tefsir edilebilirse de tam tercüme
edilemez. Rahmân, Allah’ın hem sıfatı, hem de bir özel ismidir. Er-Rahmân:
Ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve rahmet irâde buyuran,
sevdiğini, sevmediğini ayırt etmeyerek bütün varlıklara sayısız nimetler
ihsan buyuran demektir.
Rahmân sıfatı, peygamberler dâhil, hiçbir insan için kullanılamaz.
Çünkü karşılıksız ve kayıtsız şartsız rahmet ve merhamet ifade eden Rahmân
sıfatını, insanın fıtrî yapısı kaldıramaz. Çünkü insan, böyle bir merhameti
gösterme gücüne, yarâdilışı icabı sahip bulunamaz. Dostları kadar
düşmanlarına, kendisine inananlar kadar kendisini inkâr edenlere de rahmet
ve merhamet gösterebilmek ancak ulûhiyetin şânındandır.
• 101 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
O Aynı Zamanda Rahîmdir
Er-Rahîm: Çok merhamet edici, verdiği nimetleri iyi kullananları
daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırıcı demektir.
Kur’ân-ı Kerim’in 115 âyetinde büyük çoğunluğu çok bağışlayıcı anlamına
gelen ğafûr sıfatı ile birlikte olmak üzere rahîm sıfatı kullanılmıştır.
Bu da Allah’ın ne kadar bağışlayıcı ve merhametli olduğunu gösterir.
Er-Rahmân ism-i şerifinden Allah Teâlâ’nın ezelde bütün yaratıkları
için hayır ve rahmet irâde buyurduğu anlaşılıyordu. Er-Rahîm ism-i şerifi
ise, yarattıkları arasında irâde sahipleri için kat kat rahmet-i İlâhiyyeyi ifade
eder. Yani, insandan başka her varlık kendisi için tayin edilen sınır içinde
kendisine verilen nimetlerden yaratılışı sevki (içgüdü) ile faydalanır ve
o sınırdan dışarı çıkmazken; irâde sahibi olan insanlar için terakki imkânı
verilmiştir. Bu imkân, fıtrî nimetleri arttırma ve ebedîleştirme imkânıdır.
Çiğneyip geçtiğimiz ottan, rüzgâr dalgalarına kadar her şey, bizim hayır
ve mutluluğumuza yarayan nimet hazinesidir. Yine, yaratılışımızda, başka
varlıklara verilmeyen birçok yeteneğin verilmesi ve tabiat kanunlarının âzat
kabul etmez köleler gibi bize bağlı ve emrimize hazır olması, hep o şânı büyük
Rahmân’ın lütuf ve ihsanlarının eseridir. Her şeyde, tabii kendimizde
de gizlenmiş olan bu sayısız nimetleri meydana çıkarmak ve onlardan faydalanmak
için çalışacağız. Bütün yeteneklerimizi işleteceğiz. Bu takdirde
gayretlerimizin boşa gitmeyeceğini bize müjdeleyen işte bu, Er-Rahîm
ismidir. Çünkü bu isme göre, her gayret, bir mükâfatla karşılanacaktır.
Er-Rahmân, Er-Rahîm isimleri iki türlü rahmet ifade eder. Er-Rahmân
isminin ifade ettiği rahmet, hiçbir şarta, hiçbir gayret ve irâdeye bağlı olmayarak
ihsan edilen rahmettir. Bu öyle geniş bir rahmettir ki, bütün varlıkları
kaplar. Bunda çalışan çalışmayan, suçlu itaatli, imanlı imansız ayırt
edilmez.
Er-Rahîm isminin ifade ettiği rahmet ise, Rahmân’ın lütfu olan rahmeti
iyiye kullanarak çalışanlara bir mükâfat olmak üzere verilen rahmettir ki,
en az bire on’dur. Çalışanın ihlâsındaki kuvvete göre Allah’ın daha fazla ve
hatta sınırsız ve hesapsız mükâfatları da vardır. İşte, gayr-ı meşrû arzulara
kapılmamanın, kötülükten korunmanın önemi bu yüzdendir. İyi bilmek ve
unutmamak lâzımdır ki, ister dünya için, ister âhiret için olsun çalışanlarla
• 102 •
Ahmed Kalkan
çalışmayanlar eşit muâmele görmeyeceklerdir. 156 Rahmân olan Allah (c.c.)
mü’mine iki göz verip de kâfire tek göz vermemiştir. Ellerimiz, dillerimiz,
ayaklarımız mü’min kâfir ayrımı olmaksızın aynıdır. Rahmân olan Allah
havayı kimsenin tekeline bırakmamıştır. Mü’minle kâfir bunlardan her
hangi bir ayrıma tabi olmadan yararlanıyor, bazı insanların kör, topal, sağır
olarak yaratılmaları da hem kendilerine hem başkalarına rahmet olabilir.
Biz bunu çoğu zaman bilemeyebilir, fark edemeyebiliriz. Asıl olan sıhhattir.
Hastalık ârızîdir, geçicidir. Sağlık bizim için rahmettir. Ama hastalık da birçok
rahmete vesile olabilir.
Düşünelim ki doktor, hastalarına baklava dağıtırken iki tanesine baklava
vermiyor. O iki hasta yalvarıyor yırtınıyor ama doktor vermiyor. Dışarıdan
birisi doktorun haksızlık yaptığını, o iki hastaya bir kastı olduğunu
zannediyor. Doktordan durumu sorduklarında ise o ikisinin şeker hastası
olduğu veya tatlı şeylerin o hastalar için zararlı olduğu belli oluyor.
Kehf Sûresi’nde Allah (c.c.) “Mûsâ âleyhisselamla bir sâlih kulun yolculuğunu
anlatır. Mûsâ (a.s.) ile o sâlih zat (Hızır olduğu rivâyet ediliyor)
bir gemiye binerler. O sâlih zat gemide hasar meydana getirir. Mûsâ (a.s.)
“Niçin gemiye zarar verdin” diye sorduğunda cevap vermez. Uzun bir yolculuktan
sonra yaptıklarının hikmetini Mûsâ’ya açıklar. “Gemi fakirlerin idi.
Arkadan gelmekte olan bir kral (korsan) o gemiyi gasp edecekti. Ancak ben
onu ayıplı hale getirince gasp etmedi.”157 der.
Körler vakfını kuranlar, verem, kanser hastaneleri ve araştırma merkezlerini
kuranlar ve buralara mal bağışlayanlar genelde kendisi veya ailesi
bu tür hastalıklara tutulan kişilerdir. İşte Allah böylece bilinmeyen yerden
bize ve tüm insanlığa yardımcı olmakta ve böylece bu zengin hastaların
bağışları neticesinde bu daldaki bilgi de gelişmektedir.
Ayrıca isyanın faydası da yoktur.
İki körden ikisi de tedavi yollarından ümidi kesince birisi “Allah’a şükür
ki kulağım duyuyor, halkın ve Hakkın kelamını işitiyorum. Gözlerimle
haramı görmüyorum diyor ve rahat ediyor. Diğeri ise isyan ediyor ve iki
dünyasını da karartıyor.
156 A. Osman Tatlısu, Esmâü'l-Hüsnâ, Yağmur Y., s. 37
157 18/Kehf, 79
• 103 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
İnsanlık, isyanla değil, verilen emanetleri verildiği doğrultuda kullanarak
dünyada gönül rahatlığı, âhirette Rabbin rızâsını ve cennetini elde
etmeye çalışmalıdır.
Akıllar Denk Olsaydı?!
“Mademki Allah Rahmân’dır, dünyada kullar arasında ayırım yapmaz,
niçin akıllar insanlarda eşit değil?” diyorlar.
Eğer akıllar ve bedenî güçler bütün insanlarda eşit olsaydı, ilim gelişmez,
keşifler yapılmazdı. Evlerin planı, rengi, bahçeler, yollar aynı tip ve
aynı renk olur, hayat çekilmez hale gelirdi.
Güreşler, koşular, bilgi yarışları yapılmaz, heyecan, zevk, neşe denen
şey olmazdı. Çünkü güçler ve akıllar eşit. Herkes aynı saniyede aynı metreyi
koşacak, rekorlar, rekabetler olmayacaktı. Bir güle bakan binlerce kişi aynı
kelimelerle aynı vezinde aynı şiiri yazacaktı.158
Rahîm
Âhirette mü’minle kâfiri ayırt eden, mü’mine Cenneti veren Allah (c.c.)
Rahîm ismi celâliyle rahmet edecektir.
Rahîm, mazlumların son sığınağıdır. Bu dünyada insanların haklarını
yiyen, Hakka karşı gelen, halka zulmedenler para, makam ve unvanlarıyla
dünyada cezalarını çekmeden giderlerse de âhirette mallar evlatları, orduları
servetleri onlara fayda vermeyecektir.
Rahîm ismi zâlimler, kâfirler için tehdit, mü’minler ve mazlumlar için
ise teselli ve sığınaktır. Rahmân ve Rahîm’e iman eden bir insan, Allah’ın
yeryüzüne indirdiği rahmetten yararlanır ve yaratıklara rahmet nazarıyla
bakar. Civcivini korumak için aslana karşı duran tavuk, yavrusu için kartala
kanat çırpan serçedeki rahmet bizde de vardır.
158 Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 67
• 104 •
Ahmed Kalkan
O madenimizi işletirsek insanları imansızlaştırıp Cehenneme atılmasına
sebep olan ateistlere, insanların elinde avucunda ne varsa sömüren kapitalistlere
karşı çırpınır ve bir çıkış yolu buluruz.
Yaratılmışlara rahmet nazarıyla bakacağız. Rahmân’ın rahmetinden
ümit kesmeyeceğiz. Allah Rahîm’dir diyerek tembelliğe de düşmeyeceğiz.
Çünkü O, aynı zamanda din gününün sahibidir.159
Yüce Allah’ın Rahmân ve Rahîm sıfatları bize eğitimde önemli ipuçları
vermektedir. Aynı zamanda bu iki kavram Kur’an ahlâkının iki anahtar
terimdir. Yüce Allah merhamet sıfatından insanlara da bir cüz verdiği için,
Kur’an ahlâkı ile ahlâklanacak kişiler, eğitimciler, ana babalar, halkın, öğrencilerin
ve çocukların meselelerini merhamet dairesi içinde ele almalı ve
çözümlemelidirler. Yukarıdakilerin aşağıdakilere revâ görecekleri muâmelenin
başı ve sonu merhamet olmalıdır. Siyasetin, eğitimin ve iş hayatının
temelleri merhamet üzerine kurulmalıdır. 160
Rahmân-Rahîm kavramlarının kökü ra-hi-me fiilidir. Bu kelimeden
rahmet, merhamet, Rahmân ve Rahîm kavramları türemiştir.
(Ra-hi-me) merhamet, inâyet, lütuf, rahmet, şefkat, rikkat sahibi olmak,
cezasını hafifletmek, cezasını affetmek, salıvermek, esirgemek, kıyamamak
mânâlarına gelir. Bir kimseye (Rahimekellâhu) demek, “Allah sana
merhamet etsin” demektir. Bu kavramın diğer bir mânâsı da, insanların
birbirlerine karşı anlayış göstermeleri, birbirini sevmeleri ve birbirine saygı
duymalarıdır.
(Rahm) ise, döl yatağı, akrabalık, hısımlık, birbirine benzerlik, (rahmet)
ise, acıma, rikkat, şefkat, insan anlayışı, duygusallığı, şefkati ve merhameti
demektir. Bu durumda (Rahîm) merhametli, şefkatli, acıyıcı; (Rahmân) da
çok çok merhametli anlamlarına gelmektedirler. (Rahmân), sadece Allah’a
ait merhameti ifade etmektedir.
İsfehânî, rahmet, Rahîm ve Rahmân kavramlarının mânâsını ve aralarındaki
ilişkiyi şöyle anlatmaktadır: Rahmet, merhamet olunana iyiliği
gerekli kılan bir kalp yumuşaklığıdır. Rahmet, ihsandan soyutlanmış sade-
159 Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 67-68
160 Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/96.
• 105 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
ce kalp yumuşaklığı için kullanıldığı gibi, rikkatten ayrı tek başına iyiliği
de ifade etmektedir. Meselâ, (Allah filana merhamet eylesin) derken, iyilik
Allah’a isnat olunmuştur. Bu ifadeden sadece iyilik/ihsan murat edilmiştir,
kalp yumuşaklığı değil. Başka bir ifadeyle iyilik, Allah’a isnat edilir, ama
kalp yumuşaklığı edilmez. Allah’tan olan rahmete, lütuf ve ihsan denir. İnsanlar
için ise rahmet, kalp yumuşaklığı ve şefkat manasına gelmektedir.
Hz. Peygamber şöyle demiştir:
Allah merhameti, yani sıla-i rahimi yaratınca, ona şöyle dedi: “Ben
Rahmân’ım, sen de rahimsin. İsmini Benim ismimden türettim. Sıla-i rahim
yapana, Ben de sıla-i rahim yaparım. Sıla-i rahmi kesenin ben de neslini keserim.”
Demek ki rahmet, iki ana mânâyı kapsamına almaktadır: Kalp yumuşaklığı161
ve ihsan. Rikkati (kalp yumuşaklığını) Allah, insanın yaratılışına
koymuş, ihsanı da kendine özgü kılmıştır. Bundan dolayı, Rahmân ismi
sadece Allah’a, Rahîm ise başkasına da isnat edilebilir.
Şimdi Kur’an’a göre, Rahmân ve Rahîm isimlerinin ne anlama geldiğini
açıklayabiliriz:
Ra-hi-me kavramının çeşitli anlamları bulunmaktadır. Buna göre:
1) Kötülüklerden Korumak
“Bir de onları her türlü kötülüklerden koru. O gün sen kimi kötülüklerden
korursan, muhakkak ki ona merhamet etmiş olursun. Bu en büyük kurtuluştur.”
162
Melekler, insanlar için Allah’a yalvaracaklardır. Bu yalvarışın üçüncü
basamağını yukarıdaki âyette görmekteyiz. Melekler, Allah’ın insanları kötülüklerden
korumasını, O’nun rahmet edici özelliğine bağlamaktadırlar.
Kötülüklerden arınmak, aynı zamanda insanlar için büyük kurtuluştur.
İnsanı koruyup kurtuluşa erdirme faaliyeti, Kur’an’da, rahmetine mazhar
etme mânâsını ifade etmektedir. Böylece kötülüklerden koruma da merhametin
kapsamına girmektedir.
161 Râgıp el-İsfehani, el-Müfredât, s. 191
162 40/Mü'min, 9
• 106 •
Ahmed Kalkan
2) Sıkıntıya Girmek
Bu anlamda ra-hi-me kavramı, psikolojik bir özellik taşımaktadır. Allah
kuluna acıyınca, onun iç sıkıntısını giderir. Bu da kulu için büyük bir
ihsandır:
“Eğer onlara acıyıp, içinde bulundukları sıkıntıyı giderseydik…” 163
Yüce Allah’ın kuluna acımasını, merhametinin özünü teşkil etmektedir.
Rahmet
“Rahmet” şeklinde kullanıldığı zaman bu kavram, şu anlamlara gelmektedir:
A) Yumuşaklık
İnsanların birbirine yumuşak davranması, Allah’ın rahmetinin bir gereği
olmaktadır: “O vakit Allah’tan bir rahmet gereği onlara yumuşak davrandın).”
164
İnsanların yumuşaklık özelliğini kazanmaları büyük bir erdemdir. İnsanın
sosyal mânâda en büyük ürünü, toparlayıcı ve birleştirici olmasıdır.
165
B) Allah’ın Merhameti
“Âyetlerimize iman edenler sana geldiğinde onlara de ki: ‘Selâm size!
Rabbiniz merhamet etmeyi kendine yazdı, yani kendine özgü kıldı.” 166
Âyette geçen Allah’ın nefsi ifadesi Allah’ın zatı mânâsına, yazdı ifadesi
de kullarına rahmet etmeyi kendisine görev ve ilke edindi anlamına gelmektedir.
163 23/Mü'minûn, 75
164 3/Âl-i İmran, 159
165 Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Y., c. 1, s. 114
166 6/En'âm, 54
• 107 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Bu rahmetin gereği olarak Allah’ın ne yaptığının cevabını, bir üstteki
âyetin devamında bulmaktayız: “Gerçek şu ki: Sizden kim, bilmeyerek bir kötülük
yapar, sonra ardından tevbe edip de kendini ıslah ederse, bilsin ki Allah
çok bağışlayan, çok acıyandır.” 167 Demek ki ‘affetmek’ ve ‘acımak’ sıfatları
Allah’ın rahmetinin bir gereği olup tevbe edip kendini düzeltmeye karar
veren insanı affedip bağışlamak, Allah’ın rahmetinin eseridir.
C) Azaptan Kurtarmak
“Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi
yalanlayıp iman etmeyenlerin kökünü kestik.” Rahmet denen değeri meydana
getiren özlerden biri, belâyı ortadan kaldırmak veya belânın içinden çekip
çıkarmaktır. Cezayı hak edenlerle etmeyenleri ayırıp, hak edene yakışan
muâmelede bulunmaktır.
D) Sıkıntıdan Sonra Gelen
İnsanların yaptıklarından dolayı başlarına bazı sıkıntılar gelir. Bu sıkıntılar,
tabiat kanunları gereği olabileceği gibi, sosyal ve psikolojik nedenlerden
dolayı da olabilir. Deprem, kıtlık, salgın hastalık, sosyal hayattaki
ilişkilerin bozulması gibi olaylar, insanlara büyük sıkıntılar verebilir. Yüce
Allah bu sıkıntının ardından, o insanlara esenlik, yani ferahlık verir. İşte sıkıntının
kalkıp peşinden esenliğin gelmesine, “rahmet” denmektedir. Buna
şu ayeti örnek olarak verebiliriz:
“Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet tattırdığımız
zaman, bir de bakarsın ki ayetlerimiz hakkında onların bir tuzağı
vardır.”168
E) İlahî Vahiy Rahmettir
Yüce Allah’ın insanları bilgilendirmesi, onlara rehber ve şifa olacak bilgiyi
göndermesi bir rahmettir. Kur’an kendini bir rahmet olarak tanımlamaktadır:
“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerindekine bir şifa,
mü’minler için bir rehber ve rahmet gelmiştir.” 169
167 7/A'râf, 72
168 10/Yunus, 21
169 10/Yunus, 57
• 108 •
Ahmed Kalkan
Bu ayette Kur’an’ın dört önemli özelliği sıralanmıştır: öğüt, şifa, rehber
ve rahmet. Konumuz rahmet olduğu için ayetteki rahmet kavramı üzerinde
duracağız. Ayetteki rahmet, İlâhî bilginin insanın ruhunu aydınlatan nurudur,
cehalet bulutlarının kararttığı gönül ekranını temizleyip aydınlatan ve
aklın önünden cehalet perdesini kaldıran bilginin ışığını temsil etmektedir.
Bu bilgi insanları kemâle erdirmekte, yüceltmekte ve inceltmektedir. Bu
özelliği ile rahmet ismini almaktadır. Yağmur bir rahmettir. Suyun yeryüzüne
bir değişim, yeşillik ve bereket getirdiği gibi, İlâhî bilgi de insanların
gönüllerine ve sosyal hayata aynı değişimi, aynı bereketi ve aynı gelişimi
temin etmektedir; ki bu da rahmettir.
Bilgi, ferdin ve toplumun hayatına bir farklılık getirmekte, onu zenginleştirmekte
ve problemlerini çözmektedir. Ferahlık, zenginleşme ve çözüm,
aslında rahmetin hücre yapısını teşkil etmektedirler. İnsanları bilgilendirdikçe,
onlara ilahî rahmetin içine sokuyoruz demektir. İnsana ferahlık, yani
sevinç :etıren bilgi, rahmetin ta kendisidir. Bu konuda Allah şöyle buyurur:
“De ki: “Allah’ın lutfu ve rahmetiyle, işte yalnız bunlarla sevinsinler.
Bu onların toplayıp durduklarından daha değerlidir.” 170Ayet, ilahî lütuf ve
rahmetin, yani ilahî bilginin, dünyevî olan maddî değerlerden daha üstün
olduğuna işaret etmektedir. Kur’an denen ilahî bilginin üstünde başka bir
değerin olması mümkün değildir. Onu öğrenip ona sahip olmakla, insan
sevinmeli ve ferahlık duymalıdır. Çünkü o bilgi, insan ruhunun sevinci, ferahlığı,
saadeti ve rahatlığıdır. Nerede sevinç, ferahlık, mutluluk ve rahatlık
varsa, orada ilahî rahmet var demektir.
F) Şefkat Bir Rahmettir
Ana-babanın çocuklarına karşı gösterdikleri şefkatin adı rahmettir.
Yüce Allah, ana-babanın şefkatine karşılık, çocuklarından da aynı muameleyi
onlara göstermelerini istemektedir: “Ana babana rahmetten oluşan
tevazu kanatlarını ger.”171
Âyette cenâh (kanat) kavramı kullanılmak suretiyle bir benzetme yapılmaktadır;
şöyle ki: Kuş, yavrularını nasıl kanatlarının altına alır ve onları
170 10/Yunus, 58
171 17/İsrâ, 24
• 109 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
himaye ederse siz de ana-babanıza, onları kanatlarınız altına almak ve himaye
etmek suretiyle şefkat gösterin; merhamet edin.
Ayette geçen rahmet kavramını, şefkat mânâsına alabiliriz. Bu durumda
âyet: “Şefkatten oluşan tevazu kanatlarını ger” anlamına gelmektedir.
İdarecilerin halka, işverenlerin işçilere, öğretmenlerin öğrencilere, çocukların
anne-babalarına şefkatle muâmele ettiği bir toplum, İlâhî merhamet
ve lutfu celp eder.
G) Hz. Muhammed Bir Rahmettir
“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”172 Hz. Peygamber
rahmettir, ama Rahmân değildir. Bir insan olması sebebiyle Yüce Allah Hz.
Peygamber’e Rahmân değil, rahmet sıfatını vermiştir. Rahmâniyetin bir
parçası olan rahmet, insana izafe edilebildiği için, Hz. Peygamber’in rahmet
olduğu bildirilmiştir.
Yukarıda, âlem kavramının kâinatın bütününü ifade ettiğini söylemiştik.
Burada ise âlemler kavramı Hz. Peygamberle birlikte kullanılarak,
onun âlemlere rahmet olduğu belirtilmektedir. Peki Hz. Peygamber hangi
âlemlere rahmettir?
“Allah âlemlerin rabbi’dir” ifadesindeki âlemîn kelimesi, daha farklı bir
mana kazanmaktadır. “Hz. Muhammed âlemlere rahmettir” ifadesinde ise,
âlem’e daha dar bir mânâ yüklenmektedir. Burada âlemler ibaresi ‘insanlar’
ile ‘cinler’i kapsıyor; dolayısıyla Hz. Peygamber’in akıl, irade ve sorumluluk
taşıyan varlıklara rahmet olduğunu ifade ediyor olabilir. Hz. Peygamber’in
rahmetinin nerelerde tezahür ettiğinin veya işlevini nasıl gerçekleştirdiğinin
cevabını şu âyette bulabiliriz: “Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi
okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size kitabı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi
öğreten resul gönderdik.” 173
Yağmur rahmettir, çünkü temizleyicidir. Peygamber de rahmet olduğu
için insanların gönüllerini temizlemektedir. Bu ayet, Hz. Peygamber’in rahmet
olmasını, rahmet olma işlevini izah etmektedir. O, insana bilmediklerini
öğreterek cehalet bulutunu temizlemekte, kitabı ve hikmeti öğreterek
172 21/Enbiyâ, 107
173 2/Bakara, 151
• 110 •
Ahmed Kalkan
de ruhlarını arındırmaktadır. Bilgiyi insanların gönlüne yağmur damlaları
gibi indirerek oradaki manevî kirleri temizlemektedir. Bu da onun rahmet
olma özelliğinin tezahürüdür.
Hz. Peygamber affedici olduğu ve insanlara Allah’tan af dilediği için de
rahmettir: “Şu halde onları affet; bağışlanmaları için Allah’a duâ et.” 174
Affedici olmak büyük bir erdem, ama başkasının affı için dua etmek
daha da büyük bir erdemdir. Bu iki erdem bir araya gelince rahmet meydana
gelmektedir.
İnsanların düştüğü sapıklıktan kurtuluş yolu bulamadıkla bir dönemde,
onlara hakikatin yolunu gösterdi, Allah katında ödüllendirilmenin yollarını
tanıttı, helâl ve haram kavramlarını öğretti; taklidin, inat ve kibrin kötülüklerini
ve tahribatını gösterdi. İyinin ne olduğunu, doğruya nasıl ulaşılacağını,
hak kavramının yollarına nasıl girileceğini ve hakkın bayrağının
nasıl ayakta tutulacağını öğretti; akılla gönlü birleştirdi, aklı en büyük olarak
öne çıkararak bilginin uğruna neler yapılacağını gösterdi. Bütün bunlar
Hz. Peygamber’in maddî ve mânevî bir rahmet olduğunun tezahürleridir.
Hz. Peygamber rahmettir; çünkü onun bulunduğu yerde, Allah halkı
toplu halde helâk etmez: “Hâlbuki sen onların içindeyken Allah, onlara azap
edecek değildir. Onlar istiğfâr ederken, affedilmeleri için duâ ederken de Allah
onlara azap edici değildir.”175 Yüce Allah, daha önceki peygamberlerin
dönemlerindeki halkın tamamını helâk etmiştir. Bu kanunu, Hz. Muhammed’in
rahmet olması nedeniyle kaldırmıştır. Peygamber olması nedeniyle
toplu helâkin kaldırılması, onun rahmet olduğunun en önemli delilidir.
İnsanların problemlerini çözdüğü, müjdelediği, uyardığı, Allah’ın izniyle
Allah’a çağırdığı ve aydınlatıcı bir ışık olarak gönderildiğinden176 dolayı
da Hz. Peygamber bir rahmettir.
174 3/Âl-i İmrân, 159
175 8/Enfâl, 33
176 33/Ahzâb, 45-46
• 111 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
H) Af Bir Rahmettir
Rahmet Allah’a izafe edilince af şeklinde tercüme edilebilir: “De ki: “Ey
kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin!
Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan
ve çok merhamet edendir.” 177
Aleyhine haddi aşmak, günah işlemek demektedir. Günahkârlık psikolojisi
içinde olan insanın en önemli özelliği, affedilip edilmeyeceğini kestirememesi
ve bu nedenle de ümitsizliğe düşmesidir. Allah’ın rahmetinden
ümidinizi kesmeyin ifadesindeki rahmet kavramı af yerine kullanılmıştır.
Af, günahları temizlemesi sebebiyle yağmuru andırdığı için Allah ona rahmet
ismini vermiştir.
I) Rahmet Kurtuluşa Götürür
İlâhî rahmet bir kurtuluştur. Mü’minler, kâfirlerin belâsından Allah’ın
rahmeti sayesinde kurtulabilirler: “Bizi rahmetinle o kâfir kavimden kurtar.”
178
Hz. Mûsâ’nın toplumu, duâlarında kurtuluş ile rahmeti bir araya getirmiş,
kâfirler topluluğunun zulmünden ancak ilahî rahmet sayesinde kurtulabileceklerinin
bilincini sergilemişlerdir. Baskıdan, zulümden ve entrikalardan
kurtulma bir rahmettir. Bu, rahmetin sosyal manasıdır.
J) Şeytandan Koruma Rahmettir
İnsanların çok azı şeytanın etkisi altında kalmadan hayatını sürdürebilir.
Şeytan, -etkilemeye gücü yetmediği- bu kimselere muhles (şeytanın
şerrinden kurtulmuş) adını vermektedir.179 İhlâs sahibi kimseleri etki alanına
alamayacağını itiraf eden şeytan, insanların çoğunu etkileyeceğini de
Allah’a karşı ifade etmiştir.
177 39/Zümer, 53
178 10/Yunus, 86
179 38/Sâd, 82-83
• 112 •
Ahmed Kalkan
Bu durumda Yüce Allah, fazlı ve rahmeti gereği ihlâs sahibi kişi ve diğerlerini
şeytana tâbi olmaktan korumaktadır. Bu konudaki âyet şöyledir:
“Onlara güven ve korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar.
Hâlbuki onu, Peygamber’e veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi,
onların arasında işin iç yüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi.
Allah’ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna şeytana uyup
giderdiniz.” 180
Bu ayetten şu çıkıyor; yanlış haber yaymak, işi uzmanına danışmamak
bir şeytan işidir. Bunu yapanlar da şeytana tâbi olmaktadırlar. Yüce Allah’ın
lütuf ve rahmeti devreye girerek insanları şeytana tâbi olmaktan korumaktadır.
Bu mana, ra-hi-me ile rahmeti bir araya getiren öz anlam olmaktadır.
Rahmet kavramı, bu manayı Rahîme’den emmektedir.
Yumuşaklık, azaptan korumak, ferahlık, ilahî vahiy, şefkat, peygamberlik,
af, kurtuluş, şeytana karşı koruma mânâlarıyla rahmet, ‘Rahmân’ kavramının
mânâ örgüsünü meydana getirmektedir.
Rahmân Kavramının Diğer Mânâları
Yukarıda ra-hi-me ve rahmet kavramlarına verdiğimiz manaların hepsi,
Rahmân isminin özünde vardır. Yukarıda değindiğimiz anlamların dışındaki
diğer anlamlan şöyledir:
a) Yaratmak
Yüce Allah, Rahmân isminin gereği olarak yaratır. Kâinat, Rahmân’ın
yaratmasıdır:“Rahmân’ın yaratışında hiçbir bozukluk göremezsin.”181 Bu
mânâsıyla Rahmân, ‘rab’ sıfatına bağlanmaktadır; çünkü rab kelimesinin
mânâlarından biri de ‘yaratmak’tır.
180 4/Nisâ, 83
181 67/Mülk, 3
• 113 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
b) Öğretmek
Öğretme eylemiyle Rahmân ismi, rab sıfatına bağlanmaktadır:
“Rahmân, Kur’an’ı öğretti; insanı yarattı, ona beyanı öğretti.” 182
c) İzin Vermek
Bakara, 254. âyeti ve aşağıda zikredeceğimiz ayetlerden anlaşılacağı
üzere alış-verişin, dostluk ve şefaatin olmadığı o günde, -kimse konuşamayacak-
sadece Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseler
konuşabilecektir: “O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu
kimseden başkasının şefaati fayda sağlamaz.”183; “Rahmân’ın izin verdiklerinden
başkaları konuşamaz, konuşan da doğruyu söyler.” 184
Bu iki âyet Bakara, 254. âyetinin istisnasını belirlemektedir. Zira Bakara,
254. âyetindeki “şefaatin olmadığı” ifadesi, Tâhâ ve Nebe’ sûresinin,
Kendilerine izin verilenler hâriç ifadeleriyle tahsis edilmiştir. Buna göre,
Rahmân’ın izin verdikleri mahşerde konuşacak veya şefaat edecektir. Bu
izin verme işi, Allah’ın Rahmân sıfatının gereğidir.
d) Sevgi Yaratmak
İman edip birbirine karşı iyi davranışta bulunanlar, Rahmân ismini
harekete geçirmekte ve ondan sevgi alıp dönmektedirler: “İman edip, iyi
davranışta bulunanlara gelince, onlar için Rahmân bir sevgi yaratacaktır.”185
Yaratmak, öğretmek, izin vermek ve sevgi koymak gibi faaliyetler, ihsan
manasına gelen Rahmân kelimesinin anlamlandır. Bu eylemler ihsan kavramının
mânâlarını da kapsamaktadır.
Rahîm Kavramının Mânâları
Rahmân ve Rahîm kavramları aynı kökten gelmelerine rağmen, ifade
ettikleri eylem bakımından aralarında fark vardır. Daha sonra izah edeceğimiz
bu farklılıkları ortaya koyabilmek için, burada Rahîm sıfatının ne
anlama geldiğini açıklamak istiyoruz.
182 55/Rahmân, 1-4
183 20/Tâhâ, 109
184 78/Nebe’, 38
185 19/Meryem, 96
• 114 •
Ahmed Kalkan
A) Dölyatağı
Çocuğun yaratıldığı dölyatağına rahim denir. Çoğulu (erhâm)dır. Aşağıdaki
âyetlerde erhâm (rahimler) kelimesi, çocuğun yaratıldığı dölyatağı
için kullanılmıştır: “Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren Allah’tır.”
186“De ki: “Allah onların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin
Rahîmlerde bulunan yavrularını mı haram (Her dişinin neye gebe kalacağını,
Rahîmlerin neyi eksik, neyi ziyade edeceğini Allah bilir. Onun katında her
şey ölçü iledir.” 187
Çocuğun yaratıldığı dölyatağına niçin rahim denmiştir? İnsan yavrusunun
döllendikten sonra hayatını sürdürebileceği, normal sıcaklıkta ve o
dönem için en uygun beslenme ortamı olduğu için ona Rahîm denmiştir.
Anne rahmi, çocuğu bütün etkilerden korur, ona sağlıklı bir ortam hazırlar.
Merhamet de, insanlara annenin rahmi gibi sosyal ve psikolojik bir ortam
hazırlar. Merhamet, ferdin ruhsal yapısını ve toplumsal hayatı dış etkilerden
korur. Bu yönüyle anne rahminin işlevlerini görür. İnsanlığı yeniden
dölleyeceksek, rahmet ve merhamet denen sosyal hayatın döl yatağında
yaşatıp doğurmak zorunluluğu vardır. İnsanın insan olma şeklini Yüce Allah
bize anne rahminde vermektedir. İnsanlar da, insan olma olgunluğunu
merhamet denen sıcak alaka ve yakınlıkta elde edeceklerdir. Çocuğun anneye
en yakın olduğu yere Rahîm dendiği gibi, insanın insana en yakın olduğu
değer de merhamettir. Allah’ı kula en yakın yapan sıfatlardan ikisi de
Rahmân ve rahirridİT. Annenin rahmi gibi bizleri merhamet besleyecek ve
insan olarak yenileyecektir. Anne rahmi çocuğu sarmaş dolaş eder. Rahmet
ve merhamet de insanların sarmaş dolaş olmasını ister. İlahî rahmetin kapsayıcılığını
dikkate alırsak, rahmet ve merhametin bu özelliği ortaya çıkmış
olacaktır.
B) Sevgi (Akrabalık) Bağı
Kökü rahmet olan rahim kavramını, “sevgi bağı” mânâsına gelen (erhâm)
kelimesi anlamına da alabiliriz:
186 3/Âl-i İmran, 6
187 13/Ra'd, 8
• 115 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Allah’ın kitabına göre, akrabalar birbirlerine daha uygundur. Şüphesiz
Allah, her şeyi bilendir.” 188
“İktidarı ele geçirirseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık
bağlarını kesmeye mi çalışacaksınız?” 189
Bu âyetlerde, rahim’in çoğulu olan erhâm kelimesi, akrabalık bağlan
anlamına gelmektedir. Biz buna kısaca, “sevgi bağları” diyebiliriz. Merhameti
yaşatırsak birlik ve beraberliği de yaşatmış oluruz. Merhametin olmadığı
yerde insanları birbirine bağlayacak güçlü bağlar bulamaz ve oluşturamazsınız.
Rahmet ve merhametiyle Yüce Allah, kullarına ne kadar güçlü
bağlarla muamele ettiğini ifade etmektedir. İşte bu bağlar, bu sıcaklık, bu
kuşatıcılık ve bu koruyuculuk, Allah’a hamdedilmesini gerekli kılmaktadır.
190
Rahmân ile Rahîm Sıfatları Arasındaki İlişki
Rahîm kelimesi, rahmet kavramlarının mânâlarını kapsamına almaktadır.
Rahmân, bütün varlıkları kapsamına alırken ve işin başlangıcını ilgilendirirken,
Rahîm daha çok işin sonunu ilgilendirmektedir.
Rahmân’ın bu dünyada, Rahîm’in âhirette işlerliği devam etmekte ve
edecektir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, âhirette konuşmaya ve şefaat etmeye
izni Rahmân verecektir. “Allah mü’minlere karşı çok merhametlidir”191 âyetinin
kapsamına, âhiretle birlikte dünya da girmektedir.
Rahîm ismi, Rahmân’a göre daha dar anlamlı olmasına rağmen, beşere
de atfedilmektedir: “Andolsun ki kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir
ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere
karşı çok şefkatlidir, çok merhametlidir.” 192
188 8/Enfâl, 75
189 47/Muhammed, 22
190 Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Y., c. 1, s. 121-122
191 33/Ahzâb, 43
192 9/Tevbe, 128
• 116 •
Ahmed Kalkan
Rahîm sıfatı bu ayette, Hz. Peygamber için de kullanılmıştır. Peygamber
Rahmân olamaz, ama Rahîm olabilir. Rahmân’ın rahmeti bir şarta bağlı
değil iken, Rahîm’in rahmeti şarta bağlı olarak gerçekleşir.193
Kullarının bütün ihtiyaçlarını karşılamak ve bunu hiçbir şarta bağlı
kılmadan yapmak, Rahmân’ın rahmetidir. İmanı ve günahkârın tevbe ve
istiğfar etmesini şart koşarak rahmet etmek de, O’nun Rahîm olmasının
gereğidir. Onun için Rahîm sıfatı tek başına kullanılmaz, çeşitli sıfatlarla
birlikte kullanılır. Fâtiha’da Rahmân’dan, başka âyetlerde ise Ğafûr sıfatından
sonra gelmesi gibi.
Rahmân’ın rahmeti yüce nimetler, Rahîm’in rahmeti ise nimetlerin
incelikleriyle ilgilidir; Rahmân’ın kullanılışı özel, ilgi alanı ise geneldir.
Rahîm’in ise kullanılış alanı genel, ilgi alanı özeldir. İşte Allah böyle katmerlenmiş
bir rahmet sıfatıyla vasıflanmıştır. Bu vasıflar, insanlardan ümitsizlik
duygusunu silmek ve onun yerine sonsuz bir iyimserlik duygusunu
koymak için yeterlidir.194
Rahmân; varlıklara hem eşit muamelede bulunur hem de rızkını, yani
rahmetini genel olarak verir. Kullarının psikolojik durum ve davranışlarına
bakmadan muamelede bulunur. Ama Rahîm olma yönüyle, nimetlerinin
daha özel yönleriyle ilgilenir, merhametinin daha küçük hücrelerini gündeme
getirir ve bazı özellikler arar.
Tüm varlıklara yaratılış gayelerine göre kabiliyetler veren, insanlara
rahmetiyle yardım eden Rahmân’a karşı insanın görevi, O’na iman ve tevekkül
etmektir.
Hamd, Allah’a mahsustur. Peki, nasıl bir Allah’a? Âlemlerin rabbi, Rahmân-
Rahîm olan Allah’a. Yaratan, besleyip büyüten ve eğiten, rahmet ve
şefkati çok olan Allah’a hamd edilmelidir. Yüce Allah, varlık âlemi ile, özellikle
insanlarla ilişkisini bu isimleriyle anlatmaktadır. Yaratır ama başıboş
bırakmaz. Rahmetini merhametiyle beraber onlara ihsan eder ve onlara
öyle muâmelede bulunur.
193 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 52
194 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini İslâm Dini, c. 1, s. 54
• 117 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Yüce Allah Rahmânlığını, kâinatın âhenk içinde işleyen kanunları ile
göstermekte ve insana öğretmektedir: “O ki, birbiriyle âhenk içinde işleyen
yedi göğü yaratmıştır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin.
Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar
tekrar çevir bak; göz aciz ve bitkin halde kendine dönecektir.” 195
Yüce Allah varlıklar âlemi ile rab, Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla ilişki
kurarken, terbiye ve gelişmeyi Rubûbiyyet sıfatına yüklemiş, rahmeti
Rahmâniyete, merhameti de Rahîmiyyete tahsis etmiştir. İnsan şahsiyetinin
gelişip dönüm noktasına ulaşabilmesi için Allah’ın terbiyesi, rahmet ve
merhameti şarttır. Eğitilmemiş, rahmet ve merhamet edilmemiş insanın
olgunlaşması ve gelişmesi mümkün değildir.
Bu âyetler insanlık âlemine şu gerçekleri sunmaktadır: İnsanın en çok
ihtiyaç duyduğu veya temel ihtiyaçlarından en önde gelenleri terbiye, rahmet
ve merhamettir. Rahmet ve merhamete dayanmayan eğitim, övgüye
layık değildir. Hal böyleyken, rahmetsiz ve merhametsiz bir dünya oluşmakta
ve eğitimde bu değerler bertaraf edilmektedir. Rahmetsiz ve merhametsiz
bir dünya, kaba, ruhsuz, sevdasız, taşlaşmış ve saldırganlaşmış bir
dünyadır.
Artık Fâtiha sûresinin bu ayetleri, dudaklarımızdan davranışlara, gönüllere
ve hayata inmelidir. Terbiye, rahmet ve merhametin olmadığı toplumlarda,
mutluluğu ve kurtuluşu aramak hayalden başka bir şey değildir.
Rahmet ve merhametin olduğu yerde, aç insanların iniltisi olmaz, yalnız
kalanların feryat sesi duyulmaz, yetimlerin çaresizliğinden eser kalmaz.
Zira böyle bir toplumda insanlar, Allah’ın Rahmân ve Rahîm sıfatlarından
gıdalanmış, Allah’ın rahmet ve merhamet iplerini yeryüzüne indirmiş
ve yeryüzünü bir cennete çevirmişlerdir. Bu insanları Allah da övecektir.
Onun içindir ki, Fatiha suresinin ilk ayetleri, rubûbiyyet, rahmâniyyet ve
rahîmiyyet sıfatları ile açılmakta, besmele bu isimlerle başlamaktadır.
Rahmet ve merhametiyle varlıklara muâmele eden Allah’ın bu uygulamasını,
insanlar yeryüzünde barındırmaz olmuştur. Zulüm, kahır, hakkaniyetsizlik,
merhametsizlik yeryüzünde kol gezmektedir.
195 67/Mülk, 3-4
• 118 •
Ahmed Kalkan
Merhametin çiçeklerine hasret kalınmıştır. İnsanlar, tanrı edindikleri
hevâ ve heveslerine, rahmet ve merhameti kurban etmişler, etmeye de devam
etmektedirler. Merhameti, nefis tanrısına kurban edenlere Allah hayat
hakkı tanımayacaktır. Nefis tanrısının istediği en büyük kurban merhamettir.
Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır: “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.
Onu müttakîlere (şirkten ve haramlardan sakınanlara), zekâtı verenlere ve
âyetlerimize iman edenlere yazacağım.” 196
Zekâtı verenler ifadesinden kasıt, fakirlerin elinden tutan fedakâr insanlardır.
Fedâkâr insanlar merhamet doludur. Sakınanlar da, takvayı ifade
etmektedir. Kendini koruyan insan, Allah’ın rahmetine hak kazanmaktadır.
Nefsin hazcı isteklerine aldırış etmeden, yanlıştan, kötüden, çirkinden, faydasızdan,
suç işlemekten, isyandan ve şeytandan kendini koruyan insanlar,
Allah’ın rahmetini yeryüzüne indirmektedirler.
Ayetlerimize inananlar ifadesinden Allah’ın vahyini kabul eden, inkâr
psikolojisine düşmeyen insanlar kastedilmektedir.
Yüce Allah, yukarıdaki âyette üç grup insana rahmetini yazmakta, yani
onlara rahmetini farz kıldığını beyan etmektedir. Bu üç grup insanın yanında
olmayan insanlar, Allah’ın rahmetini daraltmaktadırlar, günahkâr
olmalarının esas sebebi de budur. İnsanların elinden tutmayan, kötüden
sakınmayan ve doğru iman etmeyen insanlar, ilahî rahmete sırtlarını dönmektedirler.
İşte insanlar esas günahı, İlâhî rahmeti daraltmalarıyla işlemiş
olmaktadırlar.
Yüce Allah’ın insanlara vahiy göndermesi, peygamber görevlendirmesi,
onları azaptan koruması, mutluluk vermesi, şefkat dağıtması, affetmesi,
şeytana tâbi olmalarını engellemesi, yaratması, öğretmesi, şefaat için izin
vermesi, merhamet etmesi, Rahmân ve Rahîm sıfatlarının gereği olmakta
ve onların manalarını doldurmaktadırlar. Yukarıda saydığımız mana ve
eylemler, Allah’tan kullarına doğru olmakta ve insanların birbirlerine karşı
tavırlarını belirlemektedir. 197
196 7/A'râf, 156
197 Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Y., c. 1, s. 122-125
• 119 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Rahmetin İki Çeşidi; Rahmân ve Rahîm
“Rahmân” kullardan bir benzerinin çıkması mümkün olmayan;
“Rahîm” ise, bir benzerinin çıkması mümkün olabilen nimetleri verebilen
demektir. Bu bakımdan birincisi Allah’a hastır, başka hiç kimseye
isim olarak verilemez. Rahîm ise, hem O’na, hem de başkasına denilebilir.
Yine, Rahmân, nimetlerin en büyüğünü; Rahîm ise, en dakîkini (ince,
hassas) verebilen demektir. Rahmân, dünya ve âhirette; Rahîm ise sadece
âhirette merhamet edendir. Rahmân, tüm yaratılmışlara; Rahîm ise sadece
mü’minlere merhamet edendir. Yani, Rahmân, dünyada mü’min, kâfir,
münâfık herkese acıyıp rahmet eden; Rahîm ise âhirette sadece mü’minlere
merhamet eden demektir.
Bir araya gelen bu iki sıfat, Allah’ın rahmetinin varlıkların tümüne
ve bütün tecellîlere/yansımalara şâmildir. Rahmân ve Rahîm sıfatları,
rahmetin bütün anlamlarını, özelliklerini ve sonsuz genişliğini ifade etmektedir.
Cenâb-ı Allah bütünüyle rahmet sahibidir; Rahmet, acıma şefkat
ve rikkat sahibi. Yarattıklarının hayatı için gerekli her şeyi Kendi üzerine
almıştır. Onlara sürekli ihsanda bulunur. Yaratma, rızıklandırma ve nimetlendirme
O’nun Rahmân ve Rahîm oluşunun sonucudur. “Kendi üzerine
rahmet’i yazdı.”198 “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.”199; “Ey Rabbimiz! Senin
rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tevbe eden ve Senin yoluna gidenleri
bağışla, onları cehennem azâbından koru!” 200
Varlıklar, meydana gelirken Rahmân’dan doğan rahmet sâyesinde vücuda
gelirler. Rahîm’den doğan rahmet sâyesinde de büyüyüp ondan faydalanırlar.
Bunun için “Dünyanın Rahmân’ı, âhiretin Rahîm’i” kavramı
meşhur olmuştur. Gerçi Allah, hem dünyanın, hem de âhiretin Rahmân
ve Rahîmidir. Rahmân sıfatı açısından yaratıklar yaratılmış; fakat hiçbirinin
bu konuda fikri sorulmamıştır. Bu açıdan Rahmân’daki rahmetin gerçekleşmesi
bir şarta bağlı değildir. Rahîm’deki rahmetin tahakkuk etmesi
ise kulların dünyada iman ve amel etmeleri şartına bağlıdır. Rahmân’daki
rahmet sâyesinde her yaratılan varlıkta fıtrî ve cebrî olarak bu rahmetin bir
esintisi vardır. Eğer Rahîm sıfatı da böyle olsaydı, dünyada hiç kimsenin
iman, amel, çalışma, bir şeyleri icat etmesi, hayırlı eylemler yapması gibi
198 6/En'âm, 12
199 7/A'râf, 156
200 40/Mü'min, 7
• 120 •
Ahmed Kalkan
şeylere gerek kalmazdı. Böylece dünya hayatı durgunluğa düşeceği gibi,
âhiret hayatı da hüsrâna uğrardı. Yaratılıştan mevcut rahmetle yetinilseydi,
insanlar her yönleriyle durgunluğa girerek, nasıl olsa rahmet geliyor diye
bir taş veya bir hayvan seviyesinde kalırlardı. Rahmâniyetin rahmeti sadece
Allah’a ait iken, Rahîmiyetin rahmetinden bir parça da kullara verilmiştir.
Böylece o durgunluk durumu ortadan kaldırıldığı gibi, bir ananın yavrusuna
merhameti gibi durumlar da sağlanmaktadır.
Cenâb-ı Hak, eşyayı yoktan var ederken âdeta bize demiş oluyor ki, “isteseniz
de istemeseniz de Rahmâniyetimle sizi yaratıyorum. Sizin için gerekli
olan şeylerle varlık ve hayatınızı devam ettiriyorum. Rahmâniyetimle
var ettikten sonra, Rahmâniyetimin kemâlini göstermek için, size Rahîmiyetimle
de bir irâde veriyorum. İrâdenizi kullanmanıza ve kullandığınız
irâdenin çapına göre de öteki âlemde size mükâfat vereceğim. Siz, irâdenizi
kullanmakla bir şekle gireceksiniz. Bu şekil, âhiret âleminde bir kısım nimetlerden
istifade etmeye hazırlanmak demektir. Yeter ki sizler, kendi hevâ
ve hevesinize uyarak, benim rızâ dairemin dışına çıkmayın. Aksi takdirde
orada cezanızın daha ağır olacağını düşünün.”
Düşünmeli ve ona göre davranmalıyız ki, Allah’ın Rahmâniyet ve Rahîmiyetinin
ışığında bizim mazhar olduğumuz lütuflarla, yaptığımız işlerin
birbirine münasip olması gerekir. Allah’ın bizi muhatap olarak kabul etmesine
mukabil, bizim bu iltifatları değerlendirip değerlendirmediğimiz
yönüyle kendimizi devamlı sorgulamalıyız. Rahmân ve Rahîm sıfatlarının
engin ve sınırsız merhameti kuşattığı gibi; bir de küçük bir tekdir, ikaz ve
uyarının bulunduğunu da unutmamalıyız.
Besmelede ve Fâtiha sûresinde “Allah” lafzıyla bütün güzel isimleri
kendinde toplayan zâtın tasarrufunu takdim etmesinden çekinen ve irkilen
insana Yaratıcımız, er-Rahmân ve er-Rahîm isimlerini zikrederek onlara
yakınlık ve güven vermiş oluyor. Sanki bu isimlerle insanın kulağına
şu mânâlar fısıldanıyor: O kadar korkup ürkme. İşin temelinde merhamet
vardır. O, rahmetiyle sizi yaratmış ve yine rahmetiyle hayatınız için gerekli
olan her şeyi hazırlamıştır. Ancak, sadece dünya sizi tatmin edemez. Sizin
için Cemâlullah’ı temâşâ ve bir cennet de lâzımdır. O, Rahîmiyetiyle sizlere
bunu da verecektir. Bir korkudan sonra insanın içinde sıcak bir ünsiyet
meydana getiren bu iki sıfat ne kadar önemli ve bu iki ismin zikredilmesi
ne kadar gereklidir. 201
201 H. Işık, Fâtiha Üzerine Mülâhazalar, Nil A.Ş. Y., s. 157
• 121 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Kur’an’da Rahmet
Kur’an’da rahmet kelimesi, türevleriyle birlikte 339 yerde geçmektedir.
“Rahmân” kelimesi 57 yerde202, “Rahîm” kelimesi de 115 yerde203 tekrar edilir.
Rahmet; rahmet edilene bağış ve lütfu gerektiren bir kalp yumuşaklığı
ve acımadır.204 Rahmetin, Allah için kullanıldığı durumlarda bağış ve lütuf;
kul için kullanıldığı durumlarda ise hem bağış ve lütuf, hem de kalp yumuşaklığı
birlikte kastedilir. Kalp yumuşaklığı, beşerî bir eksikliği de içerdiğinden
Allah’a izâfe edilmemiştir. Allah, rahmetini bağış ve lütuf olarak
ortaya koyar.
Rahmet, Allah’ın ilk ve en belirgin vasfıdır. Azap ve gazap istisna ve
şartlı iken; rahmet ve lütuf genel ve istisnasızdır. “Azâbımı dilediğime isabet
ettiririm. Rahmetime gelince, o, her şeyi topyekün sarıp çevrelemiştir.”205
Ayrıca Allah, merhamet edenlerin en merhametlisi (Erhamu’r Râhımîn)
dir.206 Kur’an’ın Allah’ın rahmetini aklımıza ve düşüncemize nakşetmesinin
amacı, bizde merhamet duygusunu uyandırmak içindir. Rubûbiyet ile diğer
sıfatlar için sık sık yapılan değinilerin amacı da budur. “Onlar ki, bollukta ve
darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutkunurlar, insanları affederler. Allah
da güzel davrananları sever.”207 Şu âyette Cenâb-ı Hakk’ın rahîm sıfatıyla
mü’minlere merhameti açıkça görülür: “O, sizi karanlıklardan nura çıkarmak
için üzerinize melekleriyle birlikte rahmetini gönderir. Allah mü’minlere
çok merhamet eden (rahîm) dir.” 208
202 Rahmân Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 57 Yerde): 1/Fâtiha, 1, 3; 2/Bakara, 163, 13/Ra’d,
30; 17/İsrâ, 110; 19/Meryem, 18, 26, 44, 45, 58, 61, 69, 75, 78, 85, 87, 88, 91, 92, 93, 96; 20/Tâhâ, 5, 90, 108,
109; 21/Enbiyâ, 26, 36, 42, 112; 25/Furkan, 26, 59, 60, 60, 63; 26/Şuarâ, 5; 27/Neml, 30; 36/Yâsin, 11, 15,
23, 52; 41/Fussılet, 2; 43/Zuhruf, 17, 19, 20, 33, 45, 81; 50/Kaf, 33; 55/Rahmân, 1; 59/Haşr, 22; 67/Mülk, 3,
19, 20, 29; 78/Nebe’, 37, 38.
203 Rahîm Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 115 Yerde): 1/Fâtiha, 1, 3; 2/Bakara, 37, 54, 128,
143, 160, 163, 173, 182, 192, 199, 218, 226; 3/Âl-i İmrân, 31, 89, 129; 4/Nisâ, 16, 23, 25, 29, 64, 96, 100, 106,
110, 129, 152; 5/Mâide, 3, 34, 39, 74, 98; 6/En’âm, 54, 145, 165; 7/A’râf, 153, 167; 8/Enfâl, 69, 70; 9/Tevbe,
5, 27, 91, 99, 102, 104, 117, 118, 128; 10/Yûnus, 107; 11/Hûd, 41, 90; 12/Yûsuf, 53, 98; 14/İbrâhim, 36; 15/
Hıcr, 49; 16/Nahl, 7, 18, 47, 110, 115, 119; 17/İsrâ, 66; 22/Hacc, 65; 24/Nûr, 5, 20, 22, 33, 62; 25/Furkan, 6,
70; 26/Şuarâ, 9, 68, 104, 122, 140, 159, 175, 191, 217; 27/Neml, 11, 30; 28/Kasas, 16; 30/Rûm, 5; 32/Secde,
6; 33/Ahzâb, 5, 24, 43, 50, 59, 73; 34/Sebe’, 2; 36/Yâsin, 5, 58; 39/Zümer, 53; 41/Fussılet, 2, 32; 42/Şûrâ, 5;
44/Duhân, 42; 46/Ahkaf, 8; 48/Fetih, 14; 49/Hucurât, 5, 12, 14; 52/Tûr, 28; 57/Hadîd, 9, 28; 58/Mücâdele,
12; 59/Haşr, 10, 22; 60/Mümtehıne, 7, 12; 64/Teğâbün, 14; 66/Tahrîm, 1; 73/Müzzemmil, 20.
204 Râgıb, Müfredât
205 7/A'raf, 156
206 12/Yûsuf, 64, 92; 21/Enbiyâ, 83; 23/Mü'minûn, 109, 118
207 3/Âl-i İmrân, 134
208 33/Ahzâb, 43
• 122 •
Ahmed Kalkan
Allah’ın rahmeti, insanın elde edip biriktirebileceği her türlü değerden
daha üstün ve güvenilirdir.209 O halde, kurtuluşu ümid etme bakımından,
ibâdet ve ameline güvenmekten; Allah’ın rahmetini ümid etmek daha iyidir.
Bu konuda en doğru yol, hem müslümanca ibâdet ve amel sergilemek,
hem de amellerimize değil; Allah’ın rahmetine güvenmektir.
Rahmet; incelik, ihsan, bağışlama, acıyıp esirgeme demektir. Allah’ın
kullarına acıması, onlara sevgi, şefkat ve merhametle muâmele etmesi anlamında
Kur’ânî bir tâbirdir. Allah Teâlâ, kullarına rahmet ve şefkatle davranmayı
Kendisine vâcip kıldığını açıklamıştır: “Rabbiniz, sizden her kim
bilmeyerek fenalık yapar da arkasından tevbe eder ve nefsini düzeltirse, ona
rahmet etmeyi Kendi üzerine almıştır. O, bağışlayan ve merhamet edendir.”210
Rahmet, bütün yaratıkların iyiliğini isteyip onlara yardım etme arzusu duymaktır.
Allah, şânına yakışır bir acıma ve şefkat ile muâmele eder. 211
209 3/Âl-i İmrân, 157
210 6/En'âm, 54
211 Allah’ın Rahmetiyle İlgili Âyet-i Kerimeler
a. Allah'ın Rahmeti: 2/Bakara, 64, 207, 218; 3/Âl-i İmrân, 107; 4/Nisâ, 83, 113; 6/En'âm, 12, 16, 133; 7/A'râf,
63; 11/Hûd, 28, 43, 63; 12/Yûsuf, 53; 17/İsrâ, 100; 18/Kehf, 16, 58, 65...
b. Allah Dilediğine Rahmet Eder: 2/Bakara, 105; 3/Âl-i İmrân, 74; 12/Yusuf, 56; 29/Ankebût, 21...
c. Allah'ın Mü'minlere Rahmeti: 2/Bakara, 157, 178; 4/Nisâ, 175; 6/En'âm, 54; 7/A'râf, 52, 72, 154; 9/Tevbe,
21, 71; 11/Hûd, 58, 66, 94; 33/Ahzâb, 43...
d. Allah'ın Rahmetini İstemek: 2/Bakara, 218, 286; 3/Âl-i İmrân, 8, 159; 7/A'râf, 23, 149, 151; 10/Yûnus, 86;
17/İsrâ, 24, 28, 57; 18/Kehf, 10; 21/Enbiyâ, 83...
e. Allah, Kendisine İtaat Edene Rahmet eder: 3/Âl-i İmrân, 132; 24/Nûr, 56.
f. Allah, Kendi Yolunda Savaşanlara Rahmet eder: 3/Âl-i İmrân, 157; 4/Nisâ, 96.
g. Allah, Kendisinden Korkanlara Rahmet Eder: 6/En'âm, 155; 49/Hucurât, 10; 57/Hadîd, 28.
h. Allah, İyilik Yapanlara Rahmet Eder: 7/A'râf, 56.
i. Allah, Kur'an Okuyana Rahmet Eder: 7/A'râf, 204.
j. Allah, İnfak Edenlere Rahmet Eder: 9/Tevbe, 99.
k. Allah, Tevbe Edenlere Rahmet Eder: 17/İsrâ, 8, 54; 27/Neml, 46.
l. Allah'ın Rahmeti Boldur: 3/Âl-i İmrân, 73; 7/A'râf, 156; 10/Yûnus, 58; 35/Fâtır, 2; 57/Hadîd, 9.
m. Allah'ın Rahmeti Dünyada Herkesi Kuşatır: 7/A'râf, 156.
n. Allah'ın Rahmeti Her Şeyi Kuşatmıştır: 7/A'râf, 156; 40/Mü'min, 7.
o. Allah, Âhirette Kâfirlere Rahmet etmez: 7/A'râf, 49.
p. Yağmur Rahmettir: 7/A'râf, 57; 25/Furkan, 48; 27/Neml, 63; 30/Rûm, 46, 50; 42/Şûrâ, 28.
q. Kur'an Rahmettir: 7/A'râf, 203; 10/Yûnus, 57-58; 12/Yûsuf, 111; 16/Nahl, 64, 89; 17/İsrâ, 82; 27/Neml, 77;
28/Kasas, 86; 29/Ankebût, 51; 31/Lokman, 3; 44/Duhan, 6; 45/Câsiye, 20.
r. Peygamberimiz Rahmettir: 9/Tevbe, 61; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhan, 6.
s. Allah'ın Rahmetine Vesile Aramak: 5/Mâide, 35; 17/İsrâ, 57.
t. Allah'ın Rahmetinden Ümit Kesilmez: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 55-56; 39/Zümer, 53
u. Allah'ın Rahmetinden Ümit Kesenler: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 56; 29/Ankebût, 23; 41/Fussılet, 49.
v. Allah'ın Rahmetini İnkâr (Nankörlük) Etmek: 10/Yûnus, 21; 11/Hûd, 9; 23/Mü'minûn, 75; 30/Rûm, 33,
36; 41/Fussılet, 50; 42/Şûrâ, 48.
• 123 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Hayatın kaynağı da bu İlâhî rahmettir. Yaratılışı düşünecek olursak,
insanı oluşturan sperm ve yumurta, çok sağlam, dış etkenlerden korunmuş
Rahîm denilen çok müsait bir ortamda birleşerek gelişir. Hayatın ilk kıpırtısı,
ancak böyle bir rahmet ortamında başlayabileceği için ona, aynı kökten
türemiş olan Rahîm ismi verilmiştir. Dünyaya gelen her canlı yavrusu
ancak, Allah’ın verdiği nimetler ve ana babasının sevgi ve merhametiyle
gelişip büyüyebilir. Eğer bu merhamet duygusu olmasa, hayatın devamı
mümkün olmazdı. Allah’ın “Benim rahmetim her şeyi içine almıştır.”212 âyeti
bu gerçeği ifade etmektedir. Kadının döl yatağına rahmet kökünden Rahîm
denildiğini söylemiştik. Aynı Rahîmden çıkanlar arasındaki yakınlığı ifade
için ruhm kelimesi kullanılır. “Ruhm yönünden daha yakın.”213 Sıla-i Rahîm
Kur’an’da şiddetle emredilmiştir. Gerek anne-baba, gerekse aynı Rahîmden
çıkanlara karşı rahmetle davranmak, rahîm olmak gerekir. “Ülü’l-erhâm”,
yani Rahîm yönünden birbirlerine yakın olanlar Allah’ın kitabında birbirleri
üzerinde hak sahibidirler: “Rahm sahipleri Allah’ın Kitabı’nda birbirlerine
daha lâyıktır.” 214
Sevdiklerimizden veya tanıdıklarımızdan birinin ya da herhangi bir
yaratığın sıkıntı ve ıstırap içine düşmüş olduğunu öğrenince içimizde bir
üzüntü duyar ve onun haline acırız. İşte merhamet, kalbimizde böyle bir
teessür ile başlar, bu teessürün zorlamasıyla o zavallıyı sıkıntıdan kurtardığımız
zaman sona erer. Sade acımak yeterli değildir. Acıyı giderip ferahlık
vermeye gücü yetmek de gerekir. “Filanca merhametlidir” demek, “acınacak
olaylar karşısında müteessir olur, kederlenir” demektir. Eğer o acıyı gidermeğe
gücü yoksa, sade kederlenmekle kalır, başka bir yardım yapmak
elinden gelmez. Bu durum ise noksan bir merhamettir. Fakat, “falanca merhametlidir,
düşkünlere el uzatır, onlara yardım etmekten, iyilik yapmaktan
zevk alır” demek, merhamet anlamının tam bir ifadesidir. Merhamet, iyilik
yapmayı istemek ve yeri gelince yapabilmek demektir. Makbul olan ve
herkesin sevdiği ve övdüğü meziyet budur. Bu ifadeye göre, merhamette
bir teessür ve infial vardır. Hâlbuki Allah, infial ve değişmeden münezzehtir.
Çünkü bu haller yaratıkların özellikleridir. Onun için er-Rahmân ismi,
hayrı irâde etmek (dilemek) mânâsı ile tefsir edilmiştir.İrâde bir infial değil;
belki bir işi yapmak veya yapmamak şıklarından birini tercih etmek
demektir.
212 7/A'raf, 156
213 18/Kehf, 81
214 8/Enfâl, 75
• 124 •
Ahmed Kalkan
Rahmetin zıddı gazaptır. Halkın isyanı ve verilen nimetleri kendi istekleri
ile kötüye kullanmaları sonucunda, ikinci derecede tecelli eden rabbânî
bir hikmettir gazap. İsyan edenlere karşı gazâbın hükmü olan cezalandırma
olmasaydı, sonunda itaat ile isyanın, imanla küfrün, nankörlük ile şükrânın
farkı olmaması gerekirdi. Bu da hikmete uymayan bir eksiklik olurdu.
Hadislerde Allah’ın Rahmeti
Hz. Peygamberimiz’in hadislerinde Cenâb-ı Hakk’ın rahmet sıfatı açıklanmış,
O’nun kullarına ve bütün yaratıklara olan merhametine yer verilmiştir.
İnsanlarda ve bütün canlılarda bulunan acıma ve merhamet duygusunun
Allah’ın Rahmân sıfatından bir cüz olduğunu Allah elçisi şöyle
ifade buyurmuştur: “Şüphesiz acıma, merhamet duygusu Rahmân’dan bir
cüzdür.”215 Başka bir hadiste rahmetin bütün yaratıkları kapsamak üzere
Arş’ta asılı bulunduğu belirtilir.216 Bir hadis-i kudsîde; “Şüphesiz rahmetim
gazâbımdan öne geçmiştir.”217 Diğer yandan insanların merhametli davranışının
Cenâb-ı Hakk’ın da merhametine sebep olduğu şöyle ifade buyrulur:
“Güçsüzlere merhamet edenlere Rahmân olan Allah da merhamet
eder.”218 “Allah insanlardan ancak merhametli olanları bağışlar.”219 “Merhamet
etmeyen kimseye merhamet olunmaz.” 220
Canlılar, İlâhî rahmetin çeşitli tecellîleri olan ve saymakla bitirilemeyecek
nice nimetler sâyesinde hayatiyetlerini devam ettirirler. “Allah Teâlâ,
rahmetini yüz parçaya ayırdı. Doksan dokuzunu yanında bıraktı, bir parçasını
yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle bütün yaratıklar
birbirine merhamet eder. Hatta yavrulu bir kısrak (dişi at), yavrusunun daha
rahat emebilmesi için bu sâyede ayağını kaldırır.” 221 hadisi, rahmet cevherinin
aslında bir bütün olduğunu, sadece insanlara değil, bütün yaratıklara
verildiğini gösterir. Buna göre, Allah’ın gerçek rahmetinin büyüklüğünü
düşünmek gerekir.
215 Buhârî, Edeb 13; Tirmizî, Birr 16
216 Müslim, Birr 17
217 Buhârî, Tevhid 15, 22; Müslim, Tevbe 14-16
218 Ebû Dâvud, Edeb 58; Tirmizî, Birr 16
219 Buhârî, Cenâiz 32; Müslim, Cenâiz 9
220 Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 65
221 Buhârî, Edeb19, Rikak 18; Müslim, Tevbe 17; Tirmizî, Deavât 100
• 125 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Kalbinde merhamet duygusu taşıyan bir insan, içinde İlâhî bir cevher
taşıyor demektir. Merhameti olmayan kişi, bu İlâhî nimetten nasipsiz kalmıştır.
Hz. Peygamber’in, çocukları sevip okşamasına hayret eden ve on çocuğundan
hiçbirini öpmediğini övünerek söyleyen bedevîye; “Şayet Allah
senin kalbinden merhameti söküp almışsa, ben sana ne yapabilirim? Merhamet
etmeyene merhamet edilmez.”222 buyurması da bunu gösterir. Yine Allah
rasûlü şöyle buyurmuştur: “Allah, merhametli olanlara rahmetle muâmele
eder. Siz yeryüzündekilere merhametli olun ki, göktekiler de size rahmet etsinler.
Rahîm (akrabalık bağı) Rahmân’dan bir bağdır. Kim onu korursa Allah
onunla (rahmet bağı) kurar. Kim onu koparırsa, Allah da ondan (rahmet
bağını) koparır.” 223
İbâdetler, özellikle oruç ve zekât, merhamet duygusunu arttırır. Müslümanın
merhameti bütün mü’minleri, bütün insanları, hatta bütün canlıları
içine almaktadır. Çünkü İslâm, Yaratıcıya hürmet, yaratılana şefkat
ve merhamet temeli üzerine bina edilmiştir. Rahmet peygamberi; “İnsanlara
merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.”224 buyurur. Küçüklere,
güçsüzlere, yardıma muhtaç olanlara, hayvanlara... rahmet ve şefkatle
davranmak Peygamberimiz’in en önemli özelliklerinden ve ümmeti olan
bizlere tavsiye ettiği şeylerdendir. “Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize
saygı göstermeyen bizden değildir.”225 “Merhamet edenlere Allah
da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere -bütün canlılara- merhamet edin ki,
göktekiler de size merhamet etsin.” 226
Allah, bütün varlıkları rahmetiyle var etmiş ve ezelden beri bütün
muâmeleler rahmet üzerine akıp gelmiştir. O yüzden Allah insanları temiz
bir fıtrat üzerine yaratmış ve onlara sınırsız, hesapsız nimetler vermiştir.
Verdiği bu nimetleri arttırma ve ebedîleştirme yollarını bildirdiği gibi, o
nimetleri kötüye kullanma yüzünden zarar ve ziyana uğrama tehlikelerini
de göstermiştir. Bu suretle fayda ve zarar yollarını açarak, bu yolların başında
insanı serbest bırakmıştır. Fakat indirdiği kitaplar, gönderdiği peygamberler
vasıtasıyla faydalı yola gidenlerin, rızâsıyla karşılaşacaklarını,
zararlı yola sapanların gazâbına uğrayacaklarını da önceden haber vererek
222 Buhârî, Edeb 18
223 Ebû Dâvud, Edeb 4941, 4/285; Tirmizî, Birr 16, hadis no: 1924, 4/323
224 Müslim, Fezâil 66
225 Tirmizî, Birr 15
226 Ebû Dâvud, Edeb 58
• 126 •
Ahmed Kalkan
hayırlı yola teşvik etmiştir. İnsanın ileride, ebedîyet âleminde karşılaşacağı
ceza ve ihsanın, meydana gelmesinden önce bildirilmesi ne büyük lütuftur.
Rahmân olan Allah, mü’mine iki göz verip de kâfire tek göz vermemiştir.
Ellerimiz, dillerimiz, ayaklarımız mü’min kâfir ayrımı olmaksızın aynıdır.
Rahmân olan Allah, havayı kimsenin tekeline bırakmamıştır. Mü’minle kâfir
bunlardan herhangi bir ayrıma tâbi olmadan yararlanıyor.
Hastalık, Sakatlık ve Bazı Musibetler de Rahmettir
Dünya bir tiyatro sahnesidir. Hepimize kader, farklı roller dağıtmış.
Âhirete göre bir-iki saat sayılan şu dünya sahnesinde, rolümüzü beğenmeyip
ille zengin, güzel ve yakışıklı role özenmek usta oyuncuya yakışmaz.
Bize hangi rolün daha iyi gideceğini bizi bizden iyi tanıyan Yönetmen takdir
etmektedir. Doğru olan, bize verilen rolü en güzel oynamak ve göz perdelerimiz
kapanınca alkışları hak etmek, Yüce Senarist ve Rejisörden ödül
almaktır.
Bazı insanların kör, topal, sağır olarak yaratılmaları da hem kendilerine,
hem başkalarına rahmet olabilir. Biz bunu çoğu zaman bilemeyebilir,
fark edemeyebiliriz. Asıl olan sıhhattir. Hastalık ârızîdir, geçicidir. Sağlık
bizim için rahmettir. Ama hastalık da birçok rahmete vesile olabilir. Düşünelim
ki doktor, hastalarına baklava dağıtırken iki kişiye baklava vermiyor.
O iki hasta rica ediyor, yalvarıyor ama doktor yine vermiyor. Dışarıdan birisi
doktorun haksızlık yaptığını, o iki hastaya bir kastı olduğunu zannediyor.
Doktordan durumu sorduklarında ise o ikisinin şeker hastası olduğu
veya tatlı şeylerin o hastalar için zararlı olduğu belli oluyor.
Kehf sûresinde Allah (c.c.), Mûsâ (a.s.) ile bir sâlih kulun yolculuğunu
anlatır. Mûsâ (a.s.) ile o sâlih zat bir gemiye binerler. O sâlih zat gemide hasar
meydana getirir. Mûsâ (a.s.): “Gemiye niçin zarar verdin?” diye sorduğunda
cevap vermez. Uzun bir yolculuktan sonra yaptıklarının hikmetini
Hz. Mûsâ’ya açıklar: “Gemi fakirlerin idi. Arkadan gelmekte olan bir kral
(korsan) o gemiyi gasp edecekti. Ancak ben onu ayıplı hale getirince gasp
etmedi” 227 der.
227 18/Kehf, 71, 79
• 127 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
İsyanın zaten faydası da yoktur; zararı ise hem dünyada, hem âhirette
görülecektir. Allah’tan gelen hastalık ve benzeri sıkıntılara çare aramakla
birlikte sabreden, hamdini kesmeyen kişiye ise bu rahatsızlıklar, dünyada
olgunluk, âhirette ise büyük mükâfat sebebi olacaktır. O yüzden hastalık
da rahmettir. Hastanın isyan etmeksizin, çaresini aradığı halde bulamadığı
için çektiği sıkıntıları, inlemeleri, günahlarına keffâret olabilir. Musibetler
de insana rahmet olabilir; günahlarına mukabil dünyevî cezalarla insan
esas azaptan kurtulmuş olabilir. İnsanlık, isyanla değil; verilen emanetleri
verildiği doğrultuda kullanarak dünyada gönül rahatlığı, âhirette Rabbin
rızâsını ve cennetini elde etmeye çalışmalıdır.
“Mâdem ki Allah rahmândır, dünyada kullar arasında ayrım yapmaz,
peki niçin insanların akılları eşit değil?” diyor bazıları. Eğer akıllar ve bedenî
güçler bütün insanlarda eşit olsaydı, ilim gelişmez, keşifler yapılmazdı.
Evlerin plânı, rengi, bahçeler, yollar aynı tip ve renk olur, hayat çekilmez
hale gelirdi. Spor karşılaşmaları, güreşler, koşular, bilgi yarışları yapılmaz,
heyecan, zevk, neşe denen şey olmazdı. Çünkü güçler ve akıllar eşit. Herkes
aynı saniyede aynı metreyi koşacak, rekorlar, rekabetler olmayacaktı. Bir
güle bakan binlerce kişi, aynı kelimelerle aynı vezinle aynı şiiri yazacaktı. 228
Rahmet, Tüm Evreni Kuşatmıştır
Kâinattaki her yaratılış, meydana gelen her olay, her şey rahmetin eseridir.
Bu bakımdan, öncelikle esas olan rahmet’tir. Allah tüm kâinatta rahmetiyle
tecellî halindedir. Bu rahmet her varlığı, kâfir-mü’min her insanı,
melek-cin her yaratığı kapsar. İlâhî rahmetin gereği yaratmadır; rızıklandırma,
nimetlendirme, yaşatma, güç-kuvvet, beceri, göz-kulak, el-ayak vs.
vermedir. Bu, Allah’ın Rahmân oluşudur. Bunun için Rahmân, sadece Allah’tır.
Kâinatta olup biten ne varsa her şey, Allah’ın yarattığı olarak güzeldir.
“Her şeyin yaratılışını güzel yaptı.”229 Bu da rahmetin gereğidir. O’nun
rahmetinin her şeyi kuşatmış olmasının sonucudur.
Tekvinî (yaratılış) düzlemden teşrîî (yasama) düzleme, sebepler âlemine,
emir-yasaklar dünyasına indiğimizde rahmet özel bir konum kazanır.
Allah bazı şeyleri yasaklar, bazı şeyleri de emreder. Yasak ve emirler, irâde
228 Mahmut Toptaş, Şifâ Tefsiri, Cantaş Y., c.1, s. 66
229 32/Secde, 7
• 128 •
Ahmed Kalkan
sahibi varlıklar, yani insanlar ve cinler içindir. Bu düzlemde rahmet, adâlet
elbisesi giyer ve herkes yaptığının karşılığını alır, kimseye en ufak bir
biçimde zulmedilmez. Kâfirler de yine rahmetten yararlanır, hiçbir zaman
rızıktan mahrum bırakılmazlar. Yaptıklarının karşılığını alırlar. Mü’minler
de dünyada yaptıklarının karşılığını görürürler. Yani rahmet adâlet, adalet
rahmettir. Şu kadar var ki, hayat yalnızca dünya hayatı olmayıp; dünya,
gerçek hayat olan âhiretin bir ekim zamanından ibârettir. Bu bakımdan,
Allah, insanları iman ve İslâm fıtratı üzere yarattığı ve onlara akıl, kalp,
muhâkeme gücü, düşünme, tefekkür gibi yetenekler verdiği halde, âhiret
hayatları azap hayatı olmasın diye elçiler gönderir, kitaplar indirir. Bazılarını,
(isteyen ve lâyık olanları) imana muvaffak kılar. Bu da hem rahmet,
hem de adâlettir.
Rahmetin İki Büyük Yansıması:
Kur’an ve Peygamber
Kur’an hidâyet ve rahmettir.230 Allah’ın Rahmân oluşu, Kur’an’ı öğretmesiyle
yakından ilgilidir.231 Kitap gibi, nübüvvet de bir rahmettir; İslâm
da bir rahmettir.232
Allah’ın, rahmet olarak gönderdiği Kitaba iman edip, Allah’a ve Rasûlüne
itaat edenlere amellerinin karşılığı, adâletin gereği dünyada verileceği
gibi, âhirette de verilecektir. Bu ise bütünüyle Allah’ın rahmetindendir. Allah,
onları imana muvaffak kılmış olup, günahlarını bağışlayacak ve âhirette
rahmetiyle muâmele edecektir. Kâfirlere ise, rahmetin ve adâletin gereği
yaptıklarının karşılığı dünyada verilir. Mü’minlere Allah, fazlından fazlasını
da ihsan eder. Mü’minlere olduğu gibi âhirette kâfirlere de dünyada
yaptıklarının karşılığı ödenir. Bu bakımdan, azap da, mükâfat da rahmet’e
bürünmüş adâletin veya adâlete bürünmüş rahmetin bir sonucudur. Fakat
Allah’ın mü’minlere yaptıklarının karşılığını fazlasıyla ödemesi mahzâ rahmettir
ve O’nun fazlındandır. “Allah’a ve Rasûl’e itaat edin, umulur ki rahmet
olunursunuz.” 233
230 16/Nahl, 89; 7/A'râf, 203
231 55/Rahmân, 1-4
232 11/Hûd, 28; 6/En'âm, 157
233 3/Âl-i İmrân, 132
• 129 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Allah’ın rahmeti muhsinlere yakındır.”234 “Eğer bizi bağışlamaz ve bize
rahmet etmezsen kaybedenlerden oluruz.” 235
Allah’ın Rahmân ve Rahîm isimlerinin ana tecelligâhı Hz. Muhammed
Mustafa (s.a.s.)’dır. Bu bakımdan, Hz. Allah “Seni ancak âlemlere rahmet
olarak gönderdik.”236 buyurmuştur. Eğer O’nun rahmet oluşu, yalnızca peygamberliği
dolayısıyla mü’minlere has olsaydı, “âlemler” lafzı kullanılmazdı.
Çünkü âlemler içinde günahsız olan meleklerin de bulunması ihtimal
dâhilindedir. Şu halde O’nun rahmet oluşu Rahmân isminin tecellî merkezi
olarak bütün evren içindir. Onunla insanlar iman etmiş, İslâm’a girmiş ve
kurtuluşa ermiştir. Bu bakımdan, âhirette her peygamber, ümmeti üzerinde
şâhid olacakken, O, bütün peygamberler üzerinde şâhid olacaktır. 237
Dikkat edilirse, çocuğun dünyaya gelişi, annesi için ciddi bir imtihandır.
Onu büyütmek de onunla eş güçlükte bir imtihandır. Anne, çocuğu için
her türlü rahatı feda eder. Bunun gibi daha birçok örnek verilebilir. Eğer
hayat, zorluklardan ve imtihanlardan yoksun ise, hiç kimse hayatta kendini
rahat hissetmez. Onlar olduğu için mutluluklar vardır ve bu ise Allah’ın
rahmetidir. Bu rahmettir ki acıda zevki tattırır. Zıtlardaki uyumu tefekkür
edince, meselâ Allah yolunda çekilen çilede, fânî dünyanın hiçbir yalancı
zevkinde bulunmayan lezzeti fark ederiz.
Bazı ateistler, dünyadaki adâletsizlikleri, işkenceleri, düzenlerin ve egemen
güçlerin zulümlerini göstererek, -hâşâ- “Allah var olsaydı, bunlar olmazdı!”
diyor. Tabii, bunu söyleyenler, Allah’ı, Allah’ın her şeyi insanların
maslahatına uygun güzellikte ve nizam içinde yarattığını bilemeyen, İlâhî
rahmeti, Allah’ın Rahmân ve Rahîm olduğunu, dünyanın imtihan ve ekim
yeri olduğunu anlayamayanlar olduğu için bunları söylüyorlar. Dünyadaki
fesadın sebebi inançsız insanlardır. Allah, bu zâlimlere bazen fırsat vermekte,
azâbını âhirete ertelemektedir ki “Rahîm” ve “din gününün sahibi” sıfatlarının
gereği olan adâlet yerini bulsun. “İnsanların bizzat kendi işledikleri
yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu ki Allah yaptıklarının bir kısmını
onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” 238
234 7/A'râf, 56
235 7/A'râf, 23
236 21/Enbiyâ, 107
237 Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 434-436
238 30/Rûm, 41
• 130 •
Ahmed Kalkan
Mü’minin dünyadaki en önemli toplumsal görevi, imanını topluma
yansıtmasıdır. Buna sâlih amel denir. Kâfir ve münâfıkların yeryüzünün
düzenini bozmaya (fesat) kalkmalarına dur demek, kötülüğü yasaklamak
zorundadır müslüman. İşte, fesadı ve fitneyi yeryüzünden kaldırmak için
çalışmaya “cihad” denir. Müslümanlar bu cihadı terk ettikleri için, inançsızlar
suçu atacakları bir mercî bulup, yukarıdaki sözleri söyleyebiliyorlar.
Fesat ne kadar küfür gereği ise; ıslah, yani sâlih amel de o kadar imanın
gereğidir. Ve sâlih amel, Hz. Mûsâ’nın asâsı gibi, fesatları silip yok eder. Bunun
için müslüman asâya, cihad araç ve gereçlerine ve daha önce de cihad
ruhuna sahip olmalıdır: “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın
oluncaya kadar onlarla savaşın. (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların
yaptıklarını çok iyi görür.” 239
Varlıkların terbiye ve tekâmülüne, yani oluşa, Yaratıcı tarafından rahmet
ve merhametin hâkim kılınması, İlâhî iradenin tavrıdır. Hal böyle
iken, dünya planında ortalığı dolduran merhametsizlik, kahır ve zulüm
ne oluyor? Cevabı bulmak hiç de zor değildir. Onlar, İlâhî irâdenin ortaya
koyduğu manzarayı, kendisine verilen hürriyet imkânını kötüye kullanan
insanın çarpıtmaları ve karartmalarıdır. Âlemlerin rabbi, rahmetinin bir
uzantısı olarak yeryüzü sofrasını, sözgelimi, beş milyar insanın rahatlıkla
gıdalanacağı bir bolluk ve bereketle kurmuştur. Sofranın etrafını çeviren
insanlardan, diyelim ki bir milyarı doymazlık illetine tutularak ve çeşitli
hile ve kurnazlıklarla nimetlere el koyuyorlar. Sonuç kaçınılmazdır: Diğerleri
ya aç kalacak, ya gereğince yiyemeyecektir. Al sana kahır, al sana zulüm,
al sana mutsuzluk ve perişanlık... Ve şimdi soralım: Suç, yeryüzü sofrasını
kurup donatanın mıdır, yoksa, bahsettiğimiz iğrenç kurnazlığa tenezzül
eden insanın mı?
Allah, varlığı, rahmetinin eseri olarak var ettiğine göre, varlık ve oluşu
rahmeti boğarak seyreden, sadece kaos ve mutsuzluk görür. Kur’an, esrarlı
üslûbuyla bu noktaya dikkat çekerken şöyle diyor: “Rahmân’ın yaratışında
ve yarattıklarında herhangi bir çelişme, kaos ve düzensizlik göremezsin.”240 Bu
demektir ki, varlık ve oluşa rahmet tavrı üzerine bakan; mutluluk, güzellik
ve düzenden başka şey göremez. Çünkü Rahmân, onu öyle yaratmıştır. 241
239 8/Enfâl, 39
240 67/Mülk, 3
241 Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 421
• 131 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Kâinat nizamının işleyişini sağlayan hayat unsurlarının her birine
düzenli mükemmelliği sağlayan yetenekler verilmemiş olsaydı, bu hayat
unsurları da olmazdı. Kur’an, bunun böyle olmasının kâinatın her yanını
kuşatan İlâhî rahmetten dolayı olduğunu anlatıyor. Her nesnenin tertibinde
bir denge, bir uyum vardır. Bu düzen ve âhenk, rahmet-i İlâhînin bir
tecellîsidir. Bize yaşamak nimetini ihsan eden Kudret, nimetlerin en kıymetlisi
olan güzellik nimetiyle bizi donatmayı gerekli görmüştür. Bir yanda
içimizde güzellik duygusu var edilmişken, öte yandan onun gözlemleyeceği
güzel nesneler var edilmiştir. İlâhî rahmetin, her yerde işleyiş halinde olduğu
inancına bizi götüren de, bu nizamdır.
Rahmet Sıfatının Kuldaki Tecellîsi; Merhamet
Aramızdaki merhametli insanlar, Allah’ın rahmet sıfatına mazhar olmuşlardır.
(Mazhar, bir şeyin göründüğü yer demektir.) Allah’ın merhameti,
içimizdeki merhametli insanlardan sezilir. Eğer dünyada merhametli
insanlar olmasaydı ve merhamet denilen anlamdan ortada hiçbir iz bulunmasaydı
Allah’ın rahmeti bilinmez ve merhamet hakkında hiçbir fikir edinilemezdi.
İnsanlardaki merhamet sıfatı, Allah’ın rahmet sıfatına tümüyle benzemez.
Allah’ın hiçbir sıfatının benzeri yoktur. O bütün sıfatlarında tektir,
eşsizdir. İnsanlardaki merhamet, Allah’ın merhametini bildiren bir iz, bir
nişandır. Bir şeyin izi o şeyin ne benzeridir, ne de ondan bir parçadır. Yalnız
ona delâlet eden bir gölge veya bir yankıdır. Asıl merhamet, Allah’ın merhametidir.
Yani merhamet kelimesinin gerçek anlamı, Allah ile beraber bulunan
anlamdır. İnsanlara merhametli denilmesi hakikat anlamıyla değil,
mecaz mânâsı itibariyledir. Allah’taki merhametle insanlardaki merhamet
arasındaki münasebet, yalnız kelime benzerliğinden ibârettir.
İnsanların hayatı, kudreti, bilgisi sınırlı olduğu gibi, merhametleri de
sınırlıdır. Merhametli insanları bir sıraya koymak ve her birinin konumunu,
derecesini tâyin etmek mümkün olsaydı, bunun için elimizde bulunması
gereken ölçü ne olabilirdi? Şüphesiz bu özelliğin kuvveti ve yaygınlığı.
Hayırseverlilikte en yüksek duygu sahibi, hayır yapmakta en geniş kudret
sahibi kim ise, en önde o bulunacak ve herkesin, hatta merhamette yarışanların
bile takdir ve hürmetlerini üstüne toplayacak olan da o olacaktır.
• 132 •
Ahmed Kalkan
Şimdi, bu en merhametli farz ettiğimiz zâtın merhametini inceleyelim:
Bu adam, birçok hayır kurumları meydana getirmiş, hastahaneler, çeşmeler,
yollar, köprüler, mescidler, kurslar, okullar yaptırmış olsun. Bu kimse,
nice fakir ve kimsesiz çocukları himayesine almış, onları hayırlı birer uzman
olacak şekilde yetiştirmiş olabilir. Birçok felâketzedeye yardım etmiş,
sermayesizlere sermaye, evsizlere ev, işsizlere iş bulmuş... Peki, yardım ettikleri
acaba ne kadar tutar, bir memleketi doldurur mu dersiniz?
Bu faâliyeti ne kadar geniş kabul edersek edelim, sayısı rakamlara sığmayan
yaratılmışlar üzerinde tâ ezelden sonu gelmeyen müddetler boyunca
ve bütün yaratıklara tecellî edip duran Allah’ın merhameti karşısında
çok sönük kalacaktır. Sonra, insanlar, yaptıkları iyilikten mutlaka kendilerine
ait bir menfaat beklerler. İsim yapmak, şan ve şöhret kazanmak veya
sevap ve mükâfat dilemek gibi bir hedef, bir amaç gözetir. Dünyevî veya
uhrevî bir karşılık bekler. Çünkü noksanlıkları, ihtiyaç ve âcizlikleri böyle
icap ettirmektedir. Bu ise, cömertlik değil; bir çeşit karşılıktır. Hakiki cömertlik,
minnetsiz, garazsız, karşılıksız olarak yapılan iyiliktir. Buna da insanlar
muktedir değildir.
Allah her yönüyle eksiksiz ve kâmil bulunduğu için, zâtına ait beklediği
herhangi bir şey, bir kemâl yoktur. O yüzden, O’nun cömertlik ve rahmeti
herhangi bir kemâlin beklentisi için olması imkânsızdır. Mutlak ve hakiki
merhamet edici ancak O’dur. Daha doğrusu, merhametli dediğimiz şahısların
kendilerini yaratan O olduğu gibi, ellerindeki nimetleri yaratan da O’dur.
O nimetlerden muhtaçlara vermek üzere gönüllerinde arzu uyandıran da
yine O’dur. Bütün bunları sahibine verdikten sonra, ortada kalan şey, yalnız
hayır sahiplerinin irâdesi, yani hayır yapmaya vicdanlarında karar vermiş
bulunmalarıdır. Fakat bu da yine Allah’ın verdiği özgürlüğün bir sonucudur.
Ama onlar Allah’ın verdiği bu özgür irâdeyi kötüye kullanmayıp iyi niyete
sarf etmişlerdir. Mükâfata hak kazanmaları da işte bu yüzdendir. 242
242 A. O. Tatlısu, Esmâül Hüsna Şerhi, Yağmur Y., s. 39
• 133 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Rahmân’ın Merhametten Mahrum Kulları
Rahmân “safat-ı müşebbehe”dir. Rahmeti Allah’ın zâtına nisbet eder.
Sadece özneye işaret eder. O öznenin nesnesine ilişkin hiçbir şey söylemez.
Öznenin merhametle dolup taştığını söyler. Öznedeki bu merhametin aslî
ve zâtî olduğunu söyler. Özneden sâdır olan her bir işin özünde bu vasfın
bulunduğunu belirtir. Yani O’nun bizzat merhametli olduğunu ifade eder.
Zati sıfatlar, öznenin zatından nesnenin cevherine tecelli eder. Bu tecelli
“ontolojik” bir hakikat olur; tıpkı “kadın rahmi” gibi. İşbu yüzden Allah
Rasulü “İnne’r-Rahme şecnetun mine’r-Rahmân: Anne rahmi Rahmân’dan
bir daldır” buyurmuştur.
Rahîm mübalağa ile ism-i faildir. Özneye bir eylem fiil formuyla nisbet
edilirse, onun o fiili bazen yapıp bazen yapmadığına, bazen terk edip bazen
terk etmediğine delalet eder. Fakat bir özneye fiil ism-i fâil formuyla nisbet
edilirse, o öznenin o fiili sürekli yaptığına, hatta “meslek” edindiğine delâlet
eder. Rahîm ismi, “merhamet Allah’ın mesleğidir” vurgusunu içerir. Kûfe
dil okulu “İsm-i fâil süren fiildir” der; Doğrudur. Allah’ın Rahîm olması,
rahmetinin sürekli, bitimsiz, kesintisiz olduğunu gösterir. Rahîm sırf bir
ism-i fâil değil, bir mübâlağa veznidir. Bu durumda Rahmân, Rahîm ile
birlikte şu mânâya gelir: O, zâtında merhametle dolup taşan, işinde merhametle
dolup taşan; Özünde merhametin sonsuz kaynağı, işinde merhametin
sonsuz fâili…
Eğer insan Allah’ı tanısa ve anlasaydı, kendi kartvizitinin başına da
Rahmân ve Rahîm olandan yansıyan bir şefkat ve merhamet yansırdı.
Eğer bu şefkat ve merhamet yansımamışsa, bu nasıl Müslümanlıktır,
bu kime Müslümanlıktır? Müslüman olmak, Allah’a kayıtsız şartsız teslim
olmaktır. Allah, zâtını sonsuz şefkat ve merhametin kaynağı olarak tanıtacak,
fakat O’na kayıtsız şartsız teslim olduğunu söyleyen bir Müslümana
O’nun sonsuz şefkat ve merhametinden bir pay yansımayacak… Şefkat ve
merhameti din kardeşlerinden dahi esirgeyecek. Bu, hastalıklı bir tavırdır.
Allah’ın sonsuz şefkat ve merhamet pınarından bir yudum içmeyip de kendini
O’na tam teslim olmuş sayanların yüreklerinde kardeşlerine dahi yer
yoksa, Allah onlara neden yardım etsin? Bir kimsenin kendi imanı için ne
dediğinin hiçbir önemi yok. Önemli olan Allah’ın o kimsenin imanı için ne
dediğidir.243
243 M. İslamoğlu
• 134 •
Ahmed Kalkan
Rahmân ve Rahîm Sıfatlarının Düşündürdükleri
Er-Rahmân ve er-Rahîm isminin zevkini duyan gönüllere yeis ve
ümitsizlik giremez. Müslüman, ne kadar darlık ve ıstırap içine düşerse
düşsün, Allah’ın mutlaka onu selâmete çıkaracağına emindir. Çünkü kesinlikle
bilir ki, O merhametlilerin merhametlisi, kerimlerin ekremidir. Allah’ın
bu sıfatlarına gönülden inanan insanda, ciddi anlamda bunalım,
stres, karamsarlık ve kötümserlik bulunamaz. Çağımızda gittikçe yaygınlaşan
intihar fâciasının ümitsizlikten, bunun da çok defa Rahmân ve
Rahîm sıfatlarının sahibi bulunan Allah’a imansızlıktan ileri geldiği bilinen
bir gerçektir.
Âhirette mü’minle kâfiri ayırt eden, mü’mine cennetini veren Allah,
Rahîm ismiyle rahmet edecektir. Rahîm, mazlumların son sığınağıdır. Bu
dünyada insanların haklarını yiyen, Hakka karşı gelen, halka zulmedenler
para, makam ve unvanlarıyla dünyada cezalarını çekmeden giderlerse de,
âhirette malları, evlatları, orduları, servetleri onlara fayda vermeyecektir.
Rahîm ismi, kâfirler ve zâlimler için tehdit; mü’minler ve mazlumlar için
ise teselli ve sığınaktır.
Fâtiha sûresinin girişinde, Allah’ın, âlemlerin rabbi olduğu tanıtılırken,
tevhid inancının evrenselliğine işaret edilmişti. Rabbimiz, yalnızca âlemlerin
rabbi, yetiştiricisi, eğiticisi, öğreticisi, onlar üzerinde otorite sahibi
olmakla kalmıyor; aynı zamanda onlara karşı engin merhamet de taşıyor.
Allah’ın, Kitab’ını “rahmet” olarak nitelemesi de bu noktada çok önemlidir.
Rabbimiz, Kitab’ı göndermekle neyi dilemektedir? İnsanların yeryüzünde
mutlu bir şekilde yaşamalarını, sıkıntı çekmemelerini, anlaşmazlıklarını
hak ölçüye göre çözmelerini... Kullarına karşı bu merhameti, acıması ve
sevgisi, Kitab’a “rahmet” adını vermesine neden olmuştur. İşte bu yönleri
dolayısıyla burada, tevhid inancının sevgi yönüne, insanî yönüne değinilmektedir.
Tevhid toplumu, “kin, garaz, haset, zulüm” üzerine kurulu değildir.
Bu toplumda, Rabbimiz Rahmân-Rahîm olduğundan, O’nu rab olarak
kabullenen insanlar da birbirlerine karşı merhamet doludurlar. İlişkileri
bu düzlemde cereyan eder. “Muhammed, Allah’ın elçisidir. Onunla birlikte
olanlar, kâfirlere karşı sert; birbirlerine karşı merhametlidirler.” 244
244 48/Fetih, 29
• 135 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Ancak âlemlere rahmet olarak gönderilen245 Peygamberimiz (s.a.s.)’in
sıfat ve ahlâkından biri de ümmetine merhameti ve şefkati idi. “Andolsun
size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız
ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”
246 Rasûlullah (s.a.s.)’in ümmetini ateşten uzaklaştıracak şeyleri
göstermesi, onun şefkatinin bir eseridir. Bunu, şu güzel temsille dile getirmiştir:
“Benimle ümmetim bir ateş yakan ve ateşine kelebek ve çekirgeler
düşmeye başlayınca onları men etmeye çalışan kimse gibiyiz. Ben sizi ateşe
düşmekten korumak için eteklerinizden tutuyorum. Siz, benim elimden kurtulup
ateşe düşmeye çalışıyorsunuz.”247 Rasûlullah bir gün torunlarını öpüp
okşarken bir bedevî huzuruna gelmişti. Evlât şefkatinden mahrum olan bu
adam, gördüğü manzaraya duyduğu hayretini gizleyemedi ve: “Benim on
çocuğum var. Bunlardan hiç birini öpmüş değilim” dedi. Peygamberimiz:
“Şayet senin kalbinden Cenâb-ı Hak, merhameti söküp almışsa ben ne yapayım?”
buyurdu ve ilâve etti: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” 248
Efendimiz, kendi nefsi için hiç kızmaz; ancak Allah’ın haramları çiğnendiği
zaman kızardı. Dâvetçi de böyle olmalı, nefsi için kızmamalıdır.
Bir seferinde de ashâb-ı kiram, Hz. Peygamber’in va’z u nasihatini pür
dikkat dinlerken, O’nunla görüşmek isteyen yaşlıca bir zat kalabalık arasından
Rasûllah’a yaklaşmaya gayret ediyordu. Rasûllah’ın sohbetini bölen bu
ihtiyara yol açmada biraz ağır davranan ashâbın bu tavrı gözünden kaçmayan
rahmet ve merhamet peygamberi, derhal onları ikaz etti: “Küçüklerimize
şefkat, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.” 249
Kin ve düşmanlık, dâvet açısından asla kazandırıcı, neticeye götürücü olamaz.
O yüzden dâvetçi, kin ve husumetine mağlup olmayacak, muhatabına
karşı buğz değil; muhabbet ve merhamet besleyecektir. Ama bu sözlerimizden
Rasûlullah’ın “Amellerin en hayırlısı, Allah için sevmek ve Allah için buğz
etmektir.”250 hadisini inkâr ettiğimiz mânâsı çıkarılmamalıdır. Veya Allah için
buğzun da bu hadiste ifade edildiği şekilde gerekliliği karşısında kalpte buğz
ile şefkat ve merhameti te’life uğraşmanın tenâkuz olacağı zannedilmemelidir.
245 21/Enbiyâ, 107
246 9/Tevbe, 128
247 Müslim, c. 5, s. 911
248 Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 65
249 Tirmizî, Birr 15
250 Ebû Dâvud, Sünnet 2; Ahmed bin Hanbel, V/146
• 136 •
Ahmed Kalkan
Hayır, günah ve ma’siyette bulunanlara karşı aynı anda hem rahmet ve şefkat
beslemekle, hem de Allah için buğzda bulunmak arasında hiçbir tenâkuz,
teâruz yoktur. Ancak, Allah için buğz ile, nefs ve heveslerine uyularak
yapılan buğzu birbirine karıştıranlara göre böyle bir tenâkuz vardır. Önce
“Allah için buğz nedir?” bunu bilmek gerekir.
Allah için buğz, bir müslümanın, ma’siyetler içerisinde bulunan bir
kimseye hatası, isyanı dolayısıyla, nefsinde onun şahsına karşı hiçbir tiksinti
bulunmaksızın buğz etmesidir. Yani onun ma’siyetine, isyanına, gafletine
öfke ve kin beslemesidir. Elbette ma’siyet ve isyana karşı yapılan buğz, bunları
işleyenin şahsına duyulan şefkat, merhamet ve acımadan ileri gelmektedir.
Bu demek olur ki, Allah için duyulan buğz ile sevgi ve merhamet arasında
zannedildiği gibi tezat ve tenâkuz değil; tam bir uyum ve kaynaşma
vardır. Çok sevdiği oğluna zarar veren, onun felaketine sebep olacak kötü
insanlara veya kötülüklere bir baba kızar. Nasıl bu kızması oğluna duyduğu
sevgiden doğarsa; aynen öyle, dinde veya nesepte kardeşimize merhametimiz,
onun helâkine ve âhiret zararına sebep olan ma’siyet ve günahlarına
buğzu gerektirir. Bu buğz, merhametin sonucudur.
Müslüman dâvetçi, şahsı ve nefsi için kin ve düşmanlık beslememeli,
öfkesini yenmeyi bilerek bütün bir insanlığa şefkat ve merhamet duymalı,
onların hidâyeti için çalışmalı, nasihat etmelidir. Onları İslâm’a dâvet etmesi
şefkatinin, merhametinin bir eseridir. Çünkü dâvet kabul edilirse, ihtimal
ki onların cehennemden kurtuluşu ve Allah rızâsına kavuşmaları gibi en
büyük faydalar söz konusudur. Dâvetçi kendi nefsi için istediğini onlar için
de ister. Kendisi için istediği en büyük şey ise iman ve hidâyettir. O, onlar
için de bunu arzu eder. Hangi ölüm, sapıklık ve Allah’a karşı isyandan daha
büyüktür? Dâvetçi, dâvetiyle isyankâr azgınları helâk ve hüsrandan kurtarmak
için çalışır.
Merhamet, câhillerden gelecek her türlü zorluğa karşı sabırlı olmayı kolaylaştırır.
İnsandaki acıma duygusu, gafil ve câhillerden çıkacak her türlü
engele karşı direnmeyi öğretir. Dâvetçi onlara, oynayan çocuklar nazarıyla
bakar. Küçük çocukların işi oyun, onların seviyesi bilgiden mahrumluk,
faydalı veya zararlı olacak şeyleri kavrayamamaktır. Bunun için dâvetçi,
onlara nasihat ederken, onların yüz çevirmelerine, kendisine zorluk çıkartmalarına
ve eziyet vermelerine şaşmaz. Nasıl ki, bir çocuğa öğüt verir, ateşe
ve tehlikeli bir şeye dokunmaktan men edersin de o da bağırır, öfkelenir,
• 137 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
hatta bazen sana eziyet bile verir. Aynı şekilde dâvetçi de muhâtaplarının
engellerine şaşmaz.
Rasûl-i Ekrem, Kureyş’e karşı dâvet görevine çok ağır şartlar altında
devam etmiştir. Onların eziyetlerine tahammül ederek şöyle demiştir: “Ey
Allah’ım, kavmime hidâyet ver; çünkü onlar bilmiyorlar.” Kaba davranmak,
etrafındakilerin dağılmasına sebep olur. Merhametten mahrum katı kalpli
bir dâvetçi, çalışmasında muvaffak olamaz. Söyledikleri doğru da olsa insanlar
ona meyletmez. Bu, insan doğasının icabıdır. İnsanlar fıtraten katı,
sert ve sıkıcı davranışlardan nefret ederler. Böyle kimselerin sözleri kabul
görmez. Çünkü bir nasihati kabul etmek, kalbin nasihat eden kimseye yönelmesine
bağlıdır. Bu yönelme sert tabiat ve katı kalple elde edilemez. “Allah’tan
bir rahmet sebebiyle sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen katı
kalpli ve sert davransaydın, şüphesiz onlar etrafından dağılıverirlerdi.” 251
O’nun Rahmân sıfatının dünyada mü’min-kâfir herkese merhamet etmesi,
Rahîm sıfatının ise âhirette adâleti gereği sadece mü’minlere merhamet
edip kâfirlere azap etmesi olduğunun bilincinde olarak, cennet ve
cehennemi hatırlayıp ümit ve korku arasında Kur’an’a yönelmeli, böylece
hayat bulmalı, dirilmeli ve hayatımızı O’na vakfetmeye, O’na adamaya çalışmalıyız.
Rahmân ve Rahîm’e iman eden bir insan, Allah’ın yeryüzüne indirdiği
rahmetten yararlanır ve yaratıklara rahmet nazarıyla bakar. Civcivini
korumak için aslana karşı duran tavuk, yavrusu için kartala kanatları ve
gagasıyla karşı duran serçedeki rahmet bizde de vardır. O madenimizi işletirsek,
insanları imansızlaştırıp onların cehenneme atılmasına sebep olan
tâğutlara ve ateistlere, insanların elinde avucunda ne varsa sömüren kapitalistlere
ve zâlimlere karşı tavır alır, kahramanlara ve sâlihlere yakışan bir
çıkış yolu buluruz.
Rahmân, O’nun dünyadaki tecellîsi, Rahîm ise âhiretteki tecellîsi.
Rahmân ve Rahîm derken, hem dünyayı hem âhireti hatırlıyoruz. Dünyamızın
da âhiretimizin de O’nsuz olamayacağını düşünüyoruz. Dünyanın
âhiretten ayrı değil; âhiretin tarlası, hazırlık safhası olduğunun bilincinde,
dünyada da O’nunla, O’nun ölçüleriyle olmaya gayret ediyoruz.
251 3/Âl-i İmrân, 159
• 138 •
Ahmed Kalkan
Hz. Muhammed’in (s.a.s.) gönül vârisi olan kâmil insan, bir rahmet
taşıyıcısı olmalıdır. Öyleyse biz de yaratılmışlara rahmet nazarıyla bakmalıyız.
Rahmân’ın rahmetinden ümit kesmemeliyiz. O Rahîm’dir diyerek
tembelliğe de düşmemeliyiz. Çünkü aynı zamanda O, din gününün (ceza ve
ödül günü olan âhiretin) sahibidir.
Din günü yakında gelecek;
Hesaba çekilmezden önce
Kendini hesaba çek!
- 4. Âyet -
  مَاِلكِ يوْمِ الدِّ ي نِ
Din Gününün :   يوْمِ الدِّ ي نِ Mâlikidir, sahibidir : مَاِلكِ
Mâlik-i Yevmi’d-Dîn: “(Allah), Din gününün mâliki (cezâ gününün gerçek
sahibi)dir.” (1/Fâtiha, 4)
Din Gününün Sahibi
“Mâlik-i yevmi’d-dîn” tamlaması, hesap gününde adâlet dağıtan anlamını
taşır. Kur’an, din kelimesini genelde hesap karşılığı olarak kullanır.
Kıyâmet gününe hesap günü denmesinin sebebi budur.
“(Allah), Din gününün mâliki (gerçek sahibi)dir.”252 meâlindeki âyet, Allah’ın
ezelî ve ebedî olan “Hak mâlikliğini ve melikliğini” vurgulamaktadır.
“Bunlar benim!” diyerek büyüklenip mülküne güvenerek, kimseye vermezken
küçük bir şeye bile sahip olamaz hale düşenlere ilâhî bir ihtardır. Ayrıca
âyet, insanların sahip bulundukları her türlü mal ve üstünlüklerin bir gün
yok olacağını, nihayet asıl sahibine döneceğini de ifade etmektedir. Çünkü
o gün, başka idareci, başka memleket ve hükümet bulunmayacaktır. Bu gün
252 1/Fâtiha, 4
• 139 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
din gününü inkâr ederek yokluğa güvenenler, o gün bundan da mahrum
olacaklardır. Nitekim bu durumu Kur’an çok canlı olarak bildirmektedir.
“Tek bir çığlık. Birden bire gözleri açılıverecektir. ‘Eyvah bize!’ derler; işte bu,
ceza ve hesap günüdür. Onlara, ‘İşte bu, yalanladığınız hüküm günüdür’ denilir.”
253
Din gününü yalanlayanların, böyle hayret ve şaşkınlık içinde kalacakları,
önceden bir türlü inanamadıkları bu günü pişmanlıkla karşılayacakları
belirtiliyor.
Mâlik-i yevmi’d-dîn ifâdesindeki mülk ve mülkiyet; bir şey üzerinde tek
başına söz sahibi olma gücü; tasarrufa konu olan şey üzerinde sırf sahibine
ait olmak üzere tasarruf, yetki ve iktidar anlamında bir terimdir. Arapça
“milk” mastarından bir isimdir. Yevm: Süresi değişik olan vakit bölümlerine
ıtlak edilebilen bir zaman birimidir. Güneşin doğuşuyla batışı arasındaki
vakte de “yevm” denir. Burada, birinci mânâ tercih olunmalıdır. Din:
Arapçada yerine göre bir işin karşılığı, muhâsebe, hüküm, siyaset, sultan
(otorite), âdet, hal, şeriat, kahr gibi anlamlara gelir. Allah’ın din gününün
sahibi vasfı, “cezâ gününün mâliki” şeklinde açıklanır. Bu vasıf, herkesin
yaptığının karşılığını alacağı günde, Allah’ın her şey ve herkes üzerinde tam
bir hâkimiyet ve sahipliğini ifâde eder. Bu isim, yalnız bir âyette geçer.254
Fakat aynı mânâ, başka tarzda da ifâde olunmuştur. 255
Allah Mâliktir
Görünen, görünmeyen, dünyadaki ve âhiretteki, bildiğimiz ve bilmediğimiz
bütün varlıkların Yüce Sahibi ve Hükümdarıdır. O, hiçbir şeye muhtaç
değildir her şey ve herkes O’na muhtaçtır. Biz, sadece emanetçiyiz. Sahip
olduğumuzu zanettiğimiz şeylerin gerçek sahibi değiliz. Her şey emanet.
Melik ve Mâlik olan Rabbimiz, işte o var olan her şeyin gerçek sahibidir.
253 37/Saffât, 19-21
254 1/Fâtiha, 4
255 82/İnfitâr, 19; 6/En’âm, 73; 40/Mü’min, 16 vb.
• 140 •
Ahmed Kalkan
Her şeyin tek hükümdarı ve sahibinin Allah olduğunu bilen bir kişi,
hiçbir yaratılmışa boyun eğmez. Alçak gönüllü davranır, adâletten ve merhametten
ayrılmaz. Sahip olduğu nimetleri başka insanlara karşı gösteriş
aracı olarak kullanmaz. Mala-mülke fazla değer vermez. Malın esiri olmaz.
O Mâlikü’l-mülktür. Allah Teâlâ mülkün hem sâhibi, hem hükümdârıdır.
Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Hiçbir kimsenin O’nun bu tasarrufuna
itiraz ve tenkide hakkı yoktur... Dilediğine verir, dilediğinden alır.
Mülkünde hiçbir ortağa ve yardımcıya ihtiyacı yoktur.
Allah, hem Mâliktir, hem Meliktir
Allah el-Melik’tir; yani “Mülkün, kâinatın sahibi, mülk ve saltanatı devamlı
olan”dır. Yüce Allah Melik’tir. Yani mülk sahibi, bütün eşyanın ve yaratılanların
tek mâlikidir. Bütün varlıklar üzerinde emretme, istediği gibi
tasarruf etme, hiçbir şarta bağlı olmaksızın sahip olma O’na mahsustur. Yarattıklarına
emretme, sakındırma, cezalandırma, istediğini zelil, dilediğini
de aziz etme kudretine sahip olan yalnız yüce Allah’tır. O, yarattığı mülkünde
ve orada olanların hepsinde yegâne hükümdardır. Sonsuz kudretiyle
onları idaresi altında tutan tek varlık Allah’tır.
Melik ve Mâlik kelimesi, me-le-ke fiilinden gelir. Me-le-ke, Mâlik ve
sahip olmak demektir. Kelime, hem bir şeye sahip olmayı, hem de kuvvetli
olmayı çağrıştırır. Sahip ve Mâlik anlamında ‚melik, Mâlik, melîk’ kelimeleri
kullanılır. Masdarı olan mülk veya milk, üzerinde sahip ve tasarrufta
bulunulan şeyi ifade ettiği gibi, tasarrufta bulunmayı da ifade eder. Bu tasarruf,
hem insanlar, öncelikle insanlar, hem de mallar üzerinde tasarruftur.
Nitekim, Allah Teâlâ için insanların meliki denirken, O’nun insanlar
üzerinde mutlak tasarruf sahibi olduğu anlatılmak istenir. Fakat, yukarıda
belirttiğimiz gibi, şirk koşan insanlar, Allah’ın melikliğini, yeryüzünde ve
dolayısıyla insanlar üzerinde tasarruf sahibi olmak ve yeryüzündeki servetleri,
yani mülkü diledikleri gibi kullanmak için gasbetmeğe çalıştılar. İblis
de, Âdem’i önce bu noktada kandırdı: “Dedi: Ey Âdem! Seni sonsuzluk ağacına
ve tükenmez bir mülke götüreyim mi?” 256
256 20/Tâhâ, 120
• 141 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Demek ki, insan Allah’ın hâkimiyeti altında değil, arzuları doğrultusunda
sınırsızca yeryüzünün meliki ve mâliki olmak isteğindedir. Nitekim,
tüm diğer Firavunlar gibi, Hz. Mûsâ’nın Allah’ı tek Rab, ilâh ve melik olarak
kabul etmeye çağırdığı Mısır Firavun’u da Mısır mülkünün kendisine ait olduğu
iddiası içindeydi.257 Melik ya da mâlik olma, mâlik olunan şey üzerinde
istenildiği biçimde tasarrufta bulunmayı gerektirir. Bu anlamda, mutlak
melik ancak ve ancak Allah’tır; çünkü, Kur’an’da mülkün yalnızca Allah’a
ait olduğu defalarca tekrarlanmaktadır. Bütün kâinat Allah’ın mülküdür ve
Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf sahibidir. Allah âdil, hak ve tek İlâh
olduğu için kâinatta dengesizlik ve haksızlık olmaz.
İnsan yeryüzünde halife (adayı) olduğu, yani Allah’ın hükmünü yeryüzünde
hâkim kılması için gayret edeceği için, kendisine yeryüzü mülkü
üzerinde izafî bir meliklik ve mâliklik yetkisi tanınmıştır. Bu yetki, hiçbir
zaman mutlak anlamda olmadığı ve insanın keyfine bırakılmadığı gibi, Allah’ın
yeryüzündeki hayatının gereği olarak çeşitli biçimlerde, renklerde,
yeteneklerde ve mesleklere sahip olacak şekilde yarattığı insanlar da, önce
bütün olarak bu meliklik ve mâliklik yetkisine sahiptirler. Dolayısıyla, herkesin
belli bir tasarruf sahası vardır. Fakat bu tasarruf, hiçbir zaman mutlak
değil, sınırlı ve Allah’ın tanıdığı alanda sadece bir emanettir. Öte yandan,
tek tek insanların nasıl mülk sahibi olacaklarını ve mülklerinde nasıl tasarruf
edeceklerini belirten kuralları da Allah insanlar arasından seçtiği elçiler
aracılığıyla bildirmiştir: “Göklerin ve yerin ve ikisi arasındakilerin mülkü Allah
içindir.“258; “De ki: Allah’ım, mülkün sahibi; mülkü dilediğine verir, mülkü
dilediğinden alırsın.” 259
Allah, gerek meliklik, gerekse mâliklik olarak mülkü dilediğine verir,
dilediğinden alır. O, yeryüzünde insanlar üzerindeki tasarrufu, yani meliklik,
yöneticilik olarak mülkü, öncelikle, elçilerine vermiştir. Aynı zamanda,
mülk ile ilim ve hikmet bir arada bulunmak durumundadır. Bunlar da
en fazla Allah’ın elçilerinde mevcuttur; öyleyse ilim ve hikmet, melikliğin
şartlarındandır. “(Yusuf dedi:) Rabbim, bana gerçekten mülkten verdin ve
bana olayların te’vilini (yorumunu) öğrettin.” 260; “Allah ona (Dâvud’a) mülk
ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti.” 261
257 43/Zuhruf, 51
258 5/Mâide, 18
259 3/Âl-i İmrân, 26
260 12/Yusuf, 101
261 2/Bakara, 251
• 142 •
Ahmed Kalkan
Allah, bazen elçilerini hem peygamber, hem melik/devlet başkanı kılar;
Hz. Dâvud’un ve Hz. Muhammed’in durumlarında olduğu gibi... Bazen de,
peygamberin yanısıra, başka melikler de var eder. Nitekim, İsrailoğulları
için aynı anda birden fazla ve birbiri peşi sıra nebîler geldiği gibi, bu nebîlerin
yanısıra, onların emrinde melikler de bulunabiliyordu: “Mûsâ kavmine
demişti ki: Ey kavmim! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; O içinizde
nebîler varetti, sizi melikler yaptı.“262 Bu âyette, İsrâiloğulları’nın hizmetçi,
binek ve kadın sahibi olmakla “melik” diye adlandırıldıkları belirtilmişse
de, İsrâiloğulları içinde nebîlerin yanısıra, meliklerin bulunduğu da açıktır.
“Nebîlerine, ‘bize bir melik gönder’ dediler... Nebîleri onlara, ‘Allah, Tâlût’u
size melik gönderdi’ dedi. ‘O bizim üzerimizde nasıl melik olabilir? Biz melikliğe
ondan daha lâyığız, ona geniş mal da verilmemiştir’ dediler: (Nebîleri
de), ‘Allah onu sizin üzerinize seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı.’ dedi.” 263
Buraya kadar açıkladığımız melik kelimesi, öncelikle yönetici ve tabii
olarak, Allah adına gerek insanlar üzerinde, gerekse yeryüzünde Allah’ın
varettiği servet üzerinde tasarrufu elinde bulunduran kişi anlamında kullanılmıştır.
Kur’an, dünya hayatının geçimliği dediği servet için “mülk” deyimini
kullanmaz. Yenilen, içilen, sahip olunulan, kısaca kendileriyle dünya
hayatı sürdürülen şeylere çoğunlukla “mal” veya “metâ” tabirini kullanır.
Allah yeryüzündeki melikliğini, kendi seçtiği ve kendilerine ilim ve
hikmet verip, te’vil öğrettiği kişiler aracılığıyla yerine getirir. Bunun dışında,
bu melikliği gasbetmeye çalışanlara ve diledikleri biçimde insanlar ve
yeryüzünün servetleri üzerinde tasarrufta bulunanlara da melik denilir.
Kur’an, bunlara da mülkün Allah tarafından verildiğini vurgular. Ama, bu
Allah’ın kendi melikliği için seçtiği insanlara verdiği bir mülk verişi değil;
insanlar hak ettiği için gerekli gördüğü bir mülk veriştir. İnsana belli bir
irâde verildiğinden ve insan yaptıklarından sorumlu olduğundan eylemlerinin
sonucunu mutlaka görür. Temelde Allah’ın irâdesi, yeryüzünde kendi
mülkünün, yani kendi melikliğinin hâkim olması şeklindedir ve bunun için
dilediği insanları seçerek, onlar aracılığıyla melikliğini gerçekleştirmek ister.
İnsanları Allah’ın hükmüyle yönetmesi için gönderdiği peygamberlerin
seçimini de hiçbir zaman insanların keyfine bırakmaz. Çünkü, O mülkünde
dilediği gibi tasarruf eder. Ama, insanlar Allah’ın irâdesi doğrultusunda
262 5/Mâide, 20
263 2/Bakara, 246-247
• 143 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
değil de, kendi keyfî irâdeleri doğrultusunda gider ve Allah’ın seçtiklerinin
melikliğini kabul etmezlerse, bu kez Allah başlarına hak ettikleri meliği getirir.
Nitekim, bu anlamda Firavun da, İbrahim’le Allah hakkında çekişen
ve kaynaklarda Nemrut diye geçen kişi de meliktir.
Mülkle ilgili olarak Kur’an’da geçen bir diğer önemli kelime “melekût“-
tur. Aslında bütün varlıklar Allah’ın “ol” emriyle meydana gelmişlerdir.
Acaba Allah’ın “ol” dediği şey nedir? Allah neye “ol” demektedir? Demek
ki, varlıkların gerek salt nuranî, gerekse cismî ve gerekse şeytan veya cinler
gibi ateşten varlıklar olarak ortaya çıkmadan önce bir asılları, bir kökleri
vardır. Bu asıllar da nurdur, ışıktır. Bu nur veya ışık Allah’ın nurundandır.
Allah ise göklerin ve yerin nurudur. Şu halde, eşyanın hakikati denilen
ve Hak’tan kaynaklanan, Allah’ın nuruyla varlık kazanan ve ilm-i İlâhide
ezelde var olan asıllara, varlık köklerine Allah “ol” deyince varlıklar ya
maddesiz nuranî varlıklar, ya güneş gibi maddî-nuranî, ya da maddî varlıklar
haline gelmektedirler. İşte, varlıkların biçim giymeden âyân-ı sâbite (arketipler)
olarak bulundukları durum bir âlem olarak tasavvur edilip, adına
“melekût âlemi” denilmiştir. Bu âleme Allah’ın dilediği kulları (peygamberleri)
bakabilir ve ilmel-yakîn halindeki imanlarını ayn’el-yakîn haline
getirebilirler; gaybı şehadete çevirebilirler. Nitekim, Kur’an’ı Kerim’de, “İşte
böyle, İbrahim’e göklerin ve yerin melekût’unu gösteriyoruz.” buyurulmakta264;
müşriklerin bu âleme bakmaları ve ibret almaları, Allah’ın birliğini
görmeleri çağrısında bulunulmakta ve her şeyin melekût’unun Allah’ın
elinde olduğu vurgulanmaktadır.
Öte yandan “melik” kelimesinin hükümdar, yani devlet başkanı anlamında
kullanılması da söz konusudur. İslâm devletlerinin hükümdarları
genellikle “melik” ünvanını taşımazlardı. Kur’ân-ı Kerim’de bu kelime Allah
için kullanılmadığı zamanlarda, yabancı ülkelerin hükümdarlarını ifade
etmekteydi. Melik kelimesi, İslâm tarihinde ilk olarak Emevî devletinin
kurucusu Muaviye tarafından kullanılmıştır. Ancak bu kelime, Asr-ı saâdetten
Hulefâ-i râşidîn döneminin sonuna kadar icrâ edilen şeklin dışında,
İslâm’a aykırı bir idareyi zihinlere getirdiği için Muâviye’nin bu “melik”
ünvanını alması iyi karşılanmamış ve hatta bazı âlimler tarafından şiddetle
kınanmıştır. 265
264 6/En'âm, 75
265 Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 4, s. 133-134
• 144 •
Ahmed Kalkan
“De ki: Ey mülkün sahibi Allah’ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden
mülkü çekip alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini zelil edersin; gerçekten
Sen, her şeye kaadirsin.”266
Gönülden gelen bir yakarış... İfade biçiminde dua tonu var... Manevi
parıltısında yalvarış özü hâkim. Apaçık evren kitabına dikkat çekişinde,
şefkat ve yumuşaklıkla insanın duygularını coşturma var. Allah’ın irâdesi ve
insanların işleri ile evrenin işlerinin yürütülmesini beraberce zikredişinde
büyük bir gerçeğe işaret vardır. Hem evrene hem de insana egemen olan tek
ulûhiyet gerçeğine... İnsanın ihtiyacının, Allah’ın idaresinde bulunan büyük
evrenin ihtiyacının bir parçasından başka birşey olmadığı gerçeğine...
Yalnız Allah’a boyun eğmenin, insanın ihtiyacı olduğu gibi tüm evrenin ihtiyacı
da olduğu... Bu ilkeden sapmanın insanı, kuralların dışına çıkma ile
cahilliğe ve sapıklığa düşüreceği gerçeğine işaret var!
Bu, tek ulûhiyet gerçeğinden kaynaklanan bir gerçektir... Tek bir İlâh.
Öyleyse her şeye sahip olan da yalnız O’dur. Ortaksız olarak “Mülkün sahibi”
O’dur. Sonra O, kendi mülkünden dilediğine dilediği kadarını verir.
Allah’ın kendisine mülk verdiği kişi ancak emanet olarak onu sahiplenebilir.
Mülkün gerçek sahibi, dilediğinde dilediği kimseden mülkünü geri
alır. Hiçbir insanın gönlünce tasarruf yetkisi bulunan kalıcı bir mülkiyet
olamaz. Ancak kendisine emanet edilen bir mülkiyetten söz edilebilir ki o
da asıl mülk sahibinin şartlarına ve direktiflerine bağlı kalma zorunluğudur.
Mülkü emanet olarak alan kişi, mülkün asıl sahibinin şartlarına aykırı
bir harcamada bulunduğu zaman bu harcaması geçerli olmaz ve müminler
dünyada buna engel olmak zorundadırlar. Bu kişi ahirette de, mülkü
canının istediği şekilde kullandığından ve asıl sahibinin şartlarına aykırı
hareket ettiğinden dolayı ayrıca hesaba çekilecektir...
Aynı şekilde dilediğini onurlandıran, dilediğini de güçsüz düşüren
O’dur. Kimse O’nun hükmünü yanlış göremez, O’nu saptırmaya yeltenemez
ve verdiği kararı bozamaz. O, yüce Allah’tır ve her şeyin sahibidir... Bu özel
niteliği Allah dışında hiç kimsenin üstlenmesi asla doğru olmaz.
Allah’ın bu egemenliği, bütünü ile iyiliğin kendisidir. Çünkü O, bu hâkimiyetini
doğruluk ve adâlet ile yürütür. Doğruluk ve adâlet ile mülkü
dilediğine verir, dilediğinden alır. Hak ve adâlet ile dilediğini onurlandırır,
266 3/Âl-i İmrân, 26
• 145 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
dilediğini güçsüz kılar. Tüm durumlarda O’nun murad ettikleri gerçekten
hayırdır. Her zaman bu iyiliğin gerçekleşmesi üzerindeki mutlak irâde ve
mutlak kudret Allah’ındır. “İyilik senin elindedir. Senin her şeye gücün yeter.”
İnsanın tüm işleri üzerindeki bu hâkimiyet, onların işlerini iyilik temeli
üzerinde programlama, Allah’ın kâinat ve hayat üzerindeki mutlak ve büyük
hâkimiyetinin bir parçasından başka birşey değildir: “Geceyi gündüze
dönüştürür, gündüzü geceye dönüştürür. Diriden ölüyü çıkarır, ölüden diriyi
çıkarırsın. Dilediklerine hesapsız rızık verirsin.” 267
Bu birbiri içine giren gizli hareketi, bu büyük gerçeği ifade eden tasvir
insanın kalbini, duygularını, gözlerini ve duyu organlarını doyurmaktadır...
Gecenin gündüze, gündüzün geceye çevrilişi, ölüden dirinin, diriden
ölünün çıkarılışı olgusu... Kalbin, dikkatlerini ona yönelttiğinde ve orada
fıtratın gerçek ve engin sesine kulak verdiğinde şüphesiz ve tartışmasız olarak
Allah’ın kudretine işaret ettiğini kavrayacağı hareket.
Tüm evrenin ve her canlının yapısında varolan bir hareket. Gizli, engin,
tatlı ve dehşet yerici bir hareket. Kur’an’ın bu kısa işareti, o büyük hareketi
insanın kalbine ve beşerin aklına göstermektedir. Her ye gücü yeten, onları
yoktan vareden, onlara merhamet eden ve işlerini proğramlayan Allah’ın
eliyle dokunan hareket. İnsanlar nasıl olur da işlerini merhametle proğramlayan
Allah’tan ayrı bir proğram yapmaya kalkışabilirler? Hakîm ve Habîr
olan Allah’ın düzene koyduğu bu evrenin birer parçaları oldukları halde,
nasıl olur da kendilerine canlarının istediği düzenler seçebilirler?
Sonra hepsinin rızkı Allah’ın elinde olduğu ve hepsi de O’na muhtaç
olduğu halde, nasıl bir kısmı bir kısmını kul yapabilir, bazıları bazılarını
Rabler edinebilirler?
“Dilediğine sınırsız rızık verirsin” Bu, insanın kalbini büyük gerçeğe;
Tek bir ulûhiyet, tek bir gücün etkinliği, tek bir hâkimiyet bir tek asıl sahip
olduğu ve bir tek zatın hüküm verme yetkisi olduğu gerçeğine yöneltmektedir.
Sonra her şeye hâkim, mülkün sahibi, onurlandıran, güçsüz bırakan,
hayat veren, öldüren, bağışta bulunan, mahrum bırakan, evrenin ve insanın
işlerini sürekli olarak adâlet ve iyilikle düzene koyan Allah’ın dışında hiçbir
267 3/Âl-i İmrân, 27
• 146 •
Ahmed Kalkan
kimseye bağlanılmayacağı gerçeğine çekmektedir. 268 Âl-i İmrân Sûresinin
26. ve 27. ayetleri kendilerinden önceki ve hemen sonraki âyetlerle güzel
bir uyum teşkil eder. 19. âyetten itibaren İslâm düşmanlarına bir uyarı ve
tehdit yer alır ve 25. âyette müslümanlar düşmanlarının ceza gününde yaptıklarının
karşılığını göreceği konusunda temin edilirler. Allah bu âyetlerde
onları tekrar temin etmek için müminler ve Allah’a itaat eden kullar, açlık
ve zorluklar çekerken, kâfirlerin ve Allah’a isyan edenlerin dünyada bolluk
içinde yaşadığı görüldüğünde, insanın aklına gelen, fakat henüz sorulmamış
olan bir soruyu cevaplandırıyor.
Soru şöyledir: İki grubun bu zenginlik ve yoksulluğu arasındaki dengesizliğin
altında yatan hikmet nedir? Bu bölümün nâzil olduğu dönemde (H.
3. sene) Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashâbı her taraftan o kadar baskıya mâruz
kalıyorlardı ki insanların zihninde bu soru oluşuyordu. Sorunun cevabını
bu ayetler ihtiva eder; tüm otorite, güç, zenginlik ve servetin sahibi olan
Allah, bunlardan bir kısmını istediği kişilere verir. Onlar, bu dengesizlikten
tedirgin olmazlar. Çünkü O, Hakîm’dir (Hikmet sahibi) ve Alîm’dir (her şeyi
bilendir). Bundan başka Allah serveti dilediğine verir, dolayısıyla zenginlik
bir şeref ve dostluk kriteri değildir. Bu nedenle bunu takip eden ayetlerde
müslümanların zengin kâfirlerle dostluk kurmaları yasaklanmaktadır. 269
Ey Melik olan, bütün varlıkların sahibi, tek ve mutlak Sultanı Allah’ım.
Sen bütün mevcûdâtı, yaratan, yöneten, terbiye eden, koruyan, hayat ve
sonsuz rızıklar veren eşsiz Meliksin, mutlak yöneticisin. Herkes Sana muhtaç,
Sen ise hiçbir şeye muhtaç değilsin.
“De ki: İnsanların Rabbine sığınırım; insanların melikine, insanların
(gerçek) İlâhına.” 270
Göklerin ve yerlerin gerçek Sultanı, Sultanlar Sultanı Allah’ım. Senden
başka bütün idarecilerin idaresi eksik, kusurlu ve geçicidir. Gerçek, ezelbbed
Sultanı Sensin. Kullarını ve evreni en güzel, en kolay ve en âdil şekilde
idare edersin. Zorluk biz âciz kullarınadır. Sen bütün noksan sıfatlardan
münezzehsin. Senin için âlemlerin idaresi ile atomların yönetimi ve bir kulunun
idaresi aynı kolaylıktadır.
268 Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an, 3/Âl-i İmrân, 26-27. âyetlerin tefsiri
269 Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’an, İnsan Y., c. 1, s. 248-249
270 114/Nâs, 1-3
• 147 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Ey Sultanlar Sultanı ve Bütün Mülklerin Sahibi Güzel Allah’ım. Sen,
Sana tam kulluk yapan sâlih kullarını arza halife kılarsın. Onları liderlere
önder, sultanlara sultan edersin. Sen dilediğine dilencilik, dilediğine de
sultanlık verirsin. Sen “hesap gününün meliki ve mâliki”sin.271 Kudretin,
mülkün, lutuf ve ikramların sonsuzdur.
Mâlikü’l-Mülk
“Mülkün, her varlığın sahibi.”
Ey Mâlikü’l-Mülk olan, mülkün tek sahibi ve yöneticisi olan Allah’ım,
Bütün mevcudatın tek hükümdarı ve sahibi Sensin. Mülkünde istediğin
gibi tasarruf edersin. Kimse Sana karışamaz.
Bütün mevcûdâtının olduğu gibi bizim de Sahibimiz ve Sulatanımız
Sen’sin. Elimizin, ayaklarımızın, bütün bedenimizin, canımızın, ruhumuzun,
hatta “Ben” dediğimizin, benliğimizin gerçek sahibi Sensin. Sen,
sonsuz merhamet, adâlet ve şefkat sahibi bir Mâlikü’l-Mülk’sün. Herkese
sonsuz merhamet, sonsuz adâlet ve şefkat edersin. Her icraat, emir ve hükmünde
onlarca hikmet ve güzellik vardır.
“De ki: Ey mülkün sahibi Allah’ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden
mülkü çekip alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini zelil edersin; gerçekten
Sen, her şeye kaadirsin.”272 Makro âlemden, mikro âleme ve oradan
da normo âleme kadar her şeyin ezelî ve ebedî tek sahibi Sensin. Melekler
ve ruhaniler âleminin, gökleri ve yeri kuşatan Kürsü’nün, Kürsüyü kuşatan
Arşın ve bizim bilemediğimiz, ilmimizin eremediği, Sadece Senin bildiğin
O muhteşem âlemlerin Muhteşem tek Hükümdarı ve Sahibi Sensin.
Sen Mâlikü’l-Mülk’sün. Senin mülkünü anlamada biz kullarının aklı
yetersizdir. Sen “Ol” deyince her şey olur. Sen “Ol” deyince yeni yeni galaksiler,
uzaylar kurulur. Sen “Ol” deyince altın, inci, elmas, gümüş ve zebercetten,
“eni gökler ve yerler genişliğinde” cennetler kurulur.
271 1/Fâtiha, 4
272 3/Âl-i İmrân, 26
• 148 •
Ahmed Kalkan
“O gün onlar (kabirlerinden) fırlayıp çıkarlar. Allah’a karşı hiçbir şeyleri
gizli değildir. (Buyrulur ki:) ‘Bugün mülk kimindir?’ (Şöyle cevap verilir:)
“Tek ve Kahhâr olan Allah’ındır.” 273
Sen Mâlikü’l-Mülk olarak, fâni dünyada, geçici mülkü dilediğin kuluna
verirsin. Dilediğine geçici sultanlık, dilediğine de dilencilik verirsin. Kullarının
gerçek mülk sahibini anlamaları için, hem fâni dünyanın zenginlerine
bakıp ibret alması hem de dilencilerine bakıp haline şükretmesi lâzım.
Bizler fâni dünyadaki, Senin malını Senin yolunda vermekte zorlanırız.
Oysa Senin malını Senin yolunda versek, Sen o mülkü ölümsüzleştirecek ve
Cennet’te birine karşılık binler, trilyonlar vereceksin.
Her şeyin tek sahibi Allah’tır, her ne varsa O’nundur. Her şey üzerinde
mutlak tasarruf yetkisi sadece O’na aittir. O halde O’ndan başkasına kulluk
edilmez.
Mâlikü’l-Mülk, mülkün ebedî sahibi demektir. Cenâb-ı Hakk’ın mülk
üzerinde hem sahipliği, hem de hükümdarlığı vardır. Mülkünü dilediği gibi
tasarruf eder ve aynı zamanda onda geçerli olan yasaları koymak sûretiyle
dilediği gibi hükmetme hakkı da O’na âittir. Bu hususta hiçbir ortağı, dengi
ve yardımcısı yoktur. Mülk denilince dünyası ve âhireti ile kâinatın tümü
anlaşılır. Bizzat insan da O’nun kulu olarak, mülküne dâhildir. Allah Teâlâ
mülkün hem sâhibi, hem hükümdârıdır. Mülkünde dilediği gibi tasarruf
eder. Hiçbir kimsenin O’nun bu tasarrufuna itiraz ve tenkide hakkı yoktur.
Dilediğine verir, dilediğinden alır. 274
Şu an bulunduğumuz yerden etrafımıza baktığınızda gördüğümüz her
şeyin Sahibi vardır. Oturduğunuz koltuk, Sahibinin var ettiği atomlardan
oluşmaktadır. Saksıda duran çiçek, Sahibinin ona sağladığı imkânlarla (güneş,
su vs.) büyümektedir. Pencereden görünen deniz ve içindeki tüm canlılar
Sahibi dilediği için orada bulunmaktadır...
Ve hatta kendi bedenimiz; o da bizden tamamen bağımsız olarak bizi
var edenin kontrolündedir. Tüm uzuvlarımız, damarlarımız, sinir sistemimiz,
hücrelerimizin her biri Sahibimizin ilminin ve üstün sanatının eser-
273 40/Mü’min, 16
274 3/Âl-i İmran, 26
• 149 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
leridir. Bu sayılanların hiçbiri bizim sahip olmayı düşünüp tasarladığımız,
sonra da var ettiğimiz şeyler değildir.
Biz dünyaya gözümüzü açtığımızda hem kendi bedenimizdeki kusursuz
sistemle, hem de içinde bulunduğumuz dünyayla ve hatta tüm evrenle
karşılaştık. Ancak bundan önce bunların hiçbirine sahip değildik ve bundan
sonra da kendi irâdemizle bunlara sahip olmamız mümkün değildir.
Elbette bu gerçek, sadece bizim için değil, tüm insanlar için de geçerlidir.
O halde her şeyin mülkü, onları Yaratana aittir; yani her şeyin yaratıcısı ve
sahibi olan Allah’a...
Bu açık gerçeğe rağmen insan körleşir ve O’nun varlığını gözardı ederek
elindeki her şeyin kendisine âit olduğu zannına kapılır. Tüm âcizliğine rağmen
kendini üstün görme yanılgısı içinde olan insan, büyüklenir ve inkâra
kalkışır. Fakat bu inkâr yalnızca kendisine zarar verir; çünkü Hz. Mûsâ’nın
söylediği gibi; “Eğer siz ve yeryüzündekilerin tümü inkâr edecek olsanız bile
şüphesiz Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, övülmüştür.” 275
“Mâlikü’l-mülk: “Dünya ve âhiretin mülkü, yalnız Kendisine âit olan”
demektir. Yalnız bir Medenî âyette 276 geçer. Kur’an; sıfat, masdar ve fiil şekilleriyle
hükümranlığı Allah’a tahsis etmeye büyük önem vermiştir. Başından
sonuna kadar, O’nun bu vasfını hatırlatmıştır. Onun “Hükümrân”
olarak tanıtılmasına bazı felsefî düşünceler bir anlam vermeyebilirse de,
beşerî realitenin başka türlü olduğunu anlatmaya çalışacağız.
Hükümdar kültü, özellikle eski dünyanın hemen her tarafında rastlanan
bir tezâhürdür. Anlaşılan insanlık, hükümranlıkla Ulûhiyette birbirinden
ayrılmaz iki kavram bulmaktadır. Denebilir ki, hükümdarlar kendilerini
halklarına kabul ettirmek için, bir ilâhî kaynağa dayanıyor göstermişlerdir.
Yahut hâkim olanların, raiyyelerini kendilerinin kulları, kendilerini
de onların tanrısı gibi görmek istedikleri söylenebilir. Başka şeyler de düşünülebilir.
Şimdi serdedeceğimiz tarihî gerçeklere bakarak, biz daha çok,
birinci ihtimalin, yani insanların tanrılıkla hükümranlığı ayrılmaz kabul
etmelerinin bir vâkıa olduğunu kabul ediyoruz.
275 14/İbrâhim, 8
276 3/Âl-i İmrân, 26
• 150 •
Ahmed Kalkan
İnsan, taptığı Tanrının hükümran olmasını, hükmünü yürütmesini
beklemektedir. Kendisine hükmeden beşerî varlıkların hükümranlığına,
ancak ilâhî bir esasa ve izne dayandıkları düşüncesiyle, tâbi olmak istemektedir.
Eski Mısırlılar nezdinde Firavun, tanrının oğludur. Yaşadığı sürece,
tanrı Horus ile eşit tutularak, tanrı sıfatıyla kendisine tapınılması gerekirdi.
Çinlilere göre Tanrı “Cihan hükümdarı”dır; yerdeki kral, semâvî Hükümdarın
temsilcisidir. Kral ancak, bu unvanla halka emretme yetkisini haklı
gösterebilir. Sümerlerde, hükümdarlık gökten iner; kral, Tanrı Anu’dan iktidarını
alır. İşte bundandır ki, yalnız hükümdar halkı temsilen Onu çağırabilir,
sıradan adamlar değil. Babil ve Asur’daki siyasî rejim, daima bir teokrasidir.
Bütün iktidar bir tanrıdan veya tanrılardan gelmektedir. Orta Asya
ve kuzey kutup bölgesi kavimlerinde tanrı, “hân”, yani kâinatın hükümdarıdır.
Moğollarda da böyledir. Fakat tanrı, âlemi doğrudan doğruya değil;
yerdeki temsilcileriyle, hanlarla idare eder. Mengü Han, Fransa kralına
yolladığı mektubunda: “Ebedî Tanrının emri böyledir; Gökte bir tek ebedî
Tanrı vardır, yerde de yalnız bir hüküm bulancaıktır: Tanrının oğlu Cengiz
Han”. Ural Altay bölgesinde, Tatarlarda Yüce Semâvî Tanrı, “Han” yani
Hükümdardır. Brahmanlar, kralı takdîs ederlerdi. Hindistan’daki Semâvî
Tanrı Varuna hükümdardır; Hükümdar-Tanrı’dır. Zerdüştlükteki tek Tanrı
Ahura-Mazda da, “Hükümran Tanrı”dır. Bazı Afrika topluluklarında kral
mukaddes veya ilâhî telâkki edilir. Eski Yunan’da Zeus’da da hükümranlık
vasfı vardır, krallar otoritelerini ondan alırlar. İtalya’da Jupiter, mutlak
hükümdar idi. Japonya’da, Mikado güneş tanrıçasının soyundan gelmedir,
hem kral, hem baş râhiptir; ilâhî nesnenin cisimleşmiş şeklidir. Bir Japon,
bütün hallerde Mikado’nun (kralın) irâdesine itaat etmeye mecburdur. Mikado
kültü, halen Japonya’da mevcuttur.
M.Ö. 6. yılda, yahûdiler Filistin’de Galile (el-Halil) bölgesinde Roma
idaresine karşı ayaklanırlar; zira Tanrı, onların tek Hükümdarıdır. Çünkü
yahûdiler, Allah’ı Kral olarak nitelerler. Kezâ yahûdiler, krallarının Tanrı
ve halk tarafından seçilmesi gerektiğine inanırlardı. İsrail’de kral, ilâhî bir
kuvvete sahip olup Yahova tarafından yahut Yahova’nın işaretiyle halk tarafından
seçilmiştir (Kur’an’da 2/Bakara, 247’de Tâlût’un, onlara Allah tarafından
kral olarak gönderildiği bildirilir). “İmparatora tapınma (Sezarizm),
Roma devletinde bütün din mensuplarının imparatora ve yurda bağlılıklarını
sağlayan bir inanma ve tapınma sistemidir. Sistem, Jül Sezar’ın
ölümünden sonra kurulmuştur. İlk Hıristiyanların işkence görmeleri, bu
tapınmaya katılmamaları yüzünden olmuştur. Hz. İsa, kendisini yahûdi•
151 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
lerin kralı olarak kabul ediyordu. Onu tanrılaştıran hıristiyanlar, kendisini
“insanlığın ve kâinatın hükümdarı” olarak görürler. Çokça, rûhânîleştirilen
“Allah’ın melekûtu”, hıristiyanlıkta en önemli yeri işgal eder. Pater duâsında:
“Melekûtun gelsin” denir. Hıristiyanlarda “Semâvî Peder”, her şeyden
önce Mâlik/Meliktir, yani Kraldır.
Bu dünya turundan sonra, insanın “Hükümran” olan bir Allah’a ve yalnız
O’na kulluk etmek üzere yaratıldığını anlamamak mümkün değildir.
Mutlak ve Gerçek Hükümdarı (el-Melikü’l-Hakk) bulamayınca, uydurduğu
tanrılara bu vasfı verdiği görülmektedir. Bu vasıfla tecellî etmeyen
Tanrının da unutulduğu gerçeğini hatırlayacak olursak, Allah’ın Kendisini
hükümranlıkla nitelemesinin hikmetini anlamamız çok kolay olacaktır.” 277
Mal-Mülk Allah’ındır
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır.” 278; “Göklerin ve yerin mülkü
O’nundur.” 279; “Mülk O’nundur.” 280
Bu âyetler ve benzerleri mülkün, hükümranlığın Allah’a âit olduğunu,
gerçek mülk sahibinin O olduğunu vurgulamaktadır. Allah, mülkünü yönetme
hakkını, yeryüzünde halîfe tâyin ettiği insana vermiştir. “Allah’a ve
Rasûlüne iman edin ve (O’nun) sizi hâkim kıldığı, sizin yönetiminize verdiği
şeylerden (Allah için) infak edip harcayın. Sizden, iman eden ve (Allah
rızâsına) infak edip harcayanlar için büyük mükâfat vardır.” 281 Bu âyetten
anlaşıldığı üzere mal, gerçekte Allah’ındır. İnsan, yeryüzünde halîfe olarak
mala sahip olsa da; mal, aslında ona emânettir. Göklerin ve yerin mülkü
Allah’a âittir. Mülkün gerçek sahibi Allah’tır. İnsanın mala halîfe kılınması,
iki anlama gelebilir: Ya Allah adına malın üzerinde vekil kılınması, malın
yönetiminin kendisine bırakılmasıdır.
277 Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 130-132
278 3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 17, 18, 40, 120; 9/Tevbe, 116; 24/Nûr, 42; 45/Câsiye, 27; 48/Fetih, 14
279 2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 40; 7/A'râf, 158; 25/Furkan, 2; 39/Zümer, 44; 42/Şûrâ, 49; 43/
Zuhruf, 85; 57/Hadîd, 2, 5; 85/Bürûc, 9
280 6/En'âm, 73; 35/Fâtır, 13; 39/Zümer, 6; ve yine bk. 3/Âl-i İmrân, 26; 17/İsrâ, 111; 22/Hacc, 56; 25/Furkan,
26; 40/Mü'min, 16; 64/Teğâbün, 1
281 57/Hadîd, 7
• 152 •
Ahmed Kalkan
Yahut başkasından kendisine geçmesi, kendisi başkasının yerine geçip
mala sahip olmasıdır. Mal denilen şey, böyle insandan insana geçen, insanların
mülkiyetini birbirinden devraldıkları bir şey olduğu için âyette “cealeküm
müstahlefîne fîh; başkasının yerine geçirildiğiniz, başkasının ardından
size verilen şey” diye nitelendirilmiştir.
Şimdi insan, mülkiyeti geçici olarak elinde bulunan malı Allah yolunda
harcarsa, aslında kendi malını değil; Allah’ın malını harcamakta; O’nun
adına, O’nun yoluna vermektedir. Mülkün gerçek sahibi Allah olduğuna
göre, neden Allah’ın malını, Allah’ın emrettiği yere harcamaktan çekinir,
niçin kendisini mutlu edecek şeyden geri kalır? Hz. Peygamber’in (s.a.s.)
şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Sizi çokluk mahvetti. İnsanoğlu ‘malım,
malım’ der. Yiyip tükettiğinden, ya da giyip eskittiğinden, ya da sadaka
verdiğinden başka senin malın mı var? (Çünkü bundan ötesi başkasının eline
geçecektir).” 282
Dünya ve içindekiler Allah’ındır. Oturmuş olduğumuz ev, binmiş olduğumuz
arabalar, uçaklar, tarlalarımız, bahçelerimiz, ev eşyalarımız, stoktaki
mallarımız kısacası kendimiz de dâhil her şey Allah’ındır. Allah Teâlâ
zenginliğinin ve imtihanının gereği insanlara mal vererek zenginleştirir ve
onlardan şükür ve infak etmelerini bekler.
Bir zaman sonra tasarruf yetkisi kendisinde olması hasebiyle vermiş
olduğu malları bir şekilde geri alır (yangın, deprem, hırsızlık, iflas, vs.) ve
kulunun sabrını ölçer. Eğer zenginseniz bilin ki mallarınızı ticari bir zekânızla
kazanmadınız. Allah öyle diledi ve zengin oldunuz. Eğer fakirseniz
yine bilin ki ticarî zekâsızlıktan fakir olmadınız. Allah (c.c.) öyle diledi ve
siz fakir oldunuz. Allah (c.c.) bir kuluna zenginlik ya da fakirlik dilemişse
gerekli sebepleri de yaratır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Hak Melik olan Allah pek yücedir. Ondan başka ilâh yoktur; Kerîm olan
Arş’ın Rabb’idir.”283
282 Müslim, Zühd 3; Tirmizî, Zühd 31, Tefsir, sûre 102; Nesâî, Vesâyâ 1; Ahmed bin Hanbel, 4/24, 26
283 23/Mü’minûn, 116
• 153 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Oldukça kudretli, mülkünün sonu olmayan (Allah)ın yanında doğruluk
makamındadırlar.” 284
“De ki: ‘Ey mülkün sahibi Allah’ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden
mülkü çekip alırsın…” 285
Allah, gerçek mülk sahibidir. O’nun bu sıfatı, yücelik, büyüklülük ve üstünlük
sıfatlarındandır. Her şeye egemen olan, bütün işleri bir düzen içinde
yürütüp idare eden O’dur. Kulları üzerinde mutlak tasarruf sahibidir. Emir
ve yasaklar koymak, sonra da bunlara uyanları ödüllendirmek, uymayanları
da cezalandırmak O’nun hakkıdır. Yer ve gökler O’nundur. Bütün her
şey O’nun mülküdür. İnsanlar O’nun kulu ve kölesidirler, daima O’na muhtaçtırlar.
286
Melik ismi, gerçek anlamda her yönüyle yalnız Allah içindir. Bu sıfat,
Allah’ın diğer bütün kemâl sıfatlarının var olmasını zorunlu kılar. Çünkü
gerçek bir melik olan varlığın hayat, kudret, irâde, görme, işitme ve konuşma
gibi sıfatlara sahip olmaması düşünülemez. Emretmeyen ve yasaklamayan,
ödüllendirmeyen ve cezalandırmayan, veren veya vermeyen, aziz
veya zelil kılmayan, ikram ve ihsanda bulunmayan, intikam alamayan veya
affedemeyenn, alçaltamayan veya yükseltemeyen, emir ve yasaklarını kullarına
tebliğ edecek peygamberler gönderemeyen bir varlık nasıl melik olarak
nitelenebilir ki? Gerçek melik olan bir varlıkta, bu sıfatlardan hangisi
bulunmaz ki?
Görünen o ki, Allah’ın isim ve sıfatlarını inkâr edenler, kendi melikliklerini
Allah’ın melikliğinden daha mükemmel ve üstün görmektedirler.
Bunlar kendileri için kabul ettiklerini Allah için kabul etmemektedirler.
Oysa gerçek meliklik sıfatı, emrinde bulunan şeyler üzerinde tasarruf edebilmeyi
zorunlu kılar. Bu varlıkta olan her şey Allah tarafından yaratılmıştır.
Bu yüzden O’nun eksiksiz ve mükemmel melikliği başkasına dayanmaz.
Buna karşılık her varlık O’na dayanır. Var olmaları, O’nun yaratması ve dilemesine
bağlıdır.
284 54/Kamer, 55
285 3/Âl-i İmrân, 26
286 Teysiru’l-Kerîmi’r-Rahmân, c. 5, s. 620
• 154 •
Ahmed Kalkan
Allah’ın gerçek mülk sahibi olması, O’nu övmekle yakından ilgilidir.
Bu yüzden “Mülk de O’nun, hamd de O’nun”287 denilmiştir. Allah’ın hamd
ve mülk sahibi olması konusunda insanlar üç kısma ayrılmışlardır. Peygamberler
ve onların izinden gidenler, mülk ve hamdin yalnız Allah’a ait
olduğunu kabul ettiler. Bunlar, Allah’ın mutlak Kaadir olduğunu, hüküm
ve hikmet sahibi olduğunu ve bütün kemâl sıfatların O’nda bulunduğunu
kabul etmişler, O’nu her türlü eksiklikten ve varlıklara benzemekten tenzih
etmişlerdir.
Allah, gerçek Rab, gerçek Melik ve gerçek İlâhtır. O, Rab oluşu ile bütün
varlıkları yaratmış, Melik oluşu ile hepsine üstün gelmiş, İlâh oluşu ile de
onlara kendisine ibâdet etmelerini emretmiştir. Bu üç kavramın içerdiği
derin anlamları, yücelik ve ululuğu iyi düşünmemiz gerekir. Allah bu üç
kavramı en güzel bir ifade ve üslup ile Nâs sûresinde birlikte zikretmiştir:
“İnsanların Rabb’i, İnsanların Meliki/Mâliki ve İnsanların İlâhı”. Bu üç
tamlama, imanın bütün temellerini ve Allah’ın güzel isim ve sıfatlarının
anlamlarını kapsamaktadır. Bu üç ifade, el-Esmâü’l-hüsnâ’nın anlamlarını
şöyle kapsar:
İnsanların Rabb’i kavramı Allah’ın şu isim ve sıfatlarını kapsamaktadır:
Kaadir, Hâlik, Bâri’, Musavvir, Hayy, Kayyûm, Alîm, Semî’, Basîr, Hasen,
Mün’im, Cevâd, Mu’tî, Mâni’, Dâr, Nâfi’, Mukaddim, Muahhir, Mudıll ve
Hâdî. Allah bu ve benzeri birçok isim ve sıfatı hakkıyla hak edendir.
İnsanların Meliki/Mâliki kavramı, Allah’ın emreden, yasaklayan, aziz
veya zelil kılan gibi kulları üzerinde dilediği şekilde tasarruf sahibi olduğunu
belirten isim ve sıfatları kapsar. Allah’ın gerçek Melik/Mâlik olduğunu
belirten isim ve sıfatlar şunlardır: Azîz, Cebbâr, Mütekebbir, Hakem, Adl,
Hâfıd, Râfi’, Muizz, Mudıll, Azîm, Celîl, Kebîr, Hasîb, Mecîd, Velî, Müteâlî,
Mâlikü’l-mülk ve Muksit. Tüm bu isim ve sıfatlar, Allah’ın mülk sahibi oluşuna
ve dilediği şekilde tasarruf yetkisine sahip olduğuna işaret etmektedir.
İnsanların İlâhı kavramı ise, Allah’ın bütün celâl ve kemâl sıfatlarını
kapsar. Güzel ve yüce isim ve sıfatların tamamı bu ifadenin kapsamına girer.
Böyle bu üç isim (Rab, Melik/Mâlik, İlâh) esmâ-i hüsnânın bütün anlamlarını
kapsamış olmaktadır.
287 64/Teğâbün, 1
• 155 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Allah’ın bu isimlerle kendisine sığınanları koruması, himayesine alması,
insan ve cinlerin şerlerine ve vesvese vermesine mâni olması haktır. 288
Allah bizim tek Rabb’imiz, Mâlik’imiz ve İlâh’ımız olduğuna göre, sıkıntı
ve musibet zamanlarında O’na sığınmaktan başka çaremiz yoktur. Bizim
O’ndan başka bir sığınağımız, barınağımız ve mâbudumuz yoktur. Bu
yüzden sadece O’na duâ edilmeli, yalnız O’ndan korkulmalı ve O’na umut
bağlanmalıdır. O’ndan başka kimse gerçek anlamıyla sevilmemeli, boyun
eğilmemeli ve itaat edilmemelidir. Yalnız O’na güvenip dayanılmalıdır. Zira
umut bağladığın, korktuğun, duâ ettiğin, kendisine güven duyup dayandığın,
seni terbiye eden, işlerini üstlenip onları bir düzene koyan ve idare
eden Rabb’indir. O’ndan başka Rab yoktur. O, aynı zamanda senin ve bütün
varlıkların gerçek Mâlik’idir. Biz de dâhil bütün varlıklar O’nun mülküdür.
Rabb’imiz ve Mâlik’imiz olan, aynı zamanda bizim gerçek ve tek İlâh’ımız
ve mâbudumuzdur. O’na ibâdet etmekten, kulluk yapmaktan uzak durmamalıyız.
Bizim O’na olan ihtiyacımız, hayata ve ruha olan ihtiyacımızdan
daha fazladır. O, hepimizin ve bütün varlıkların gerçek İlâh’ıdır. O’ndan
başka ilâh yoktur.
Gerçek bir Rabb’e, Mâlik’e ve İlâh’a sahip olduğunun bilincinde olanlar,
O’ndan başkasına sığınmaz, O’nun dışında kimseden yardım istemez
ve O’nun himayesinden başka himaye aramazlar. Allah, gerçek Rab, Melik/
Mâlik ve İlâh olmakla, kendisine iman edenlerin tek koruyucusu, hâmîsi,
yardımcısı, destekleyicisi ve dostudur. Onların bütün işlerini üstlenmiş ve
himayesine almıştır. Kul, sıkıntı ve felâket anlarında, düşmanlarıyla karşılaştığı
anlarda nasıl Rabb’ine, Melikine/Mâlik’ine ve İlâh’ına sığınmasın
ki!? 289
El-Melik: Her şeyin hâkimi demektir. El-Melik; Bütün kâinatın sahibi
ve mutlak sûrette hükümdarı anlamındadır. “De ki: İnsanların Rabbine sığınırım.
İnsanların melikine, insanların (gerçek) İlâhına.”290 Allah’ın ‘Melik’
sıfatı O’nun var olan her şeyin sahibi olduğu anlamına gelir. Bizim gördüğümüz
ve göremediğimiz varlıkların her birinin içinde yaşadığı âlemlerin
yaratıcısı ve tek sahibi O’dur. Yaşadığımız evrenin ezelî ve ebedî hükümdarı
da O’dur.
288 İbn Kayyim, Bedâiu’l-Fevâid, c. 2, s. 249
289 İbn Kayyim, Fevâid, c. 2, s. 248
290 114/Nâs, 1-3
• 156 •
Ahmed Kalkan
Tüm yıldızlar, insanlar, hayvanlar ve bitkiler, göremediğimiz âlemlerde
yaşayan cinler, şeytanlar, melekler ve daha bilemediğimiz bütün varlıklar
Allah’ın emri altındadır. Sayısız âlemin mülkünü elinde bulunduran ve buralarda
hüküm süren olağanüstü düzenin hayat bulmasını sağlayan yalnızca
âlemlerin Rabbi olan Allah’tır.
Sonsuz kudret sahibi bir Yaratıcı’ya tâbi olduğunu bilen bir insanın,
kendisini başıboş görmesi mümkün değildir. Her şeyden haberdar, her
şeye güç yetiren, her şeyi gören ve işiten bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını
bilen bir insan, O’na karşı sorumlu olduğunu da bilmelidir. Nitekim
mü’minlerin içinde bulundukları bu düzenin tek bir sahibinin olduğunu
bilmeleri, onları doğal olarak yaptıkları her işte, her şeye ve herkese hâkim
olan, her dilediğini yerine getiren Allah’a yöneltir. “Hak hükümdar olan Allah
yücedir. Onun vahyi sana gelip tamamlanmadan evvel, Kur’an’ı (okumada)
acele etme ve de ki: ‘Rabbim, ilmimi arttır.”291 “Hak Melik olan Allah pek
yücedir, Ondan başka ilâh yoktur; Kerim olan Arş’ın Rabbidir.”292;“O Allah
ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Melik’tir; Kuddûs’tur; Selâm’dır; Mü’min’dir;
Müheymin’dir; Aziz’dir; Cebbar’dır; Mütekebbir’dir. Allah, (müşriklerin) şirk
koştuklarından çok yücedir.” 293
Mülk ve milk masdarları, kuvvet mânâsında müşterektirler. Ancak,
mülk, milki de gerektirir; dolayısıyla her melîk mâliktir; fakat her mâlik
her zaman hüküm sahibi, yani melîk değildir. Mülk: İnsanlar üzerinde emir
ve nehiyle tasarruftur, şuurlu varlıklar üzerinde hüküm ve hükümet etmeye
mahsustur. Bundan dolayı, “insanların meliki”, fakat “eşyanın mâliki” denir.
Beşerî mânâda mülkün değeri, idare olunanlara ve idarecideki zâtî vasıflara
göre büyür veya küçülür. Allah’ın mülküne ise, hiçbir hükümranlık
yaklaşamaz. Zira O, bu hükümranlığa, memleketini (yarattığı tüm mülkü)
ve oradaki insanlar da dâhil bütün varlıkları, yoktan var etmekle hak sahibidir.
Öte yandan, bu hükümranlığın, Kendisinden alınması da söz konusu
değildir. Allah öyle bir Meliktir ki, buyurma, yok etme, öldürme, diriltme,
azaplandırma, mükâfatlandırma gibi işlerde istediği gibi, ne ortağı ne Kendisini
engelleyebilecek olanı olmaksızın, istediği hususta istediği gibi tasarruf
eden gerçek Meliktir. Böylece, anlaşılıyor ki, O hakiki ve mutlak tek
291 20/Tâhâ, 114
292 23/Mü’minûn, 116
293 59/Haşr, 23
• 157 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Meliktir. Beşerî hükümdarlar hakkında mülk, mecâzîdir. Allah bu durumu,
hasr ifâdesiyle “lehu’l-mülk; O’nundur mülk”294; “Ellezî bi yedihi’l-mülk; hükümranlık
elinde olan”295 gibi, birçok âyette bildirmektedir.
Dikkati çeken bir durum da, -bu gerçeğe rağmen- insanların İlâhî hükümranlığı,
kendilerince bilinen hükümdarlık kavramı ile karıştırmamaları
için, Allah’ın mülkünü belirten tâbirlerin mücerred olarak getirilmemesidir.
Bunlar muzâf kılınmak veya tavsif edilmekle, nasıl bir mülk karşısında
bulunulduğu gösterilmiştir: “Mâlik-i yevmi’d-dîn; Din gününün Mâliki/
sahibi (veya Melik’i)”296; “el-Melikü’l-Hakk; Hakiki Hükümdar”297; “el-Melikü’l-
Kuddûs; Her türlü eksiklikten münezzeh Hükümdar”298; “Melikü’n-nâs;
Bütün insanların hükümdarı”299; “Mâlikü’l-mülk; Mülkün mutlak sahibi”300.
Bu son vasfın geçtiği pasajda O, ancak Ulûhiyetin sahip olabileceği birçok
sıfatla (hayat vermek, öldürmek vb. nitelenmiştir. Bundan ötürü, et-Taberî:
“Dünya ve âhiretin mülkü, yalnız Kendisine âit olan” diye tefsir etmiştir.
Melîk ismi, yalnız bir Mekkî âyette, “Melîk Muktedir” 301 terkibiyle gelmiştir.
“Tam Kudretle Güçlü olan Hükümdar” anlamına gelen bu vasıf, özel isim
durumundadır.
Mâlikü’l Mülk: Mülkün ebedî sahibi: Cenâb-ı Hakk’ın mülk üzerinde
hem sahipliği, hem de hükümdarlığı vardır. Mülkünü dilediği gibi tasarruf
eder ve aynı zamanda onda geçerli olan yasaları koymak sûretiyle dilediği
gibi hükmetme hakkı da O’na âittir. Bu hususta hiçbir ortağı, dengi ve yardımcısı
yoktur. Mülk denilince dünyası ve uhrâsı ile kâinatın tümü anlaşılır.
Bizzat insan da O’nun kulu olarak, mülküne dâhildir.
Allah Teâlâ mülkün hem sâhibi, hem hükümdârıdır. Mülkünde dilediği
gibi tasarruf eder. Hiçbir kimsenin O’nun bu tasarrufuna itiraz ve tenkide
hakkı yoktur. Dilediğine verir, dilediğinden alır. Mülkünde hiçbir ortağa ve
yardımcıya ihtiyacı yoktur.
294 35/Fâtır, 13
295 67/Mülk, 1
296 1/Fâtiha, 4
297 20/Tâhâ, 114; 23/Mü’minûn, 116
298 59/Haşr, 23; 62/Cum’a, 1
299 114/Nâs, 2
300 3/Âl-i İmrân, 26
301 54/Kamer, 55
• 158 •
Ahmed Kalkan
Mâlik-i Yevmi’d-Dîn: Din gününün sahibi. “Din gününün mâlikidir.” 302
İnsanların öldükten sonra dirilecekleri, biraraya gelerek hesaplarını verip,
âkıbetlerini görecekleri gün, din günüdür. O gün insanın başkalarıyla, hatta
kendi anesi, babası, eşi ve çocuklarıyla bile ilgilenmeye ne hali, ne fırsatı
vardır. Din gününün şiddeti ve olağanüstü korkusu, herkesi kendi derdine
düşürür. Allah o diriliş gününü diğer adıyla din gününü Kur’an’da şöyle
tarif etmektedir: “Din gününü sana bildiren şey nedir? Ve yine din gününü
sana bildiren şey nedir? Hiçbir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeyle güç
yetiremeyeceği gündür; o gün emir yalnızca Allah’ındır.” 303
O gün dünya hayatında kişinin en çok değer verdiği ilişkiler Allah’ın
azâbı karşısında paramparça olur. Artık insanlar arasındaki dünyevî yakınlıkların,
soy bağlarının hiçbir anlamı kalmamıştır. Tek değer, kişinin
imanıdır. Hiç kimse, kimseye yardım edemez. Ancak öyle bir irâde yardım
edebilir ki Cennetin sonsuz nimetlerine de, cehenemin çılgın yanan ateşine
de, görevli meleklere de hâkim olsun... Bu, insanın Allah dışında yardım
beklediği tüm kapılarının kapanmış olması demektir. İçinde bulunduğu bu
zor durumdan onu ancak Allah kurtarabilir. O da yine Allah’ın dilemesine
bağlıdır.
Kişi din gününün tek sahibi olan Allah’ın huzurunda ilk yaratıldığında
olduğu gibi yalnızdır. Dünyadaki yaşamı süresince her yaptığı, her düşündüğü
Allah tarafından gözler önüne serilir. En ufak bir ayrıntı dahi unutulmaz.
Allah azamet ve şânına yaraşır bir ortam yaratır ve yarattığı kullarından
hesap sorar. Ancak, kimi dilerse rahmetiyle kurtarır. İnkârcıların kahredici
bir pişmanlığa sürüklendiği bu günde mü’minler, sevinçli ve coşkuludurlar.
“... O gün Allah, peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük
düşürmeyecektir...” 304 Çünkü Allah, “elçilerine ve iman edenlere, hem dünya
hayatında hem de şâhitlerin (şâhitlik için) duracakları gün yardım edeceğini”
305 vaad etmiştir. İşte o günün sahibi, yalnız Allah’tır ve emir O’nundur.
İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak)
bakıp duruyorlar. Derler ki: “Eyvahlar bize; bu, din günüdür. Bu, sizin
302 1/Fâtiha, 4
303 82/İnfitâr, 17-19
304 66/Tahrîm, 8
305 40/Mü’min, 51
• 159 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
yalanladığınız (mü’mini kâfirden, haklıyı haksızdan) ayırma günüdür.” 306;
“O gün, yalanlayanların vay haline. Ki onlar, din gününü yalanlıyorlar. Oysa
onu, ‘sınır tanımaz, saldırgan’, günahkâr olandan başkası yalanlamaz.” 307
Bu vasıf, Allah’ın hâkimiyet ve sahibiyetinin âhirete tahsis edildiği intibaını
vermektedir. Kur’ân-ı Kerim’in başka birkaç âyeti de, bu kabildendir:
“Sûra üfleneceği gün, hükümranlık O’nundur.”308; “O gün emir yalnız Allah’ındır.”
309 gibi. Müfessirler âyette geçen Allah’ın âhirete ait hükümranlığını şu
şekilde açıklamışlardır:
Maksat, o günün ehemmiyetini bildirmek, o günü ta’zim etmektir.
2) Dünya hayatında zâhiren, hem mülk hem de milk Allah’tan başkaları
için de doğrudur. Ama o gün, bunlar zâhirî bakımdan da zâil olacaklardır.
Onun mâlikiyet ve melikiyeti tam bir zuhurla açığa çıkacaktır.
3) İlk ferdinden son ferdine varıncaya kadar, bütün insanlar o gün bir
araya toplanacaktır. İnsanların İlâhî hükümranlık hakkında tek bildikleri
husus vardır. Fakat o gün; bu hükümranlık, başka zamanlarda anlaşıldığından
son derece fazla olarak, topyekün insanlar tarafından bir anda müşâhede
olunacaktır.
4) Allah Teâlâ’nın hikmeti, bu dünyada sebepleri koymayı dilemiş, insanı
da bu nizama uymakla yükümlü kılmıştır. Hikmet; izzet ve kudrete
gâliptir. Dolayısıyla sebepler dairesi, itikad dairesine gâliptir. Bu iki zıt kavramdan
ortaya çıkan âhenk sâyesinde mü’min, bir taraftan Allah’ın izzetini
unutmaktan kurtulurken, öbür taraftan yaşayış planında sebepler düzenini
ihmal etmekten kurtulmaktadır. Din gününde, Allah’ın izzetini perdeleyen
bu nizam kaldırılıp her şeyin mâhiyeti, içyüzüyle ortaya çıkacaktır. İtikad
dairesi, sebepler dairesine gâlip geleceği, bütün hüküm ve mülkün Allah’a
âit olduğu tam bir şekilde ortaya çıkacağı içindir ki, böyle bir tahsis vârid
olmuştur. 310
306 37/Sâffât, 19-21
307 83/Mutaffifîn, 10-12
308 6/En’âm, 73
309 82/İnfitâr, 19
310 Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 127-128
• 160 •
Ahmed Kalkan
Mülk ve Melekût; Eşyanın İki Yüzü
Mülk: Bir şeyin (veya hâdiseni) dış yüzü, görünen ciheti demektir. Melekût
ise: Bir şeyin (veya hâdisenin) iç yüzü, görünmeyen ciheti, hikmet
tarafıdır. Ruhlara ve nefislere mahsus gayb âlemidir. Mülk âlemini idare
eden İlâhî kanunlardır, saltanat ve rubûbiyet demektir.
Yemek yiyen adam ve otlayan koyun. İkisi de gıdalarını görür ve ağızlarına
alırlar, ama biri dudaklarını yerlere sürterek, diğeri eliyle. Bu insanın
şerefindendir, ama iş bu kadarla kalırsa insanın gerçek üstünlüğü tam
olarak ortaya çıkmaz. Asıl fark, “mülk” dediğimiz bu görünen olayın arkasındaki
melekûtiyetten, yani iç yüzden doğar. İnsan, yediği yemekteki
vitaminden, kaloriden haberdar; hayvan ise ağzına ne götürdüğünün bile
farkında değil. Bir İlâhî ilhamla, gıdasını tanır, o kadar. Demek ki, hayvana
melekûtiyet ciheti kapalı. Eşyanın sadece dış yüzlerini görüyor, o da çok
sathî olarak...
Mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insanlığı Yaratıcımız bize ihsan
ettiğinden, mülk ve melekût âlemi gibi geniş bir nimet sofrasını, akıl ve yetenek
ellerimizin yetişeceği oranda bize açmıştır. Sadece mü’minlerin değil;
bütün bir insanlık âleminin istifadesine sunulan maddî ve mânevî nimetler
ve insanın aklını kullanarak bu nimetlerden faydalanabileceği sözkonusudur.
Sıkça sele mâruz kalan bir bölgede baraj inşâ ediliyor ve ortalığı kasıp
kavuran, evler yıkıp ocaklar söndüren aynı selden bu defa elektrik üretiliyor,
yuvalar aydınlatılıyor. İşte bu selin mülk ciheti tahriptir, melekûtu ise
ışık ve aydınlık. Bir zamanlar petrole herkes hor bakardı, bir beldede sızıntısına
rastlansa hemen kapatılırdı. Adı da ona göre verilmişti: Katran. Şimdi
ise o katran bütün teknolojinin vazgeçilmez temeli oldu ve ülkeler onun
yüzünden savaşlara giriyorlar. Demek ki, önceki petrolün mülk cihetine
bakılıyordu, tıpkı aynanın arka yüzüne bakma gibi. Şimdi ise o mülkün altındaki
parlak ve kıymetli melekûta varıldı ve petrol artık başlara taç oldu.
İşte insanı hayvandan ayıran en önemli özellik, akıl sahibi olması, yaşadığı
mülk âleminin iç yüzünü de düşüNebîlmesi, bir derece keşfedebilmesi, anlayabilmesi
ve ondan istifade edebilmesi.
İnsan, bu âlemin küçük bir misâli olduğuna göre, bütün varlık âleminde
hüküm süren hakikatleri küçük bir ölçüde, ama daha berrak bir şekilde
insanda da okumak mümkün. İnsanın görünen kısmı mülk âleminden,
• 161 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
görünmeyen cihetleri ise melekûtiyetten haber verir. Bir bakıma, insanın
iç organları da melekûtiyetten sayılır. Bir cevizin de kabuğu mülk, içi melekûttur.
Bir damla suda kaynaşan milyarlarca mikrop, bir gram toprakta
oynaşan yine milyarlarca bakteri de melekûtiyetten haber verirler; su ve
toprak ise mülk âlemindendir. Fakat melekûtiyet denildiği zaman, daha
çok, eşyada câri olan kanunlar, bedenlerde hükmeden ruhlar ve hâdiselerin
iç yüzünde saklı hikmetler hatıra gelir. Madde âlemi, görünsün görünmesin,
mülk olarak kabul edilir. Yerin her yanını kaplamış çekim kuvveti,
semâyı hıncahınç doldurmuş melekler, karanlık dehlizleri, mağaraları yurt
edinmiş cinler âlemi, her hâdisenin hfızedildiği levh-i mahfûz, onun küçük
bir misâli olan insan hâfızası, arş, âlem-i misâl bütün bunlar, hep melekûtiyet
âleminden.
Her şeyin içine melekût, dışına da mülk denir. Bu itibarla insan ile kalp,
birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünkü insan mülk cihetiyle kalbe zarf
olur. Melekût cihetiyle de mazruf olur. Mazruf, zarfa konulan şeye deniliyor.
Mülk âleminde insan kalbi, bedenin içinde yer almıştır. Yani beden
zarftır, kalp ise mazruftur, bedene yerleştirilmiştir. Melekût cihetinde ise
kalp zarf olur, beden mazruf. İnsanın melekût ciheti mânevî kalbidir, ruhudur,
aklıdır. Her canlıda olduğu gibi insanda da esas olan ruhtur, beden ise
onun hizmetine verilmiş bir ordu gibi. Ruhun bir sıfatı olan hayat, bedenin
içini de dışını da kaplamış. Diğer bir sıfatı: İlim. İnsan bu sıfat ile bedeni
bütünüyle bilir, içine alır.
Ruhun bir özelliği; sevgi. İnsanoğlu saçını da sever, elini de; gözünü
de sever, midesini de. Demek ki sevgi sıfatı bütün bunları kuşatmış, içine
almış durumda. Kâinatın da melekûtiyet ciheti, yani onda hükmeden kanunlar
manzûmesi her varlığı kaplamış, hükmü altına almış bulunuyor. Ve
her şey melekûtiyetten idare ediliyor.
Melekûtun bir başka mânâsı da hâdiselerin bilemediğimiz hikmet
yönü. Meselâ, hastalığın mülk ciheti, yani görünen veçhesi ıstıraptır, acıdır,
elemdir. Melekûtiyet ciheti ise günahlara keffâret olması, insanı mânen
yüceltmesi, kalbini dünyadan âhirete, halktan Hakk’a çevirmesi gibi nûrânî
meyveler. Hastalığın çirkin görülen ciheti aynanın renkli yüzüne benziyor;
mânevî faydaları, uhrevî meyveleri ise aynanın parlak yüzü gibi. Zâten o
parlak yüzdeki güzellik de arka yüzdeki karışık renklerden, koyuluktan, siyahlıktan
doğmuyor mu? İşte hastalığın bu mülk ciheti çirkin göründüğü
• 162 •
Ahmed Kalkan
içindir ki, mikroplar ona sebep kılınmış ve insanların şikâyetleri bunlara
yönelmiştir. Bazı olayları veya eşyayı, İlâhî kudret doğrudan yaratıyor. Zira
bunların mülkleri de melekûtları da parlak ve güzel görünüyor, itirazlara,
şikâyetlere konu olmuyorlar. Ama hikmetini insan aklının idrâk edemediği,
görünüşte çirkin, fakat gerçekte güzel olan olaylar için sebepler yaratılıyor
ve iş o sebepler eliyle icrâ ediliyor. Sebepleri takdir eden de, neticeyi
yaratan da Allah; ama İlâhî hikmet birçok icraatlara sebepleri perde kılmış.
Hayat gibi, hem mülk hem de melekût ciheti parlak olanlarda ise kudretin
faâliyeti doğrudandır, sebepler vâsıtasıyla değil.
İnsanın mâruz kaldığı musîbetler, belâlar ve felâketlerin de kabirle başlayan
ebed yolculuğunda ne büyük bir lütuf olduğu ölümden sonra anlaşılacak.
Ama kâmil bir mü’min, “kaderin her şeyi güzeldir” diyerek o melekûtu
bu mülk âleminde hisseder. “Ölmeden önce ölmenin”, daha doğru
bir şekilde “öldükten sonra da en güzel şekilde yaşamanın” sırrına ermekle
belâlarda sefâyı yakalar ve musîbetlerden kendi ebedî mutluluğu adına
âzamî derecede istifâde eder. İmanın iki dünya saâdetine vesîle olmasının
bir yönü de bu olsa gerek.
Güneş ve ay’ın yüzleri parlak olduğu gibi, gecenin ve bulutların da iç
yüzleri ışıklıdır. Güzellik iki kısımda incelenir, birisi “hüsn-i bizzat”, yani
zâtında güzel. Diğeri ise “hüsn-i bi’l-gayr”, yani neticeleri güzel. Güneş ve
ay parlaktır, ışık sahibidir, yani bizzat güzeldir. Bulutlar ve gece ise ilk bakışta
karanlık görünürler, ama bulutları aşarsanız güneşe varır, geceyi delerseniz
gündüze kavuşursunuz. Yani bunların da içyüzleri güzeldir.
İşte bu örnek gibi, sağlık bizzat güzeldir, hastalık ise neticesi itibarıyla.
Yemek bizzat güzeldir, perhiz yapmak ise neticesi itibarıyla. Gül bizzat
güzeldir, gübre ise neticesi itibarıyla. Mülk ciheti çirkin zanedilen eşyanın
ve olayların melekût cihetiyle güzel oldukları bu cümlede veciz bir şekilde
ders verilir.
Melekûtun bir başka ciheti: Eşyanın bir sûreti, bir de hakikati var. Sûret
mülk ciheti, hakikat ise melekûtiyet cihetidir. Bütün hakikatler İlâhî isimlere
dayandığına göre melekûtiyet ciheti doğrudan doğruya esmâ-i İlâhiyeye
bakar. İlmî bir yazının mülk ciheti harflerdir, melekûtu ise mânâsı. İşte o
mânâdır ki, yazarına “âlim” dedirtir. Yani yazının melekût ciheti “âlim” ismine
bakar, ona dayanır. Semâ büyük bir sayfa; her bir yıldız bir harf gibi. O
• 163 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
sayfayı dikkatle okuyanlar “Aziz, Cebbâr, Kaadir, Kayyûm” gibi İlâhî isimlere
hemen intikal ederler. Kâinat kitabını okuyup tefekkür eden ve imanını
amele dökebilenlere ne mutlu! 311
Din Günü
“Din günü” kavramı, “gün” anlamına gelen “yevm” kelimesiyle; “itaat,
hesap, ceza (yapılan işin tam karşılığının verilmesi)” gibi anlamlara gelen
“ed-dîn” kelimesinden oluşur. Din günü: Yapılan işlerin tam karşılığının
verilip görüleceği hesap günü anlamına gelir. Bu tanımda geçen “gün” kelimesi,
bir gün ve gecenin toplamı olan yirmi dört saat anlamında olmayıp,
zaman bölümlerinden herhangi birini ifade etmektedir. Buradaki “gün”; ay,
yıl, asır, çağ gibi bildiğimiz veya bilmediğimiz herhangi bir zaman birimi
olabilir. “Bugün dünya, yarın âhiret” sözünde olduğu gibi. Kur’an’da geçen
ifadelerden yola çıkılarak âhiretteki bir günün bin veya elli bin sene olduğu
anlaşılmaktadır. “Din” kelimesi ise burada, hesap, ceza, karşılık anlamlarına
gelir.
“Din günü” kavramının ifade ettiği başlıca anlamlar şunlardır:
Hayrın hayır, şerrin de şer olarak görüleceği “Kıyâmet günü”.
Yapılan işlerin karşılığının tam olarak verileceği “Ceza günü”.
İnsanların yaptıkları işlerin, Allah tarafından takdir edilip hesabının
görüleceği “Hesap günü”.
Din gününden kastedilen, âhirettir, hesap günüdür. Kur’an’ı, Kur’anî
kavramları, öncelikle Kur’an’la tefsir etmek en doğru yoldur. Din gününün
ne olduğunu başka âyetler açıklamaktadır: “Sonra din gününün ne olduğunu
nereden bileceksin? O gün, kimsenin hiç kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı
bir gündür. O gün emir yalnız Allah’a aittir.”312 Din günü: “Bütün
iyi ve kötü işlerin Hak ölçüsünden geçerek son tahakkukunu bulacağı ve
birbirinden tamamen ayrılacağı son zamandır.” Gelecekte, yapılan işlerin
tam karşılığının verileceği son gün demektir.
311 Alâaddin Başar, Nur'dan Kelimeler, Zafer Y., c. 1, s. 130-136
312 82/İnfitâr, 17-18
• 164 •
Ahmed Kalkan
Görüldüğü gibi, Din günü, Kıyâmet gününü ifade etmektedir. Kıyâmet
gününün, öldükten sonra dirilme, durup bekleme, sual, hesap, mîzan, sırat
ve ceza gibi durum ve mertebeleri vardır. Şu halde Din günü, dinin mâlum
olan mühim günü demektir ki, bundan da âhiret ve kıyâmet günü anlaşılmaktadır.
Bu günde herkes, dünyada yaptıklarının karşılığını mutlaka
görecektir.
Ümit - Korku Dengesi
Allah, Sadece Rahmet Sahibi Değil; Aynı Zamanda Âdildir de: Fâtiha
sûresinde, Allah’ın Rahmân ve Rahîm oluşunun ardından, hemen O’nun
“din gününün sahibi” olduğu bildiriliyor. Böylece Rahmân ve Rahîm sıfatları,
herkesin yaptıklarının hesabını vereceği günün unutulmasına yol
açmayacaktır. Her insan kesin olarak bilmelidir ki, Allah, sadece Rahmân
ve Rahîm değil; aynı zamanda âdildir de. Allah, Rahmân ve Rahîm isimleriyle
bizi önce ümitlendiriyor. “Mâlik-i yevmi’d-dîn” ile de korkutuyor.
Cennete gitme ümidi ile ceheneme düşme korkusu arasında işlerimizi ve
niyetlerimizi düzeltmemiz hatırlatılmış oluyor. Allah’ın her şey üzerinde
mutlak kudrete sahip bulunması dolayısıyla, dilediğini cezalandırmak
O’nun kudretinde ve irâdesindedir. Şu halde, din günü, âkıbetimizin hüsran
veya saâdet içinde olmasının Allah’ın kudreti dâhilinde bulunduğuna
inanmamızı ifade etmektedir. Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi, din günü,
umumi ceza ve Rabbânî adâletin günü olacaktır. O günde bizim adımıza iş
görenler olmayacak. Parayla kapılar açılmayacak. Rüşvetler, mallar, çocuklar
fayda etmeyecek. Dünyevî bir şey zaten yanımızda bulunmayacak. 313
Dünyevî mahkemelerden bile korkan insanlara büyük mahkeme ve büyük
sorgu hatırlatılmakta ve insan uyarılmaktadır. O büyük mahkemenin
tek hâkimi vardır. O günün tek mâliki ve melikinin Allah olduğu vurgulanmaktadır.
Fâtiha’nın ilk iki âyeti Allah, Rab, Rahmân ve Rahîm isimlerini tanıtıyor.
Yediklerimizi, giydiklerimizi, sevdiklerimizi, beden ve ruhumuzu yaratan,
yaşatan ve yöneteni bize bildiriyor.
313 Bak. 26/Şuarâ, 88
• 165 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, Allah’a hamd etmemizi istedikten
sonra, ceza gününün sahibi olduğunu hatırlatıyor. Kur’an’ın temel üslûbudur
bu: Ümit ve korku; Cennet ve cehenem; rahmet ve gazab... İki gerçekle
karşı karşıya bırakır irâde sahibi insanı. İnsan bunlardan birini tercih eder
yaşayışıyla. Allah, bu zıtların birbirini dengelemesini ister. Ümit-korku
dengesi hayatımıza yön vermelidir. Bu, aynı zamanda bize tebliğin metodunu
da öğretiyor. Önce inanan - inanmayan herkese sevindirici, müjdeleyici
olacağız. Sonra mü’minleri ayırıp, iman kardeşliği sebebiyle dost ve
öncelikli kabul edecek; fakat herkese devamlı açıklayıcı, anlatıcı, kurtuluşa
dâvet edip felâketi gösterip uyarıcı olacağız. Bunlardan anlamayanlar için
korkutucu, sakındırıcı ifadeler kullanacağız.
Kur’an, üç boyutlu, üç zamanlıdır. İfade ve mesajı bu üç zaman dilimini
kuşatır. Kur’an, coğrafyalar üstü, yani evrensel olduğu gibi, aynı zamanda
çağlar üstüdür, tüm zamanların kitabıdır. Kur’an, hali ve halimizi anlatırken
mâzîyi (geçmişi) hatırlatır. Aynı zamanda insanı geleceğe hazırlar. İstikbâli
göz önüne serer. İstikbâl denilince çoğu kimsenin aklına gençlikten sonra
yaşanan dünyevî dönem gelmektedir. Bu, ileriyi görememektir, uzun vâdeli
değil; küçük düşünmek ve küçülmektir. İstikbâl göklerde değil; köklerdedir;
yani fıtratta ve kaynak Kitap’ta. İnsan, Kur’an’ın mesajından beslenerek
bu üç zamanı yaşarsa zamâne insanı olmaktan çıkar; diri diri yaşar ve her
yaptığı ibâdet değeri kazandığından canlı Kur’an olur. Bu şuurdaki insan,
din günü bilinciyle hesaplı yaşar, büyük mahkemede hesaba çekilmeden
kendi nefsini hesaba çeker.
Bir ömür boyu sürecek maaş karşılığında birkaç saat çalışma zahmetine
kim katlanmaz? Aynen bunun gibi, âhiret hayatıyla karşılaştırıldığında
çok kısa olan şu fâni dünyada, milyar dolarlara değişilmeyecek
şerefli kulluk görevini terketmek akıllılık mıdır? İnsan, çok aceleci
ve unutkan. Allah da çok merhametli ve bizi uyarıyor ve bize din gününü
hatırlatıyor. İstikbâl için yatırım yapmalıyız. Orada lâzım olacak azığı buradan
hazırlayıp göndermeliyiz. Din günü şuuru bize bunları kazandırır.
İlk ferdinden son ferdine varıncaya kadar, bütün insanlar o gün bir araya
toplanacaktır. İnsanların İlâhî hükümranlık hakkında tek bildikleri husus
vardır. Fakat o gün; bu hükümranlık, başka zamanlarda anlaşıldığından
son derece fazla olarak, topyekün insanlar tarafından bir anda müşâhede
olunacaktır.
• 166 •
Ahmed Kalkan
Allah Teâlâ’nın hikmeti, bu dünyada sebepleri koymayı dilemiş, insanı
da bu nizama uymakla yükümlü kılmıştır. Hikmet; izzet ve kudrete gâliptir.
Dolayısıyla sebepler dairesi, itikad dairesine gâliptir. Bu iki zıt kavramdan
ortaya çıkan âhenk sâyesinde mü’min, bir taraftan Allah’ın izzetini unutmaktan
kurtulurken, öbür taraftan yaşayış planında sebepler düzenini ihmal
etmekten kurtulmaktadır. Din gününde, Allah’ın izzetini perdeleyen
bu nizam kaldırılıp her şeyin mâhiyeti, içyüzüyle ortaya çıkacaktır. İtikad
dairesi, sebepler dairesine gâlip geleceği, bütün hüküm ve mülkün Allah’a
âit olduğu tam bir şekilde ortaya çıkacağı içindir ki, böyle bir tahsis vârid
olmuştur. 314
İnsanların öldükten sonra dirilecekleri, bir araya gelerek hesaplarını
verip, âkıbetlerini görecekleri gün, din günüdür. O gün insanın başkalarıyla,
hatta kendi anesi, babası, eşi ve çocuklarıyla bile ilgilenmeye ne hali,
ne fırsatı vardır. Din gününün şiddeti ve olağanüstü korkusu, herkesi kendi
derdine düşürür. Allah o diriliş gününü diğer adıyla din gününü Kuran’da
şöyle tarif etmektedir: “Din gününü sana bildiren şey nedir? Ve yine din gününü
sana bildiren şey nedir? Hiçbir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeyle
güç yetiremeyeceği gündür; o gün emir yalnızca Allah’ındır.” 315
O gün dünya hayatında kişinin en çok değer verdiği ilişkiler Allah’ın
azâbı karşısında paramparça olur. Artık insanlar arasındaki dünyevî yakınlıkların,
soy bağlarının hiçbir anlamı kalmamıştır. Tek değer, kişinin
imanıdır. Hiç kimse, kimseye yardım edemez. Ancak öyle bir irâde yardım
edebilir ki Cennetin sonsuz nimetlerine de, cehenemin çılgın yanan ateşine
de, görevli meleklere de hâkim olsun... Bu, insanın Allah dışında yardım
beklediği tüm kapılarının kapanmış olması demektir. İçinde bulunduğu bu
zor durumdan onu ancakAllah kurtarabilir. O da yine Allah’ın dilemesine
bağlıdır.
Kişi din gününün tek sahibi olan Allah’ın huzurunda ilk yaratıldığında
olduğu gibi yalnızdır. Dünyadaki yaşamı süresince her yaptığı, her düşündüğü
Allah tarafından gözler önüne serilir. En ufak bir ayrıntı dahi unutulmaz.
Allah azamet ve şânına yaraşır bir ortam yaratır ve yarattığı kullarından
hesap sorar. Ancak, kimi dilerse rahmetiyle kurtarır. İnkârcıların kahredici
bir pişmanlığa sürüklendiği bu günde mü’minler, sevinçli ve coşku-
314 Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 127-128
315 82/İnfitâr, 17-19
• 167 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
ludurlar. “...O gün Allah, peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük
düşürmeyecektir...”316 Çünkü Allah, “elçilerine ve iman edenlere, hem dünya
hayatında hem de şâhitlerin (şâhitlik için) duracakları gün yardım edeceğini”
vaad etmiştir. İşte o günün sahibi, yalnız Allah’tır ve emir O’nundur.
İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibârettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak)
bakıp duruyorlar. Derler ki: “Eyvahlar bize; bu, din günüdür. Bu, sizin
yalanladığınız (mü’mini kâfirden, haklıyı haksızdan) ayırma günüdür.”317 “O
gün, yalanlayanların vay haline. Ki onlar, din gününü yalanlıyorlar. Oysa
onu, ‘sınır tanımaz, saldırgan’, günahkâr olandan başkası yalanlamaz.” 318
Din Gününün Tek Sahibi Allah’tır
Âhirete, din günü denilmesinin bir sebebi de, âhiretin dinin temel
esaslarından olmasıdır. Allah ve âhiret inancı, tevhidin tüm esaslarını
içermektedir. Allah, âhiretin sahibi olduğu gibi; dünyanın da sahibi, mâliki
ve meliki (yöneticisi)dir. Ama burada “Din, ceza gününün mâliki” denmiştir.
Bunun sebebi: Bu dünyada bir kısım insanların mâliklik ve meliklik iddiasında
bulunmalarına Allah’ın fırsat vermiş olmasındandır. O’nun dünyanın
sahibi ve yöneticisi olduğuna karşı gelen bazı çatlak sesler olabilir.
Ama O’nun âhiret gününün sahibi oluşuna orada itiraz eden kâfir, müşrik
hiçbir kimse olamayacaktır. Âhirette mülk ve milk, sahiplik ve otorite yalnız
ve yalnız O’na aittir. “Kimindir o gün hükümranlık? Elbette kahhâr olan
tek Allah’ındır.”319; “O gün iş tamamıyla Allah’ındır.”320 Elbette âhiretin de
dünyanın da sahibi sadece Allah’tır. Yoksa, âhiretin sahibi ve yöneticisi ile
dünyanın sahibi ayrı ayrı güçler değildir. Ne var ki, O’nun dünyanın sahibi
oluşu, bazı küfür çevrelerince tartışılsa bile, âhiret mâlikliği tartışmasız ve
itirazsızdır.
Gerçek mü’min ise, O’nun dünya mâlikliği karşısındaki tartışma ve
itirazları ortadan kaldırmakla görevlidir.
316 66/Tahrîm, 8
317 37/Sâffât, 19-21
318 83/Mutaffifîn, 10-12
319 40/Mü'min, 16
320 82/İnfitâr, 19
• 168 •
Ahmed Kalkan
Yüce Allah’ın her şeyin tek yaratıcısı ve sahibi olduğunu bildiren pek
çok gerçek vardır. Örneğin, kâinatın yapı taşı olarak bilinen atom ve hayat
binasının ana maddesi olarak kabul edilen hücre. Atom, bunca küçüklüğüne
rağmen büyük bir mûcize; Hücre, bunca görülmezliğine rağmen bir
başka mûcize. Şüphesiz bu kâinat, her dilden okunan, her vesile ile anlaşılan
apaçık bir gerçekler kitabıdır. Evrenin herhangi bir noktasına dikkatlice
bakmak, Allah’a ve din gününe, yani âhirete inanmak için yeterlidir. Allah’ın
okunan kitabı olan Kur’an’da din günü anlatılırken, görünen kâinat
kitabından da bazı sayfalar gözler önüne serilmiştir. Böylece öldükten sonra
dirilme işi, kıyâmet günü ve âhiret hayatı, en gerçekçi ve doğru bir şekilde
anlatılmıştır. Şimdi, konuyla ilgili Kur’an âyetlerini ve kıyâmet gününün
Kur’an’da geçen diğer isimlerini görelim.
Kur’an’da Din Günü
Din Günü anlamında “yevmu’d-dîn ifâdesi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam
olarak 13 yerde geçer. 321 Din günü kavramının dışında da Kur’an’da kıyâmete
ve âhirete ait pek çok isim zikredilmiştir. 322
321 Din Günü Anlamındaki Yevmu’d-Dîn İfâdesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 13 Yerde:) 1/Fâtiha,
4; 15/Hıcr, 35; 26/Şuarâ, 82; 37/Sâffât, 20; 38/Sâd, 78; 51/Zâriyât, 12; 56/Vâkıa, 56; 70/Meâric, 26; 74/
Müddessir, 46; 82/İnfitâr, 15, 17, 18; 83/Mutaffifîn, 11.
322 Din günü gibi, kıyâmet günü anlamına gelen ve Kur'an'da geçen diğer önemli ismler şunlardır: Es-
Sâatü: Allah tarafından bilinen ve kararlaştırılmış olan zaman demektir (30/Rûm, 12, 14, 55). El-Yevmü'l
Hakk: Hak günü, doğruluk günü demektir (78/Nebe', 39). Yevmü'l Ma'lûm: Geleceği kararlaştırılmış
belirli ve muayyen gün demektir (56/Vâkıa, 50). El- Vaktü'l Ma'lûm: Geleceği belli olan, Allah katında
kararlaştırılmış bulunan vakit demektir (38/Sâd, 80-81). El-Yevmü'l Mev'ûd: Vadedilmiş, yani olacağına
söz verilmiş gün anlamındadır (85/Burûc, 2). El-Yevmü'l Âhir: Son gün, dünya hayatından sonra gelecek
olan hayat demektir (58/Mücâdele, 22). Yevmü'l Âzife: Yakında gelecek olan musibetler ve felâketler
günü anlamına gelir (40/Mü'min, 18). Yevmü'n Asîr: Zor ve müşkül bir gün demektir (54/Kamer, 8; 74/
Müddessir, 8-9). Yevmü'n Azîm: Büyük bir gün anlamındadır (6/En'âm, 15). Yevmü'l Ba's: Ölümden sonra
yeniden dirilme günü anlamına gelir (26/Şuarâ, 87). Yevmü't-Teğâbün: Aldanmadan duyulan üzüntü
ve esef günü anlamına gelir (64/Teğâbün, 9). Yevmü't-Talâk: Buluşma ve kavuşma günü demektir (40/
Mü'min, 15). Yevmü't-Tenâd: İnsanların korku ve dehşetten bağrışıp çağrışacakları gün (40/Mü'min, 32).
Yevmü'l Cem': Toplanma günü, yaratılmışların toplanacağı gün demektir (42/Şûrâ, 7). Yevmü'l-Hısâb:
Hesap günü demektir (38/Sâd, 16, 26). Yevmü'l Hasr: Hasret günü, yapılan işlerden dolayı pişmanlık
duyup hasret çekme günü anlamlarına gelir (19/Meryem, 39). Yevmü'l Hurûc: Dirilip kabirden çıkma
günü anlamındadır (50/Kaf, 41-42). Yevmü'l Fasl: Hak ve bâtılın ayırt edileceği hüküm günü demektir
(44/Duhân, 40; 77/Mürselât, 14, 38). El-Kaari'a: Çarpıcı belâ, âlemin tahribi zamanında varlıkların
birbirlerine şiddetle çarpmalarından dolayı, insanların akıllarını alacak ve ödlerini patlatacak olan büyük
hâdise demektir (101/Kaaria, 1-5). El- Ğâşiye: Perde günü, her şeyi sarıp kaplayan gün anlamındadır (88/
Ğâşiye, 1). Et-Tâmmetü'l-Kübrâ: Büyük musibet ve felâket günü demektir (79/Nâziât, 34-35). En-Nebeü'l-
Azîm: Büyük haber günü demektir (78/Nebe', 1-2). El-Hākka: Zaruri olarak gelip gerçekleşecek olan sâbit
saat ve zaman demektir (69/Hākka, 1-3). El-Va'ad: Vâde günü demektir (70/Meâric, 42-44). El-Vâkıa:
• 169 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Din günü ile ilgili Bazı Âyetler: “Allah, din gününün (mükâfat ve ceza
gününün) sahibidir.”323 Bu âyet, Allah’ın ceza ve öldükten sonra dirilme gününün
tek sahibi olduğunu, itaatkâr olanlarla, günahkâr olanların ortaya
çıkarılıp yaptıklarının karşılığını göreceklerini belirtiyor. Allah dünyada
zulüm yapanlara hemen cezalarını vermiyor. Ancak, zâlimlerin zulmüne
râzı olmadığını beyan etmiş, bu emre uymayanlardan mutlaka intikam alacağını
açıkça bildirmiştir. İşte, “din gününün mâliki” âyetinden kastedilen
mânâ budur. Yani zerre miktarı iyilik yapan mükâfatını, yine en küçük kötülük
yapan da cezasını görecektir.
“(Şeytana) tâ ceza gününe kadar lânetim üzerinedir.”324 Yani ceza günü
gelince, o da lâyık olduğu ebedî azâba kavuşmuş olacaktır. Âyetler, “din günü”
nün, yapılan işlerin karşılığının görüleceği “ceza günü” anlamına geldiğine
işaret ediyor. Kıyâmet gününe kadar lânete uğramış kişiler, ebedî
azâbı hak etmiş olanlardır. Bunun için, şeytan da âhiret âleminde, lânetin
üzerinde azâba uğrayacak, Allah’ın emrini uygun görmemenin ebedî cezasını
çekecektir. Ayrıca âyetler, dünya hayatında, Allah’ın hükümlerini beğenmeyip
uygun bulmayanlara, yani şeytanlaşanlara ilâhî bir ikaz niteliği
taşımaktadır.
“(İbrahim a.s.), ceza günü hatamı bağışlayacağını umduğum da O’dur.”325
Âyet, Allah’ın her şeye kadir bir ma’bud olduğunu ifade ediyor. Hz. İbrahim,
bir peygamber olduğu için, günahtan mâsumdur. Fakat bu âyette,
insanlığa bir fazilet dersi verilmek isteniyor. Din gününe gerçekten inanmanın,
günahlardan korunup, Allah’ın rahmetine ilticâ etmekle mümkün
olacağı, insanlara böylece öğretilmiş oluyor.
“Vah bize, bu ceza günüdür!’ dediler. Bu, (daha önce) yalanlamakta
olduğunuz hüküm günüdür.” 326 Bu âyetler, din gününü yalanlayarak ona
inanmayanların, o günde nasıl üzüntüler içinde kalacaklarını haber veriyor.
Dünyada iken âhiret hayatını inkâr edenler, o âleme sevkedildiklerinde,
bunun bir gerçek olduğunu görüp anlamış olurlar.
Vuku bulacak gün, yani olacağı muhakkak olan gün demektir (56/Vâkıa, 1-2). Emrullah: Allah'ın emri,
hükmünün geçerliliği anlamına gelir (40/Mü'min, 78; 82/İnfitâr, 19). Yevmü'l Kıyâmeh: Kıyâmet günü,
ölülerin dirilip kalkacağı gün demektir (75/Kıyâme(t), 1-40).
323 1/Fâtiha, 4
324 38/Sâd, 78
325 42/Şûrâ, 82
326 37/Saffât, 20-21
• 170 •
Ahmed Kalkan
Kur’an, kendine özgü üslûbuyla, bu hâdisenin mutlaka olacağını ifade
etmiştir. İşte o gün, yaratıklar arasında Allah’ın hükmünün tecellî edeceği
gün olacaktır.
“Ceza günü ne zaman?’ diye sorarlar. O gün onlar ateşte yakılacaklardır.
(Kendilerine:) ‘Fitnenizi (fesatçılığınızın cezasını) tadın! Acele isteyip durduğunuz
şey budur işte!’ (denilecek).”327 Âyetler, koyu bir cehâlet içinde kalıp,
apaçık örnekleri kavrayamamış kimselerin âhiret inançlarını açıklıyor. Onların
“ceza günü ne zaman?” sözlerindeki maksatlarını bildiriyor. Bilmek
ve öğrenmek için değil, alay etmek için sorduklarını belirtirken, onların bu
sorularına gereken cevabı da veriyor. Din gününü yalanlayanların, kıyâmet
gününde ateşe atıldıkları anki durumları anlatılıyor.
“Ve diyorlardı ki: ‘Biz öldükten, toprak ve kemik yığını olduktan sonra,
biz mi bir daha diriltileceğiz? Önceki atalarımız da mı?’ De ki, öncekiler ve
sonrakiler. Belli bir günün buluşma vakti için mutlaka toplanacaklardır. Sonra
siz ey sapık yalancılar, elbette bir ağaçtan, bir zakkum ağacından yiyeceksiniz.
Onunla karınlarınızı dolduracaksınız. Üzerine de kaynar su içeceksiniz.
Susuzluk hastalığına tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz. İşte ceza
gününde onların ağırlanışı bu şekilde olacaktır.” 328
“Onlar ki, namazlarına devam ederler. Mallarında belli bir hisse vardır.
İsteyene ve mahruma. Ceza gününü tasdik ederler.”329 Bu âyetler, Allah’a ve
âhiret gününe iman etmenin, insan hayatındaki önemini belirtiyor. Şu âyet
de âhireti yalanlayanların bazı temel özelliklerini açıklıyor: “(Onlar da) dediler
ki: ‘Biz namaz kılanlardan olmadık. Yoksula da yedirmezdik. Boş şeylere
dalanlarla birlikte dalardık. Ceza gününü yalanlardık.” 330
“Ceza günü oraya (ateşe) girerler. Onlar ondan (hiçbir yere kaçıp) kaybolacak
değillerdir. Ceza gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin! Ve
yine ceza gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin! (O gün,) kimsenin
kimseye yardım edemeyeceği bir gündür. O gün emir yalnız Allah’a aittir.” 331
327 51/Zâriyât, 12-14
328 56/Vâkıa, 47-56
329 70/Meâric, 22-26
330 74/Müddessir, 43-46
331 82/İnfitâr, 15-19
• 171 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Onlar ceza gününü yalanlamaktadırlar. Onu ancak saldırgan ve günaha
düşkün kimse yalanlar.” 332
Kur’an’da din günü anlamında “âhiret” ve “kıyâmet” kelimeleri de kullanılır.
333
Din Günü Şuuru, Kıyâmetin ve
Ölümün Düşündürdükleri
İnsan, teklifsiz, başıboş ve kendi keyfine bırakılmamıştır. Onun yapacağı
işler ve yapmaması gerekenler, İlâhî hükümlerle bildirilmiştir. Dünyada
irâdesiyle Allah’a kulluk etmesi için ona her türlü imkân sağlanmıştır. Allah’ın
kendisine verdiği, maddî mânevî tüm imkânları O’nun istediği gibi
kullanan kimse, dünyada ebedî hayatı kazanmış olur. Aksini yapan kişi de
bu ebedî hayatın mutlu sonucunu elde edemez. Bunun içindir ki, her insanın
âhiret hayatı, dünyadaki ömrüne göre değil; dünya hayatında yaptığı
işlerine göre olacaktır.
Ebû Hureyre (r.a.)’den, Rasûlüllah (s.a.s.)’ın şöyle buyurduğu rivâyet
edilmiştir: “Yedi kimseyi Allah, kendi zıllinden (gölgesinden) başka bir gölge
olmayan kıyâmet gününde kendi gölgesi altında barındıracaktır. Bunlar; 1-
İmâm-ı âdil (adâletli müslüman devlet başkanı, idareci), 2- Rabbine itaat ve
ibâdet eden genç, 3- Gönlü mescidlere bağlı olan kimse, 4- Birbirlerini Allah
için seven ve yine Allah için buğz eden iki kimseden her biri, 5- Makam ve
332 83/Mutaffifin, 11-12
333 Din Günü Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
a. Âhirete İman: 2/Bakara, 4, 46, 62, 123, 177; 3/Al-i İmran, 9, 25; 6/En'âm, 113; 7-A'râf,147; 9/Tevbe, 18-
19, 44; 10/Yunus, 45; 16/Nahl, 22; 18/Kehf, 110; 27/Neml, 3; 31/Lokman, 4; 42/Şûra, 7; 70/Meâric, 2, 26.
b. Dünya, Âhiretin Tarlasıdır: 42/Şûra, 20.
c. Kıyâmet Alâmetleri: 27/Neml, 82; 34/Sebe', 14; 44/Duhan, 9-14; 75/Kıyâme, 7-9; 18/Kehf, 92-97; 21/
Enbiyâ, 96-97; 43/Zuhruf, 61; 47/Muhammed, 18.
d. Kıyâmetin Kopma Zamanı Bilinemez: 7/A'râf, 187-188; 11/Hûd, 104; 16/Nahl, 77; 21/Enbiyâ, 1.
e. Kıyâmetin Kopması ve Tekrar Dirilmenin Dehşeti: 17/İsrâ, 58; 18/Kehf, 47; 20/TâHâ, 105-108; 21/
Enbiyâ, 104; 22/Hacc, 1-2; 24/Nûr, 37; 27/Neml, 88; Tûr, 9-10; 77/Mürselât, 8-10...
f. İlk Defa Yaratan Kudret, Tekrar Diriltecektir: 17/İsrâ, 49-52; 19/Meryem, 66-67; 22/Hacc, 5; 23/
Mü'minûn, 84-85; 30/Rûm, 19; 56/Vâkıa, 57, 62; 75/Kıyame, 37-40; İnsan, 28; 79/Nâziât, 27...
g. Dirilmeyi İnkâr: 6/En'âm, 2, 29-31; 10/Yunus, 7-8; 11/Hûd, 7; 11/Ra'd, 5; 16/Nahl, 38; 17/İsrâ, 49-52; 19/
Meryem, 66-67; 23/Mü'minun, 81-83; 36/Yâsin, 78-79; 37/Saffat, 16-18; 56/Vâkıa, 47-50, 57, 60-62, 83-
87; 64/Teğabün, 7; 75/Kıyame, 3-6; İnsan, 27-28; 79/Nâziât, 10-14...
h. Din Gününün (Kıyâmet Gününün) Tek Hâkimi Allah'tır: 1/Fâtiha, 4; 6/En'âm, 73; 20/Tâhâ, 111; 22/
Hacc, 56; 25/Furkan, 26; 43/Zümer, 67; 40/Mü'min, 16; 78/Nebe', 37; 82/İnfitar, 19.
• 172 •
Ahmed Kalkan
güzellik sahibi bir kadının isteğine rağmen “ben Allah’tan korkarım” diyerek
haram işlemeyen erkek, 6- (Gönül hoşnutluğu ile) infak ettiğinden sol elinin
haberdar olmayacağı kadar gizli olarak sadaka veren kimse, 7- Tenhada (lisanen
veya kalben) Allah’ı zikredip de gözü yaşla dolup taşan kişi.”334
Kıyâmet günü evlât ve malın fayda vermediği, ancak doğruların doğruluğunun
fayda verdiği bir gündür. Geleceğinde hiç şüphe olmayan bu günde,
insanlar kabirlerinden çıkarak Allah’ın huzurunda toplanacak ve hiçbir
kimse -Allah’ın izin verdikleri müstesnâ- bir diğerine fayda veremeyecektir.
İnsanların kendi organları yaptıklarına şâhitlik edecektir.335 Kısacası bu
günün, çok korkunç anları ve özellikleri vardır. Kıyâmet gününde insanın
kendi yaptıklarından başka her şeyden, kesin olarak ümidini keseceği anlaşılıyor.
Kur’an âyetlerinde ve hadis-i şeriflerde, kıyâmet tasvir edilirken, yer ve
gök nizamının bozulmasından ve bunların mahvolup toz haline gelmesinden
bahsedilmiştir. “O gün arz (yer) başka bir arz olup değişecek; gökler de
değişecek...”336 Bu âyetten de anlaşıldığına göre kıyâmet, âlemin nizamının
bozulmasının ve dünyadaki mevcut hayatın mahvolmasının ismidir. Ondan
sonra yeni bir hayat başlayacak, bu yeni hayatın nizamı kurulacaktır.
Kıyâmet inancı, dinin iman esaslarındandır. İnsanların davranışlarına yön
vermede büyük etkisi olduğu içindir ki, İslâm, bu inancı kendi mensuplarının
gönüllerine tam ve kâmil bir şekilde yerleştirmek istemiştir.
Kur’an’ın ve hadis-i şeriflerin belirttiği din gününe ve kıyâmet gününün
bildirilen çeşitli durumlarına, ne yazık ki insanların pek çoğu, gerektiği
şekilde samimi olarak inanmamaktadır. Dilleri ile “kıyâmet günü haktır”
derken, kalpleri o günden gâfil bulunanlar, dilleriyle inanmış, ancak davranışlarıyla
o günü yalanlamış olanlardır. Şu da unutulmamalıdır ki, kıyâmeti
davranışlarla yalanlamak, yani sanki bu gün hiç gelmeyecekmiş gibi her
türlü günah ve kötülükler işlemek, dil ile yalanlamak gibidir. Kıyâmetin
vuku bulacağı şüphesizdir. Çünkü bunu Allah haber vermiştir. Kıyâmeti
inkâr etmek küfürdür. Kıyâmetin ne zaman meydana geleceğini Allah,
kullarına bildirmemiştir. O er geç vuku bulacaktır. Şu kadar ki, onun olacağı
zamanı kimse tayin edemez. İnsana düşen görev, böyle bir günün gele-
334 Buhârî, Bed'ul Ezân, 384, Tecrîd-i Sarih Ter. c. 2, s. 617
335 41/Fussılet, 20-21
336 14/İbrâhim, 48
• 173 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
ceğini bilmek, ona inanmak ve o gün için hazırlanmaktır. Zaten bir hadis-i
şerifte ifade edildiği gibi, insan ölünce kendi Kıyâmeti kopmuş demektir.
Din gününe iman etmek, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmak, hesap
ve ceza meselelerini kabullenmek, İslâm dininin inanç esaslarının bir
bölümüdür. Allah’ın tek bir ilâh olduğunu kabul etmenin hemen ardından
bunlara inanmak gereklidir. İslâm’da ulûhiyet gerçeği ile âhiret hayatının
hakikati birleştirilip tek temel üzerine oturtulmuş, böylece itikadî, amelî, ve
ahlâkî değerler birleştirilerek bir bütün haline getirilmiştir.
İslâm tasavvurunda hayatın mânası, insan ömrünün teşkil ettiği şu kısa
zaman değildir. Hatta bu hayatın anlamını, ne bir kavmin ve toplumun yüz
yıllar süren ömrü, ne de bütün insanların süregelen hayatı ifade edebilir.
İslâm tasavvurundaki hayat, şu görünen dünya hayatını içine aldığı gibi,
Allah’tan başka kimsenin bilmediği âhiret hayatını da içine almaktadır.
Mekân itibarıyla da, üzerinde insanların yaşamakta olduğu şu yeryüzünü
içine aldığı gibi; âhiret yurdunu da ihtiva etmektedir. Yine âlemleri kucaklarcasına
şu görünen kâinata şâmil olduğu gibi, her türlü gerçeklerini Allah’tan
başka kimsenin bilmediği “gayb” âlemini de kapsamaktadır. O gayb
âlemi, ölüm ânı ile başlayıp âhiret hayatıyla son bulur. Mâhiyet itibarıyla
hayat, dünya hayatındaki şu bilinen yaşayışı kapsadığı gibi, ikinci hayat dediğimiz
âhiret yaşayışını da içine almaktadır.
İşte din gününe iman etmek, böylesine zamanın sonsuz mesafesini,
mekânın Hûdutsuz ufuklarını, hayat ve âlemlerin bitmeyen derinliklerini
ve yüceliklerini ifade etmektedir. Bu inanç, kesinlikle kişinin dünya görüşünü
değiştiren ve davranışlarını etkileyen bir inançtır. Her asırda olduğu
gibi günümüzde de en önemli hususlardan biri, din gününe iman etmek
konusudur. Bunun içindir ki, Kur’an, tevhid inancıyla beraber bu inanç
üzerinde ısrarla durmuş, Hz. Peygamber de pek çok sözleriyle bu inancın
önemini belirtmiştir. Her konuda hakkı bildiren Allah, hak olan âhiret konusunda
da önemle duruyor. Eğer insan yaptıklarından sorumlu olmasaydı,
o zaman iyilik ve kötülüğün farkı ortadan kalkmış olur, insan yaşayışı
tamamen maksatsız ve gayesiz hale gelir, her iş neticesiz kalırdı. Oysa insan,
maksatsız ve gayesiz olarak yaratılmamıştır. Her insan, kendi irâdesiyle
yaptıklarının karşılığını görmeyecek olsaydı, o zaman iyilik ve kötülük aynı
şey olur, günah ve sevâbın anlamı kalmazdı.
• 174 •
Ahmed Kalkan
İnsanlar, bu dünya hayatında da az çok yaptıklarının karşılığını görürler.
Bununla beraber şunu da unutmamalıdır ki, pek çok zâlim günahkârlar,
kötülük yapan insanlar, bu dünyada rahat yaşarlar da, birçok iyi insan
musibetlere mâruz kalır. Çünkü bu dünya, yapılan işlerin asıl karşılığının
görüleceği yer değildir. İşte tüm işlerin karşılığının verileceği ve rabbânî
adâletin tecellî edeceği an din günüdür. 337
Allah’ın kâinat için koyduğu bazı kanunlar vardır. Adına Sünetullah
dediğimiz bu tabiat kanunlarından biri “ceza=karşılık kanunu”dur. Yapılan
hiçbir hareket karşılıksız değildir. Ateş yakar, ekilen tohum biter, olgunlaşan
meyve yere düşer... Yani kâinatta neyi düşünsek, nereye göz atsak,
Allah’ın koymuş olduğu bu “karşılık kanunu”nu görürüz. Atasözlerinde de
“eden bulur”, “eşen düşer”, “her koyun kendi bacağından asılır”, “ne ekersen
onu biçersin” gibi ifadeler, karşılık kanunu için örneklerdir.
Karşılık kanunu, en büyük adâlettir. Çünkü insan, daha önceden bildiği
esaslara uyup uymamanın neye mal olduğunu bilmekte, seçimini hür irâdesiyle
ona göre yapma imkânına sahip olmaktadır. Bu ilâhî kanuna göre,
herkes amellerinin karşılığını görecek, hiç kimse başkasının günahını çekmeyecektir.
338 Bununla birlikte, ister hayır, ister şer olsun, yapılan en küçük
iş karşılıksız kalmayacaktır.339 Bu da insanın, bahane bulma duygusunu yok
edecek; “kendim ettim, kendim buldum” şeklinde bir neticeye varmasına
yol açacaktır. Kâinatta her şeyin bir karşılığı olduğu gibi, yapılan hiçbir kötülük,
kimsenin yanına kâr kalmayacaktır. Hal böyle iken, bütün karşılıkların
görülebilmesi için, dünya hayatı elbette kâfi değildir. O zaman şöyle bir
durumla karşı karşıya kalırız: Bir tarafta karşılık kanunu, diğer tarafta dünya
hayatının buna kâfi gelmeyişi. Burada, “imtihan edilme” söz konusudur.
Bu açıdan bakıldığında “karşılık kanunu”, âhirete inanmanın zarûretini de
ortaya koyar. Yani her şeyin bir karşılığı olacağına göre, dünya hayatının da
bu karşılıklar için kâfi gelmediğine göre, mutlaka bir karşılık zamanı olmalıdır.
İşte Fâtiha’da Allah bu “karşılık günü = din günü”nün tek sahibi olduğunu
belirtmektedir. Burada “din”, yapılan bir işin, kendi cinsinden karşılığı
mânâsını ifade eder. Bu karşılık kanunu sebebiyle, dünyada da hesaba
çeken Allah’tır; âhirette de hesaba çeken Allah’tır. Allah, karşılıkları imhal
eder, ama ihmal etmez. (Karşılığını erteleyebilir, istediği vakitte verir; ama
337 Y. Çiçek, F. Yıldız, Din Günü İbâdet, Bir Y., s. 61
338 6/En'âm, 164; 17/İsrâ, 15; 53/Necm, 38
339 99/Zilzâl, 7-8
• 175 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
ihmal etmez.) Allah’ın bu “karşılık kanunu”, bütün ilmî disiplinlerce kabul
edilmektedir. Burada problem, işin ilâhî boyutunun gözardı edilmesidir. 340
Nübüvvet, yani peygamberlik, Allah’ın insanlık tarihine yönelik bir müdâhalesidir.
O, bu müdâhaleyi kullarına olan rahmet ve şefkatinden dolayı
Rahmân ve Rahîm isminin bir tecellîsi olarak yapıyordu. Din günü demek
olan âhiret ise, Rabbimiz tarafından insanlığın geleceğine bir müdâhaledir.
O, bu müdâhaleyi İlâhî adâletini gerçekleştirmek için yapar. Fâtiha’da Rahmân
ve Rahîm isimlerini bildiren âyetten hemen sonra gelen “din gününün
mâliki” âyeti, insanın tarihiyle istikbâlinin bağlantısıdır. Mâziyi unutmadan
istikbâle hazır olması için, içinde yaşadığı anda ne yapması gerektiği
de, bundan sonraki âyette hatırlatılmaktadır: “Ancak Sana ibâdet ederiz. Ve
ancak Senden yardım isteriz.” 341
Dünya, âhiretin habercisi, âhiret dünyanın izdüşümüdür. İnsan adlı bu
ölümsüz yolcu, birinden diğerine intikal ederek sürdürür sonsuz yolculuğunu.
Çünkü ölüm, bir başka hayatın besmelesidir. Nübüvvet, insanlığın
geçmişinin; âhiret ise geleceğinin tarihidir. Kur’an da, bu tarihin akacağı
yatağın İlâhî projesi. İnsan, bu projeye bakarak tarihi değiştiriyor ve tarihi
tarihe bu projeyle taşıyor.
Âhiret olmasaydı, insan insan olamazdı. İnsana irâde verildiği gün âhiret
de verildi. Eğer seçiminin ödül ve cezasını görmeyecekse yaratıklar arasındaki
bunca ayrıcalığın gerekçesi ne ola ki? İşte bu nedenle âhiret, seçme
hürriyetinin, irâde ve şuurun doğal sonucudur. İnsanın seçiminin Allah
tarafından kaale alındığının, değerlendirildiğinin bir delilidir. İnsanı yaratan,
onu yeryüzüne halife seçip irâde veren ve kendi ruhundan ruh üfleyen
Allah’ın, en güzel kıvamda yarattığı kulunun istikbâliyle ilgilenmediğini
düşünmek abes olacaktır. Boşuna mı yaratıldı şu muazzam makine ve yaratılanların
en muhteşemi olan insan? Boş yere, abes bir iş olarak mı yaratıldı
evren ve içindekiler? Cennet niçin yaratıldı? Cehenem lüzumsuz mu?
Âhiret, Allah’ın “vaad” ve “vaîd”inin, yani ödül ve cezasının bir gereğidir.
Suyu getirenle testiyi kıranı mahlûk bile bir tutmazken Hâlık’ın bir
tutması O’nun mutlak adâletine nasıl sığar? Eğer “şunu yaparsan ödüllendirilir,
bunu yaparsan cezalandırılırsın” deniliyorsa elbette sonuçta “iyi”
340 A. Özbek, Kur'an'da Tevhid Eğitimi, Esra Y., s. 26
341 1/Fâtiha, 5
• 176 •
Ahmed Kalkan
olanla “kötü” olanın ayrılıp, yapana ödülü, yapmayana cezası verilecektir.
Bu nedenle âhiret, adâlet-i İlâhînin kaçınılmaz sonucudur. Âhirete inanmamak
adâlete inanmamak, adâleti istememek demektir.
Âhirete iman, ölüm korkusunun insanda bir kâbusa ve kronik bir illete
dönüşmesini engeller. Ölümden sonra bir hayatın olduğuna inanan, kendisini
koyvermez. Onun için, ölüm bir bitiş değil; bir intikaldir. Bu nedenle
âhirete iman eden kâmil bir mü’min, hayatta bir kez ölür. Âhirete inanmayan
kâfirse her ölümü hatırlayışta ölür. Bu nedenle âhireti inkâr edenler,
mümkün olduğunca ölümü hatırlamak istemezler. Kendilerine ölümün
hatırlatılmasından rahatsız olurlar ve beklenenden daha fazla tepki gösterirler.
Bir de müslümanların ölümü güler yüzle karşıladıklarını, onunla sık
sık selâmlaştıklarını düşünelim. İslâm medeniyetinde mezarlar şehirlerin
ortasına yapılırdı. İslâm, insanların ölümü sık hatırlamaları için mezar ziyaretini
Nebî’nin diliyle özendirmişti. 342
“Ölümse, Gel dese; Tak tak tak, Mu-hak-kak.”
“Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanmadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o Mûsâlla taşında.”
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Bîçâre gönüller! Ne giden son gemidir bu!
342 M. İslamoğlu, İman Risalesi, 285
• 177 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Hicranlı hayatın ne de son mâtemidir bu!
Dünyada sevilmiş ve seven nâfile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri sanki memnun yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.” 343
Kur’an, her sayfasında, insanı hem ruhun tarihine, hem istikbâline
(âhirete) götürerek insana önünü ve sonunu hatırlatır. Bu nedenle mü’min,
her ânında üç zamanı birden yaşayan insandır. Bu, ona süreklilik ve sorumluluk
duygusu verir. Kur’an’daki kıyâmet, Cennet, cehenem, mahşer, mîzan
ve sorgu sahneleri, mü’minde sorumluluk hissini ve fazileti güçlendirmek
için istikbâline açılan birer penceredir.
“Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibârettir.”344 Oyuncaktan hoşlanan
çocuklar mıyız, yoksa rüştümüzü isbat eden adamlar mı? Dünya oyuncağına
verdiğimiz değerde saklı bunun cevabı. Oyuna dalıp çokça eğlenenler,
çocuklar ve o seviyedeki çocuk akıllılardır.
Din günü şuûru, bize ölümü sık sık düşündürür ve bizi oraya hazırlar.
Bu bilinçle ölüm râbıtası, bir adım daha ileri giderek şehâdet râbıtası yapmalıyız.
Bu bilinç ve râbıtalar, bize sadece âhiret azığı değil; dünyada kaybettiğimiz
izzeti, insanlık onurumuzu da kazandıracak ve ölüm korkusunu
yenen, ölümle sevdalanan bir seviyeye çıkaracaktır. Ancak bu sâyede haklarımızı
söke söke almak için dileniş değil direniş gerektiğini öğrenir ve canlı
şehid olarak şerefli bir hayat süreriz. Bugün Yahûdi, teknik imkâna sahip
milyarı aşan kimlik müslümanlarından değil; intifâda coşkusunu sürdüren
çocuk yaştaki genç yiğitlerden korkmaktadır. Ölümden korkan gayr-ı müslim,
en çok ölümden korkmayanlardan korkar. Müslümanın müslümanca
yaşayamadığı her ortamda müslümanca ölme imkânı her an vardır.
Her asırda olduğu gibi, günümüzde de bir kısım insanın, kıyâmet gününe
iman etmeyişlerinin sebebi, öldükten sonra dirilmeyi uzak bir ihtimal
görmeleridir. İnanmayanların görüşüne göre hayat, sebepsiz, hedefsiz ve
gayesiz bir hareketten ibârettir.
343 Sırasıyla: Necip Fazıl, Cahit Sıtkı, Yahya Kemal
344 6/En'âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36; 57/Hadîd, 20
• 178 •
Ahmed Kalkan
Oysa her şeyde bir sır, o sırrın gerisinde bir hedef ve hedefin gerisinde
de bir hikmet vardır. İnsan bir ölçü dâhilinde bu dünyaya getirilir, yine aynı
şekilde takdir edilmiş olan âkıbete, ceza ve hesap gününe döndürülmüş
olur. Dünya hayatı da, her insan için bir imtihandır. İnsanların bütün bu
gerçekleri bilip bunların gerisinde kudret ve hikmet sahibi Yüce Yaratıcı’yı
düşünmesi gerekir. İşte bu bilgi ve düşünce insanı âhiret inancına götürür.
İnsanların çokça hatırlaması gereken ölüm, her canlının kendisine
erişeceği bir hâdisedir. Ölüm, kendi yolunda sapmadan ve durmaksızın
ilerler. Ne geride bıraktıklarına, ne de ıstırap çekenlerin feryadına bakar.
Korkanların korkusu, sevenlerin de sevgisi bunu önleyemez. Hayatı sadece
dünya hayatından ibâret görmek, çok ilkel bir düşüncedir. Kur’an, düşüncesi
gelişmemiş bu tür kişilerin sözlerini ve durumlarını şöyle dile getirir:
“Onlar derler ki: ‘Bu dünya hayatımızdan başka bir hayat yok! Tekrar dirilecek
değiliz.” 345
İslâm’da dünya, âhiretin tarlasıdır. Dünya hayatını ıslah etmek, ondan
her tür kötülüğü ve bozgunculuğu kaldırmak, bütün insanlar için iyilik ve
adâleti gerçekleştirmek gibi işlerde sarf edilen emek ve uğraşıların hepsi,
âhiret sermâyesidir. Böyle bir inançla çalışan ve Allah’ın rızâsını dileyerek
gönülden bu güne inananların yeryüzünü ihmal etmeleri, azgınlıklara ve
bozgunculuklara göz yumarak dünyayı terk etmeleri mümkün olabilir mi?
Bazı insanlar, -âhirete iman ettiklerini iddia etmekle beraber- kendilerini,
câhilliğin ve azgınlığın akıntısına kaptırmışlarsa; bu, Allah’a ve âhiret
gününe inandıkları için değil; âhirete imanlarının zayıf oluşundandır.
Her asırda, âhireti inkâr edenler veya bu güne, inanılması gerektiği şekilde
inanmamış olanlar, devamlı günah işlemeyi arzu edip buna karşı bir engelin
çıkmasından korkanlar ve her şeye kadir Yaratıcının huzurunda hesap
vermek istemeyenlerdir. İşte bunun için de öldükten sonra dirilmeyi ve
âhireti hayal zanederler.
Din gününe inanmak ve bu inancın gereğini yapmak, kötülüğe koşan
her nefis için bir gem, günahı seven her insan için de bir engeldir. Bütün
insanlığa hitap eden Kur’an, bu günün olmasını imkânsız görenlere en kesin
ve doğru cevabı verir: “İnsan, kendini bir nutfeden nasıl yarattığımızı
345 6/En'âm, 29
• 179 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi.”346 İnsanın yaratılışındaki hayret
verici durumlar, organlarının yapısındaki çeşitli özellikler, onun tekrar
diriltilmesinden çok daha önemli ve dikkat çekicidir. Allah’ın sanat ve kudretindeki
bu incelikleri, mükemmellikleri bilip görenler, öldükten sonra dirilmeyi
artık nasıl inkâr edebilirler? Ne yazık ki ünsiyet etmediği her şeyi
inkâr, insanoğlunun tabiatındadır. Eğer o yılanı yüzüstü ve hem de sür’atle
yürür görmese, ayaklardan başka şey üzerinde yürümeyi kabul etmezdi.
Hatta insan, dünyayı görmeden, dünyadaki acayip haller ona anlatılsa, onları
bile çoktan inkâra kalkardı. Şu halde, din gününü yakînen tasdik etmemek,
bu kavramı anlamaktaki noksanlıktan ileri gelmektedir. Görünmediğinden
dolayı, din gününe inanmayanlar, ilim adına cehâlet gösterenlerdir.
“Âhiret yurdu, sakınan muttakîler için daha hayırlıdır, siz hiç düşünmüyor
musunuz?” 347
Dünya, ne seçim ne de geçim dünyasıdır müslüman için; dünya kulluk/
ibâdet dünyasıdır, imtihan dünyasıdır. Sınav esnâsında oyuna dalan, gülüp
eğlenen kimsenin imtihanda başarı şansı ne kadar olabilir? Gençler, üniversite
imtihanına verdikleri önemi, esas sınava, büyük imtihana verseler,
din günü bilinci nasıl hayata yansırmış, görürdük. Orta yaşlılar, yakın gelecekleri
için hazırlayıp biriktirdiklerini, esas istikbâl için yatırıma dönüştürseler,
örnek müslümanların sayısı nasıl artardı! “Ey iman edenler! Allah’tan
korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun. Çünkü
Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”348 Mücâdelenin, cihadın, şehâdetin olmadığı
yerde din günü bilinci yeterince yok demektir. Ana vatanımız, baba
diyarımız Cennet olduğuna göre, biz memleketimizde gerekli ihtiyacımızı
karşılamak için bu diyarda gurbete çıkmış durumdayız. Orada lâzım olan
azığı unutup, buradaki görevimizi ihmal etmek ve buralarda oyuncaklarla
oyalanmak ne kadar mantıklılıktır?
Ne mutlu, din günü bilincine sahip, ölüme ve ölüm ötesi hesaba hazır
olan ve ölümden korkmayan, ölümle dostluk kurabilen canlı şehidlere!
346 36/Yâsin, 77
347 6/En'am, 32; Y. Çiçek, F. Yıldız, a.g.e. s. 65
348 59/Haşr, 18
• 180 •
Ahmed Kalkan
“(Ey Rabbim,) Ancak Sana ibâdet eder, ancak Senden yardım isteriz.”
“Ey kâfirler tapmam sizin taptıklarınıza... Sizin dininiz size; benim
dinim bana!”
“Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Hâlâ akıllanmayacak
mısınız?”
- 5. Âyet -
„ كَ نَسْتَعِ ي نُ  كَ نعْبُدُ وَإِ يَّ  إِ يَّ
yardım isteriz : „ نَسْتَعِ ي نُ ve yalnız Senden : كَ وَإِ يَّ ibâdet ederiz : نعْبُدُ Ancak
Sana : كَ إِ يَّ
“(Ey Allah’ım,) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz
(duâmızı ancak Sana yaparız).” (1/Fâtiha, 5)
كَيَّ إِ İyyâke (Ancak Sana)
“İyyâke” zamir ve tümleçtir. Tümleçlerin, Arapça cümle kuruluşunda
aslında fiilden sonra gelmesi gerekir. Bu tümleç görevi yapan zamir, fiilden
sonra gelseydi, anlam şöyle olurdu: “na’büdüke (Sana ibâdet ederiz).”
Başa geçtiği için sınırlama ifade eder: “Ancak Sana...” Dolayısıyla bu ifade,
iki cümle yerine kullanılmıştır. Bu cümlelerden biri, Allah’a ibâdet, O’na
teslimiyet ve kulluk; ikincisi, Allah’tan başkasına ibâdet etmemek, teslim
olmamak, kulluk yapmamak. Tevhid, özetle bu iki ifadeden ibârettir. Fâtiha’nın,
Kur’an’ın bir özeti olduğu gibi; Kur’an’ın en önemli konusu olan tevhidin
özetini de bu “iyyâke na’büdü” ifadesi karşılamaktadır. İman; kabul
ve reddir; sevgi ve buğzdur. Tâğutu reddetmek ve Allah’a iman etmektir (2/
Bakara, 256). Tevhidî iman; Lâ ilâhe illâllah’ın bir açılımıdır. İşte “iyyâke
na’büdü” bütün bunları içerir, tevhidin özünü vurgular.
• 181 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Ancak Sana ibâdet ederiz” ifadesiyle anlamaktayız ki tevhid, sadece fikir
ve görüşten ibâret, hatta salt inançtan ibâret değildir. Tevhid, ibâdettir;
sadece Allah’a ibâdet ve bütün şekil ve muhtevâsıyla ibâdet. Tevhid, insanın
pratik hayatını kuşatmalı, kalbinde başlayıp tüm kalıbına yön vermeli ve
hayata yansımalıdır. İbâdet halinde pratize edilemeyen, etkisiz bir şekilde
kafa veya kalbe hapsedilen bir düşünce ve duygu değildir tevhid; Sadece
Allah’a kulluktur, ibâdettir. Hayat da ibâdetten ibârettir.
نعْبُد Na’budu (İbâdet ederiz)
İbâdet kelimesi, “abede” fiilinin masdarı olup “itaat etmek, boyun eğmek,
tevâzu göstermek, bağlanmak ve hizmet etmek” anlamlarına gelir.
İbâdet kelimesinin türediği “abd” kökü, şu anlamlara gelir:
a- Hürün karşıtı olan köle,
b- Boyun eğmek ve itaat etmek,
c- Kulluk etmek, ilâh tanımak, tapmak,
d- Bir şeye bağlanıp, ondan ayrılmamak.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere ibâdet kelimesinin ifade ettiği
esas mânâlar; “kişinin yüksek ve üstün birine karşı baş eğmesi, itaat etmesi,
kendi hürriyetinden ferâgat ederek onun karşısında her türlü isyanı terk
etmesi, tam bir bağlılıkla ona boyun eğmesidir.” İşte bu durum, kulluk ve
itaattir. İbâdet, itaat etmenin bir çeşididir. Bu itaate müstahak olan da, hiç
şüphesiz gerçek ma’bud olan Allah’tır. Çok ibâdet edene âbid; kendisine
ibâdet edilene de ma’bûd denir.
Kur’ânî bir terim olarak ibâdetin genel anlamdaki tanımı şudur: “Yapılması
sevap olan, Allah’a yakınlık ifade eden, yalnız O’nun emirlerini yerine
getirmiş olmak ve rızâsını kazanmak niyetiyle yapılan, her türlü harekete
ibâdet denir.”
Demek ki İslâmî mânâsıyla Allah’a ibâdet: “İnsanın rûhen ve bedenen,
gizli ve açık bütün mevcûdiyetiyle yalnız Allah’a yapmış olduğu şuurlu (bilinçli)
bir tâat ve kurbettir.”
• 182 •
Ahmed Kalkan
“İbâdet” kavramı, “kurbet” (yakınlık) ve “tâat” (sevap olan şeyler) kavramlarının
anlamını da içermektedir. Dolayısıyla ibâdet eden insan, hem
Allah’a yaklaşmış, tanıyıp kulluk etmiş, boyun eğmiş ve hem de O’na itaat
etmiş olur. Meselâ namaz kılan bir insan, Allah’a tâat, ibâdet ve kurbet
görevlerini yapmış olur. Namazın kabul olması için de “iman”, “ihlâs” ve
“niyet” in bulunması gerekmektedir. Korku ve ümit içinde hem zâhir, hem
bâtında sonsuz bir alçak gönüllülük ile sınırsız bir ta’zimi ihtiva eden ibâdet,
“kibir” ve “riyâ” kabul etmez.
“İbâdet”, boyun eğmenin, itaat etmenin, saygı göstermenin ve kulluğun
en son noktasıdır. İbâdet, insanın Allah’ın râzı olduğu şeyi yapması, yerine
getirmekle yükümlü olduğu fiilleri emrolunduğu şekliyle hayata geçirmesi,
hiçbir şey gözetmeden Allah’a kulluk etmesi ve bunu, sadece O’na boyun
eğip itaat etmek için yapmasıdır.
İtaat büyük bir makamdır. İbâdet/kulluk yapan “âbid/abd” (kulluk yapan/
kul), itaat ve ibâdetle Allah’a bağlandığı için şereflenir. Allah Teâlâ,
peygamberi Muhammed (s.a.s.)’i, makamların en şereflisi olan “risâlet”
makamında “kul” kelimesi ile isimlendirmiştir.349 O yüzden şehâdet kelimesinde
bile “Rasûl” kelimesinden de önce; daha önemli ve daha şerefli
olduğu için “abdühû” (O’nun kulu) ifadesi kullanılır. Çünkü peygamberlik,
Hz. Muhammmed’in (s.a.s.) diğer insanlara yönelik ilişki ve görevini ifade
ederken; “abd/kul” ifadesi, onun Rabbiyle ilişkisini ve bağını anlamlandırır.
Allah’la irtibatın, diğer insanlarla ilişkiden daha şerefli olduğu da açıktır.
Biz de, şeref ve fazilet istiyorsak, bunun Allah’la bağımızı güçlendirmekten
geçtiğini, yani ancak ibâdet ve kulluk görevlerimizde derinleşmekle makamımızı
yükseltebileceğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız.
İbâdet, imanın uygulanması, hak ve doğru kabul edilen esasların günlük
hayatta yaşanması olduğundan, Allah katında tâat kabul edilen her davranışın
bilfiil uygulanmış, yapılmış olması gerekir. Yoksa, yalnız istek halinde
kalıp, davranış sahasına çıkmayan duygu ve düşünceler, Allah’a yakınlık
anlamına gelen kurbet ve tâat olsalar da, ibâdet değillerdir. Bunun içindir
ki, ibâdetlerin başı olan imanın da, sadece kalple tasdiki yeterli olamayacağından,
hiç olmazsa dil ile ikrar edilerek açıklanması gerekli görülmüştür.
Bunun yanında, niyetsiz, sadece görünürde yapılan işler de ne olursa olsun,
349 Bak. 57/Hadid, 9; 17/İsra, 1; 18/Kehf, 1
• 183 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
ibâdet sayılmazlar. Niyetsiz yatıp kalkmak namaz olmadığı gibi, niyetsiz aç
durmak da oruç değildir. O halde kötü niyetle veya Allah’a itaat ve yakınlık
kastından başka bir maksatla yapılan işler, ibâdet olamazlar.
Lisanımızda çokça kullanılan “tapınmak ve tapmak” kelimeleri, ibâdet’in
değil; yalnızca tâat’in karşılığı olabilir. Hatta tapmak ve tapınmak
kelimelerinden az çok, ne yaptığını bilmemek gibi bir şuursuzluk mânâsı
anlaşıldığı için, bu kelimeleri “puta tapmak” , “haça tapmak” gibi yerlerde
kullanırız. Oysa kulluk etmek, şuur bakımından tapmak kelimesinden
daha iyi ve anlamlıdır. Şu halde ibâdet terimi, bir tâat mertebesini ifade etmektedir
ki, en hususi anlamı “ibâdet”, en genel anlamı ise “kulluk” mânâsına
gelen “ubûdiyet”tir. İbâdet, Allah’ın râzı olduğu şeyi yapmak; ubûdiyet
ise, Allah’ın yaptığına râzı olmaktır, diye de tanımlanmıştır.
Kur’an’da İbâdet
İbâdet kavramı, Kur’an’da en çok kullanılan kavramlardan birisidir. Bu
kavram, Kur’an’da isim, fiil ve masdar şeklinde 256 defa geçer. “A b d” kökü
ve türevleri ise 275 yerde kullanılır. 350 Genel olarak, Allah’a veya Allah’tan
başkalarına ibâdeti ifade etmekte kullanılmıştır. Sadece Allah’a ibâdet emredilirken,
O’na ortak koşmak ve başkalarına ibâdet etmek, Kur’an’da şiddetle
yasaklanmıştır.
350 İbâdet Kelimesinin Kökü Olan A-b-d Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 275
Yerde:) 1/Fâtiha, 5; 2/Bakara, 21, 23, 83, 90, 133, 133, 138, 172, 178, 178, 186, 207, 221; 3/Âl-i İmrân, 15,
20, 30, 51, 64, 79, 182; 4/Nisâ, 36, 118, 172, 172; 5/Mâide, 60, 72, 76, 117, 118; 6/En’âm, 18, 56, 61, 88, 102;
7/A’râf, 32, 59, 65, 70, 73, 85, 128, 194, 206; 8/Enfâl, 41, 51; 9/Tevbe, 31, 104, 112; 10/Yûnus, 3, 18, 28, 29,
104, 104, 104, 107; 11/Hûd, 2, 26, 50, 61, 62, 84, 87, 109, 109, 109, 123; 12/Yûsuf, 24, 40, 40; 13/Ra’d, 36;
14/İbrâhim, 10, 11, 31; 15/Hıcr, 40, 42, 49, 99; 16/Nahl, 2, 35, 36, 73, 75, 114; 17/İsrâ, 1, 3, 5, 17, 23, 30, 53,
65, 96; 18/Kehf, 1, 16, 65, 65, 102, 110; 19/Meryem, 2, 30, 36, 42, 44, 49, 61, 63, 65, 65, 82, 93; 20/Tâhâ, 14,
77; 21/Enbiyâ, 19, 25, 26, 53, 66, 67, 73, 84, 92, 98, 105, 106; 22/Hacc, 10, 11, 71, 77; 23/Mü’minûn, 23, 32,
47, 109; 24/Nûr, 32, 55; 25/Furkan, 1, 17, 17, 55, 58, 63; 26/Şuarâ, 22, 52, 70, 75, 92; 27/Neml, 15, 19, 43,
45, 59, 91; 28/Kasas, 63, 82; 29/Ankebût, 16, 17, 17, 17, 36, 56, 56, 62; 30/Rûm, 48; 34/Sebe’, 9, 13, 39, 40,
41, 43; 35/Fâtır, 28, 31, 32, 45; 36/Yâsin, 22, 30, 60, 61; 37/Sâffât, 22, 40, 74, 81, 85, 95, 111, 122, 128, 132,
160, 161, 169, 171; 38/Sâd, 17, 30, 41, 44, 45, 83; 39/Zümer, 2, 7, 10, 11, 14, 15, 16, 16, 17, 17, 36, 46, 53, 64,
66; 40/Mü’min, 15, 31, 44, 48, 60, 66, 85; 41/Fussılet, 14, 37, 46; 42/Şûrâ, 19, 23, 25, 27, 27, 52; 43/Zuhruf,
15, 19, 20, 26, 45, 59, 64, 68, 81; 44/Duhân, 18, 23; 46/Ahkaf, 6, 21; 50/Kaf, 8, 11, 29; 51/Zâriyât, 56; 53/
Necm, 10, 62; 54/Kamer, 9; 57/Hadîd, 9; 60/Mümtehıne, 4; 66/Tahrîm, 5, 10, 10; 71/Nûh, 3, 27; 72/Cinn,
19; 76/İnsân, 6; 89/Fecr, 29; 96/Alak, 10; 98/Beyine, 5; 106/Kurayş, 3; 109/Kâfirûn, 2, 2, 3, 3, 4, 4, 5, 5.
• 184 •
Ahmed Kalkan
Kur’an’da ibâdet kelimesi, daha çok nefislerin sadece Allah için başka
kayıtlardan kurtarılması, yalnız O’nun ibâdetine tahsis edilmesine işaret
etmektedir. Yani insan, sevgide, korkuda, ümit ve tevekkülde, itaat edip boyun
eğmede Allah’a hiçbir varlığı ortak koşmayacaktır. Çünkü ibâdet, sevginin,
bağlılığın ve korkunun en güzel ifadesidir. Nitekim dinin bütününü
de bu esaslar oluşturur. İbâdet terimi, bu açıdan incelendiğinde, kulun, ibâdet
ettiği ilâh (Allah)’ı kemâl derecesinde sevmesi ve tevâzu göstermesi ve
bütün bunların ancak Allah için olması gerekmektedir. 351
“Ancak Sana ibâdet ederiz.”352: “Ederim” değil; “ederiz”. Cemaate işaret
vardır bu ifadede. Aynı Rabbin kulu olan, O’nun kanunlarına boyun eğen
ve O’na tesbih ve ibâdet eden tüm tabiatla, tüm yaratıklarla ortak dili konuşmak,
vahdete ermek, beraberce ibâdet etmek var bu ifadede. Kendi iç
dünyamızla, tüm organlarımızla, inanç, düşünce ve eylemlerimizle beraber
ibâdet etmek var bu ifadede. Tevhid, ancak muvahhid bir toplum içinde
gerçek anlamını bulur. Tevhidî bir toplumla beraber hareket edilerek olgunlaşılır,
insan olunur. Tevhid kafilesinden ayrı hareket etmekle, güzel
olan hiçbir yere varılamaz.
Fâtiha’nın bundan önceki âyetlerinde Allah’ın sıfatları özetlendi. Allah,
bu âyete kadar kendini bize tanıttı. “Peki, böyle özelliklere sahip Allah’a
karşı nasıl davranmamız gerekir?” sorusuna bu âyet cevap vermiş oluyor:
“Sadece Allah’a ibâdet”. Fâtiha’da bundan önceki âyetler, sanki bize bu âyetteki
ifadeyi söyletmek içindir. Ayrıca, Allah’ı bu âyete kadar anlatılan isim
351 Kur’an’da ibâdet konusuyla ilgili âyetler:
a. İbâdet Etmek: Hicr, 99; Hacc, 77; Furkan, 77; Neml, 91; Ankebut, 17, 36; Ahzab, 35; Yasin, 60-61; Mü'min,
14.
b. İbâdet (Kulluk) Yalnız Allah'a Yapılır: Fatiha, 5; Bakara, 21-22, 83; Nisa, 36; En'am, 3, 102, 162; Yunus, 3;
Hud, 2, 123, Nahl, 52; İsra, 23, Meryem, 65; Zümer, 2, 66; Fussılet, 37-38.
c. İnsanlar ve Cinler, İbâdet İçin Yaratılmıştır: Zariyat, 56-57; Cin, 16-17.
d. Allah'a Kulluk Etmenin Misali: Rum, 28.
e. Kibirlenerek Allah'a Kulluk/İbâdet Etmekten Çekinmek: Nisa, 172-173; A'raf, 146-147, 207; Nahl, 48;
Fussılet, 37- 38.
f. Herkes Allah'ın Huzuruna Kul Olarak Varacaktır: Meryem, 93.
g. Allah'ın İbâdete İhtiyacı Yoktur: Ankebut, 6.
h. Peygamberler Allah'a İbâdete Dâvet Ederler: Al-i İmran, 79-80; Enbiya, 90; Neml, 45; Ahzab, 7-8.
i. Cenneti Kazanmak İçin Kulluk: Tevbe, 111.
j. İbâdeti İhlasla, Samimiyetle Yapmak: A'raf, 29; Tevbe, 112; Zümer, 2, 11, 14; Mü'min, 14, 65.
k. İbâdette İhsan: Bakara, 112.
l. Münafıklar İbâdeti Gösteriş İçin Yaparlar: Nisa, 142; Tevbe, 107.
m. Gece İbâdeti: Furkan, 64; Müzzemmil, 1-4, 6-7, 20, 41, 46; İnsan, 26.
352 1/Fâtiha, 5
• 185 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
ve vasıflarıyla tanıyıp O’nu tek ilâh ve tek rab kabul eden kuluna Allah,
senli-benli ifade kullandırıyor; Allah’ın vasıflarını tanıyıp O’na ibâdet, Allah’la
samimiyeti ve sıcak bir bağı oluşturuyor: “Ona kulluk ederiz” değil;
“Sana...” Bu âyete kadar üçüncü tekil şahıs ifadesi ve zamiri kullanılırken,
burada ikinci tekil şahıs ifadesi kullanıyoruz.
Önce ibâdet, sonra istiâne. İlk adım öncelikle kuldan başlamalı. Sünetullah,
ilk başlangıcı bizden bekliyor. Allah’ın kanunu böyle istiyor. Bu
konuyla ilgili Kur’ân-ı Kerim’den ve hadis-i şeriflerden bolca örnekler sunmak
mümkün. (“Allah’a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder.”353 ,
“Bana bir adım yaklaşana Ben bir arşın yaklaşırım.”354, “Allah’tan sakınırsanız,
sizin için furkan kılar.”355, “Allah’tan korkanlara Allah çıkış yolu verir.”356,
“Sözünüzde durursanız, Ben de...”, “İman edip sâlih amel işlerseniz...”) Önce
bizden duâ, sonra Allah’tan icâbet, önce kul sebebe yapışacak, sonra Allah
verecek.
Hakkıyla ve ölünceye dek ibâdet için Allah’ın yardımına ihtiyacımız
olacak. Her an yaşantımızı ibâdet halinde değerlendirmek için “...sadece
Sen’den yardım isteriz.” 357
“Sadece Sana ederiz, kulluğu, ibâdeti...”358 meâlindeki âyette, kulun, ibâdeti
sadece Rabb’ine ait kılıp, nefsini ancak Allah’a teslim etmesinin gereği
vurgulanmaktadır. Allah’tan başkasına gösterilen “itaat ve kulluk”, o varlığı
sahte bir ma’bud yapar. Bu ma’bud ya şeytandır, ya da kendilerini tâğut kılan
azgın kişilerdir. Yahut da Allah’ın kitabını hiçe sayarak insanları icad ettikleri
hayat düsturlarına ve yaşayış tarzlarına sevkeden önderlerdir. İslâmî
anlamda ibâdet ise, Allah’a kayıtsız şartsız itaat etmek demektir. Şeytana
ibâdet etmeyi yasaklayan Allah, insan ve cin şeytanlarına kayıtsız şartsız
itaatin onlara kulluk/ibâdet demek olduğunu belirtmiş oluyor.
353 47/Muhammed, 7
354 Hadis-i Kudsî
355 8/Enfâl, 29
356 65/Talâk, 2-3
357 1/Fâtiha, 5
358 1/Fâtiha, 5
• 186 •
Ahmed Kalkan
İnsanların, şeytanın teşviki ile yapageldikleri ibâdetlerinin yönü olan
putlar ve hayalî/sanal kuvvetler, yani Allah’tan başka tapınılan tüm varlıklar,
birer sahte ma’buddur. Çünkü Kur’an, Allah’tan başka hiçbir hak ma’bud
olmadığını en açık bir şekilde bildirirken; insanların, Allah’tan başkasına
tapmalarını ve onları ilâh kabul etmelerini de, şirk ve büyük günah sayıyor.
İbâdetle ilgili Bazı Âyetler
“(Ya Rabbi,) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz.”
359
“Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım.” 360
“Allah’a ibâdet edin. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” 361
“(Ya’kub) oğullarına: ‘Benden sonra neye ibâdet/kulluk edeceksiniz?’ demişti.
‘Senin ilâhın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan tek İlâh’a
kulluk edeceğiz, ibâdet edeceğiz. Biz O’na teslim olanlarız’ dediler.” 362
“Sizin şu karşısında durup taptığınız heykeller de nedir? ‘Babalarımızı
onlara tapar bulduk (da onun için biz de onlara tapıyoruz)’ dediler.” 363
“De ki: Allah’ı bırakıp size ne zarar, ne de yarar vermeye gücü yetmeyen
şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, işitendir, bilendir. (O’na ibâdet etmeniz
gerekmez mi?)” 364
“Hahamlarını ve râhiplerini Allah’tan ayrı rablar edindiler; Meryem oğlu
Mesih’i de. Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah’a ibâdet etmeleri emredilmişti.
O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden
münezzehtir.” 365
359 1/Fâtiha, 5
360 51/Zâriyât, 56
361 4/Nisâ, 36
362 2/Bakara, 133
363 21/Enbiyâ, 52, 53
364 5/Mâide, 76
365 9/Tevbe, 31
• 187 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Tevbe eden, ibâdet eden, hamd eden, seyahat eden, rükû eden, secde
eden, iyiliği emredip kötülükten meneden ve Allah’ın (yasak) sınırlarını koruyan
(onları çiğnemeyen) mü’minleri müjdele.” 366
“İnsanlardan kimi de Allah’a bir yönden (dinin bütününe inanmadan)
ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır gelirse, onunla huzura kavuşur (sevinir)
ve eğer başına bir kötülük gelirse yüz üstü döner (dini kötüleyerek ondan
vazgeçer).” 367
“Ey mü’minler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize ibâdet edin, hayır işleyin
ki umduğunuza eresiniz.” 368
“Ey iman eden kullarım, Benim arzım geniştir, bana kulluk/ibâdet edin.”
369
“İyi bil ki, hâlis din yalnız Allah’ındır. O’ndan başka velîler edinerek: ‘biz
bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz’ diyenlere (gelince):
Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü verecektir.”
370
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var. Müjdele
kullarımı.”371
“Hayır, yalnız Allah’a ibâdet/kulluk et ve şükredenlerden ol.” 372
“Allah’tan başkasına ibâdet/kulluk etmeyin. Ben, sizin büyük bir günün
azâbına uğramanızdan korkuyorum.” 373
“Andolsun Biz, her millet içinde: ‘Allah’a ibâdet/kulluk edin, tağut(a tapmak)
dan kaçının’ diyen bir rasûl/elçi gönderdik.” 374
366 9/Tevbe, 112
367 22/Hacc, 11
368 22/Hacc, 77
369 29/Ankebût, 56
370 39/Zümer, 3
371 39/Zümer, 17
372 39/Zümer, 66
373 46/Ahkaf, 21
374 16/Nahl, 36
• 188 •
Ahmed Kalkan
“De ki: ‘Ey kitap ehli, bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin:
Yalnız Allah’a ibâdet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Birimiz diğerini
Allah’tan başka rab edinmesin.” 375
“Allah, kimlere lânet ve gazab etmiş, kimlerden maymunlar, domuzlar ve
tâğuta tapanlar yapmışsa, işte onların yeri daha kötüdür.” 376
“De ki: Ben Allah’tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum.”
377
“Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahmân’a kul olarak gelecektir.” 378
“Siz, Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz?
Yuh size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Aklınızı kullanmıyor
musunuz siz?” 379
“Siz ve Allah’tan başka taptıklarınız cehennem odunusunuz. Siz (odun
gibi) oraya gireceksiniz.” 380
“İbrahim’de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek
var. Onlar, kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan
uzağız. Sizin (taptıklarınızı) tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a
inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir.”
381
De ki: Ey kâfirler! ‘Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim ibâdet
ettiğime tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz
de benim ibâdet ettiğime tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size; benim dinim
bana!” 382
375 3/Âl-i İmrân, 64
376 5/Mâide, 60
377 6/En'âm, 56
378 19/Meryem, 93
379 21/Enbiyâ, 66-67
380 21/Enbiyâ, 98
381 60/Mümtehıne, 4
382 109/Kâfirun, 1-6
• 189 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: ‘Benden başka hiçbir
ilâh yoktur. Bana kulluk/ibâdet edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” 383
“Bir zaman İbrahim şöyle demişti: ‘Rabbim, bu şehri güvenli kıl. Beni ve
oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut.” 384
“Siz Allah’tan başka birtakım putlara tapıyorsunuz. Yalan uyduruyorsunuz.
Sizin Allah’tan başka taptıklarınız size rızık veremezler. Siz rızkı Allah’ın
yanında arayın. O’na kulluk/ibâdet edin ve O’na şükredin. Hepiniz O’na döndürüleceksiniz.”
385
“Gece, gündüz, güneş ve ay O’nun âyetlerindendir. Ne güneşe ne de aya
secde etmeyin. Onları yaratan Allah’a secde edin. Eğer kulluk ediyorsanız
(böyle yapın).” 386
“De ki: ‘Ben dinimi yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na ibâdet/kulluk ediyorum.”
387
“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk/ibâdet et.” 388
Âyetlerin ortaya koyduğu ilk gerçek “sadece Allah’a ibâdet edip, O’ndan
başkasına ibâdet etmemektir.” İslâm, ibâdeti sadece Allah’a ait kılmayı emrederken,
O’na herhangi bir şeyi ortak koşma yasağını da getiriyor. İnsanlığın
tanıdığı veya tanıyabileceği Allah’ın dışında her çeşit ma’bud edinme
çeşidini içine alan kesin bir yasak koyuyor.
“Yalnız Sana kulluk eder; yalnız Senden yardım dileriz.”
Hamd, âlemlerin rabbi, Rahmân-Rahîm ve din gününün sahibi olan
Allah’a mahsustur. Rab, rahman, rahim ve mâlik sıfatlarının kâinatla ve
içindeki beşerî âlemle olan ilişkilerinin başlangıçta doğurduğu borcun karşılığı,
hamdetmektir. Hamd sadece Allah’a ait olduğu gibi, kulluk/ibâdet de
O’na aittir.
383 21/Enbiyâ, 25
384 14/İbrahim, 35
385 29/Ankebût, 17
386 41/Fussılet, 37
387 39/Zümer, 14
388 15/Hicr, 99
• 190 •
Ahmed Kalkan
Demek ki Fâtiha sûresi, 1-4. âyetlerdeki sıfatların önünde hamd, arkasında
ibâdet ve yardım dileme yer almaktadır. Allah yaratan, besleyip
büyüten, rahmet ve merhamet edip sahip çıkan bir varlık olması hasebiyle
hamde, ibâdete ve sadece kendisinden yardım talep edilmesine layıktır.
Hamdedilmek, kulluğun sadece O’na tahsis edilmesi ve sadece O’ndan yardım
ve destek beklenilmesi O’nun hakkıdır.
Şimdi 5. âyette geçen kavramların analizini yaparak şu sonuçlara varmamız
mümkündür: “Sadece Sana kulluk ederiz.”
Fahruddîn Râzî ve Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin Allah’a nasıl hamdedileceğini
öğrettiğini söylemektedirler. “Sadece Allah’a kulluk etmek ve sadece
O’ndan yardım dilemek, Allah’a hamdetmektir” diyen bu âlimler, âyeti
âyetle tefsir etmişlerdir. Onların tefsirine katılmamak mümkün değildir.
Bize göre ‘kulluk’ kavramının içi, ‘hamd’ ile doldurulmaktadır. Rab,
rahmân, rahîm ve mâlik sıfatlarına sahip olan Allah, hamdedilmeye, yani
ibâdet edilmeye lâyık bir varlıktır. Yaratma, eğitme, rahmet, merhamet ve
sahip çıkma sıfatlarıyla insanlar âlemi ile ilişki kuran Allah, şirk koşulmadan
ibâdet edilmeye layık bir hüviyete sahiptir.
“İyyâke: Sadece Sana” ibâresi hasr ifade eder. Başka bir deyişle “ve sadece
Senden yardım dileriz” ifadesine denk düşmekte ve Allah’tan başka varlıkların
tapınma bakımından kutsallığını dışlamaktadır. Cümlenin başına
gelmesinin sebebi, kulluktan önce sahte tanrıları dışlamanın zorunlu olduğunu
göstermektir.
Abd (Kul) ve İbâdet
“Na’budu” kelimesinin kökü “abede”dir. İbâdet, ubûdiyyet, âbid ve
ma’bûd kelimeleri de ondan türemiştir.
Emrini tutmak, ibâdet etmek, tapınmak, çok muhterem tutmak, perestiş
etmek, köle etmek, esir etmek, boyun eğdirmek, tâbi kılmak, hükmü
altına almak, ıslah etmek, tekâmül ettirmek, ilerletmek, işe yarar hale getirmek,
mûteber hale getirmek, kendini vermek manalarına gelmektedir.
• 191 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
‘Abede’ Kavramı
(‘abede) kavramının Kur’an’da çeşitli mânâları olup bunları şöyle sıralayabiliriz:
1) Bilmek
“Ben cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsinler diye yarattım.”389
Hâzin bu âyette geçen “liya’budûni” kelimesine, “liya’rifûnî=Beni bilsinler”
mânâsını vermektedir. Çünkü Allah, cin ve insanları yaratmasaydı, O’nun
varlığı bilinmeyecekti. Böylece Hâzin, Allah’a ibâdeti bilgiye dayandırmakta
veya bilgi ile kulluğu aynîleştirmektedir. Ona göre kulluk, bilmek demektir.
Muhammed Esed de aynı fikri savunmaktadır. Ona göre, bütün akıl
sahibi varlıkların yaratılmasındaki temel amaç, onların Allah’ın varlığını
tanımaları ve bundan dolayı kendi var oluşlarını bilinçli olarak O’nun irâdesi
ve planı ile uyumlu hale getirme isteği duymalarıdır.
İşte bu iki aşamalı tanıma ve isteme kavramlarıdır ki, Kur’an’ın “kulluk”
olarak tanımladığı şeye derin anlamını verir.
2) Birlemek, Tevhid
İbn Abbas’a göre Kur’an’da ibâdet kavramı, birlemek anlamına gelmektedir.
Tevhid inancı olmadan kulluk yerine getirilemez. Nesefî de İbn
Abbas’ın görüşünü naklederek, tevhid ile abd kavrammı birleştirmektedir.
Hâzin ile Nesefî’nin görüşlerini bir araya getirirsek şöyle bir sonuca varabiliriz:
Bilgiden kalkan ve tevhidde konaklayarak insanı Allah’a yaklaştıran
gönül oluşumuna, kulluk denmektedir. Demek ki kulluk için bir-mek, birlemek
için de bilmek gerekiyor.
389 51/Zâriyât, 56
• 192 •
Ahmed Kalkan
3) İtaat Etmek
İbn Abbas “ya’budu” kelimesine “yutî’u” mânâsını vermektedir. Kulluk
yapabilmek için itaat şarttır. İtaat edilmeyen varlığa kulluk edilmiş olmaz.
Demek ki insanlar ve cinler, Allah’ı bilmek, birlemek ve itaat etmek için
yaratılmışlardır. Bilgi, insanının uğruna yaratıldığı bir değerdir. Var olmanın
temelinde sadece Allah’a ibâdet etmek vardır. Bilgisiz, tevhidsiz ibâdetin
bir şeye yaramayacağı da bir gerçektir.
4) İbâdet Etmek
(abede), dini Allah’a has kılarak yapüıdığında ibâdet, Allah dışında bir
varlığa yapıldığında ise ‘şirk’ olduğu için tapınmak’ta. Fâtiha, 5. âyetteki
“iyyâke na’budu=yalnız Sana ibâdet ederiz” ifadesi, başka âyetlerde şöyle
geçmektedir: “Allah size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir.”
390; “Rabbin, sadece Kendisine kulluk etmenizi emretti.” 391
Fâtiha, 5. âyette başa gelen “iyyâke=sadece Sana” ifadesi, bu iki âyette
istisnadan sonra gelmektedir. Mana ağırlığı ve tahsisin vurgusu bakımından
aralarında hiçbir fark yoktur. Yusuf, 40 ve İsrâ, 23’te Allah emrederken,
Fâtiha, 5’te kul kendisi ifade etmektedir. Her üç âyetteki ifadenin amacı,
şirki dışarıda bırakıp, şirksiz bir ibâdetin yapılmasıdır.
Şirkten uzak bir kulluk veya ibâdet nasıl yapılabilir? Bu sorunun cevabını
şu âyetlerle verebiliriz: “De ki: ‘Ben, dini Allah’a hâlis kılarak O’na
ibâdet etmekle emrolundum.”392; “De ki: ‘Ben dinimde ihlâs ile ancak Allah’a
ibâdet ederim.” 393
Şirkten uzak bir ibâdet, dini Allah’a tahsis ederek, yani dininde ihlâs
sahibi olarak yapılan ibâdettir. Bu âyetler, Fâtiha, 5. âyetteki “iyyâke=sadece
Sana” demenin neyi ifade ettiğini açıklamatadır. “Sadece Sana” demek;
dini Allah’a tahsis ederek ve ihlâs sahibi olarak demektir. Bu tarz bir ibâdet,
tevhid inancının eyleme dönüşmesi, tek İlâh inancının davranışlara
yansımasıdır. Bütün davranışlarında Allah’ın yanında olduğunu hissetmesi
390 12/Yusuf, 40
391 17/İsrâ, 23
392 39/Zümer, 11
393 39/Zümer, 14
• 193 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
ve O’na yönelmesidir. Kulluğu güzelleştiren de bu tarz olan yöneliştir. İbadetteki
ihlâs ve dini Allah’a tahsis etme olgunluğu, sadece Allah’a yönelme
ile doruk noktasına çıkmaktadır. Kulluğun bu güzelliğini Allah şöyle ifade
etmektedir: “Biz Dâvud’a Süleyman’ı verdik. Süleyman ne güzel bir kuldu.
Doğrusu o, daima Allah’a yönelirdi.” 394
Dini Allah’a tahsis ederek ve sadece Allah’a yönelerek yapılan ibâdet,
şirki dışlayan ve insanı şirkten uzak tutan bir ibâdet olmaktadır. Allah, dini
Allah’a has kılarak ibâdet etmesini Hz. Peygamber’e niçin emretmiştir?
İnsanın başka varlıklara ibâdet etme ihtimali var mıdır? İnsanlar şeytana,
putlara ve kendi nefislerine tapınabilirler mi?
“Ey Âdemoğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmamnızdır,
demedim mi? Bana kulluk ediniz, doğru yol budur demedim
mi?” 395
Bu âyetlerin birincisi, şeytana tapılma ihtimaline karşı insanları uyarmaktadır.
Bu uyarısını, şeytanın insanların düşmanı oduğu gerçeğine dayandırarak
yapmaktadır. Doğru yolun sadece Allah’a ibâdet etmek olduğu
bilincini de vermektedir. Âyetlerin birincisi şirki yasaklıyor, ikincisi doğru
tapınmanın bilgisini veriyor. Ayrıca olumsuzdan olumluya giden bir metodla,
tapınmanın eğitimi veriliyor. Hem şeytana hem de Allah’a tapınmanın
imkânsızlığının bilinci kazandırılıyor. Bu bilinç verilmeden, Yalnız
Sana ibâdet ederiz ifadesinin gündeme gelmesi mümkün değildir.
“Hevâ ve hevesini tanrı edineni gördün mü?”396 Bu âyete göre insan, kendi
nefsini/ nevasını tanrı edinebilmektedir. İnsan aklını ve gönlünü nefsinin
emrine verirse, nefsini tanrı edinmiş olur. Demek ki sınırsız arzu ve
hevesler, insanın içindeki psikolojik yönelişi tam bir denetim altına alabilir.
Böyle bir denetim altında, bütün eylemlerimizi nefsin emirlerine göre yaparsak,
nefsi tanrı edinmiş oluruz. Nefsin kullan, beyin, gönül ve davranışlardır.
Şirkin kökleri, insanın nefsinden beslenmektedir. Terk edilmesi ve
farkına varılması en zor olan şirk, hevânın tanrı haline gelmesidir.
394 38/Sâd, 30
395 36/Yâsin, 60-61
396 45/Câsiye, 23
• 194 •
Ahmed Kalkan
Onun içindir ki kul “iyyâke na’budu=yalnız Sana kulluk ederiz” derken,
nefsini tanrı edinmekten de sıyrılmış olmaktadır. Kendi benliğini tanrı
edinmekten sıynlamayan insan bu ifadeyi kullanamaz. Şeytan ve kendi nefsinin
dışında kalan canlı ve cansız varlıklara, yani putlara tapınma ihtimâli
de vardır. Bu hususta pek çok âyet vardır:
“Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz’ diye cevap verdiler.”
397
“İbrahim’in şöyle dediğini hatırla: ‘Rabbim! Bu şehri güvenli kıl, beni ve
oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut.” 398
İnsan tabiattan herhangi bir varlığı tanrı edindiği gibi, kendi eliyle yaptığına
taptığı da olmuştur. Bazen tabiat olaylarının zararından korunmak
bazen de faydasını elde etmek için onlara tapınma yolunu seçmiştir.
Allah, tarihte insanların yaşadıkları şirkin çeşitlerini ve tonlarını bize
anlatarak, şirkin kötülüğüne karşı bilincimizi açmakta ve tevhid inancı için
gönlümüzde bir yer oluşturmaktadır. Çünkü şirkten temizlenmeyen gönüle
tevhid inancının girip yerleşmesi imkânsızdır. Böylece Allah, eğitime eskimeyen
bir metod kazandırarak, yanlışlardan temizlenmeyen bir beyin ve
gönüle, doğrulan kazandırmanın ve yerleştirmenin imkânsızlığına dikkat
çekmiştir. Bir demirin pasını silmeden oraya boya sürülürse, o boya tutmayacak
ve kısa zamanda içindeki pası kusacaktır. İnsanın gönlündeki şirk
pasını silmeden oraya tevhid inancının boyasını sürmek kalıcı olmayacaktır.
Zamanla o pas kendini dışa vurup, boyayı yok edecektir. İşte bu gerçeğe
dikkat ederek hareket etmek, din eğitiminin ana metodlarından biri olmalıdır.
399
397 26/Şuarâ, 71
398 14/İbrahim, 35
399 Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c. 1, s. 136-138
• 195 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
İbâdet; Kalıp ve Kalbin, Tüm
Organların Allah’a Yönelmesidir
Bazı insanlara göre ibâdet, kuru bir inanç kabul edilirken, bazılarına
göre de sadece belirli hareketleri yapmaktan ibâret sanılmaktadır. Bazıları
insanlara iyilik yapmanın ibâdet yerine geçeceğini düşünüyor. Bazıları kalp
temizliğinin yeterli olduğunu (bunun ibâdet yerine geçeceğini) söyleyip
kendini kandırıyor. Yine bir kısım insanlar, Allah’a ibâdetin gâyesini tam
olarak anlayamadıklarından, yaptıkları ibâdetlerinde, ya şuursuzca davranırlar,
ya da ibâdeti dünyevî fayda açısından değerlendirirler. Bütün bunların
yanında, pek çok insan da, Allah’ın ve O’nun dininin dışında birtakım
varlıklara, sistemlere ibâdet ederek onlara kul olmuştur.
İbâdeti, sadece dış görünümündeki şekillerde değerlendiren kimseler,
ibâdetlerde titiz davranmayı, ilk anda bir nevi dar görüşlülük yahut şekilcilik
olarak kabul edebilirler. Ancak, daha derin ve etraflıca düşünülüp araştırılırsa,
pek çok gerçeklerin farkına varmak mümkün olur. İbâdet, Allah
ile her an ilişki kurmaya bir vâsıtadır. İbâdet, ruhun ve bedenin ölçülü ve
disiplinli bir hale gelişini sağlar. Güzel ahlâkı yansıtan hareketleri içeren,
ruhumuzun Allah’a yabancılaşmasını önleyerek O’nu bize unutturmayan,
ibâdettir.
İnsanın, ruhundaki gizli duygularını dışa vurmak için, zâhirî şekilleri
kullanma eğilimi vardır. Bu gizli duyguları anlatmak için, zâhirî şekillere
başvurmadan insan, ruhî duygularını tatmin edemez. Duygularını bu şekillerle
ifadelendiren insan, hissen ve ruhen bir bütünlük kazanır. Bu haliyle
de rahat edip huzura kavuşur.
İslâm dini, bütün ibâdet kurallarını bu fıtrî esas üzerine kurmuştur. Bunun
için işi, ne sadece içten gelen niyetlere, ne de ruhî duygulara terk etmemiş,
aksine ibâdetlere ait yönelişlerde, dış ile içi (zâhir ile bâtını) tam bir
uyum içerisine sokarak huzur ve mutluluk temin edilmiştir. Bu cümleden
olmak üzere mü’min, namazda kıbleye yönelir, hacda belirli bir yerde ihrama
girer, bir kıyafete bürünür, orucunu tutarken yemez, içmez... Böylece
her ibâdetiyle bir hareket, her hareketiyle de bir ibâdet icrâ eder. İslâm dini
bu yöntemiyle nefsin zâhiri ile bâtınını birleştirip, kuvvetler arasını denkleştirir.
Bunun sonucunda kendi mefkûresine uygun olarak insan fıtratına
tam bir uyum bahşeder.
• 196 •
Ahmed Kalkan
İbâdet, Fıtrattır
İslâm dini, yeryüzüne getirdiği bütün gerçekçi kurallarla, insan fıtratında
mevcut olan ibâdet duygusunu, en doğru bir şekilde geliştirerek bu ihtiyaca
cevap verir. Böylece el ile tutulup gözle görülen veya gizli bir kuvvetin
varlığını, değişik varlıklarda görerek onlara tapanları da yanlış inançlardan
ve tapınmalardan kurtarır. Bu özelliğinden dolayı Allah’tan başka ilâh kabul
etmek suretiyle putlara tapan bir toplumda, bu yanlış inancı ve ibâdet şeklini,
bir daha dirilmeyecek şekilde tarihe gömen tek din İslâm’dır. İnsanları,
hür irâdeleriyle Allah’a yönelten, onların birbirlerine kul köle olmalarını
önleyen, onları her türlü yanlış tapınmalardan kurtarıp Allah’a götüren hiç
şüphesiz bu hayat nizamı olan İslâm’ın kendisidir. İslâm’ı benimseyip ona
mensup olanların belirgin özellikleri vardır. Bunların en önemlilerini şöylece
belirtebiliriz: Allah’ın varlığına, birliğine, tek ilâh olduğuna inanmak.
O’ndan gelen bütün hükümlerin gerçek ve doğru olduğunu kabul etmek.
Allah’ın bildirdiği İlâhî hükümler doğrultusunda yaşayarak Allah’a ibâdet
etmek ve O’na kul olmak. Rasûlün ahlâkı ile ahlâklanmak.
Allah’ı tek rab bilerek O’na kulluk etmek, insanı tevhid inancına ve bu
inancın gereğine götürür. Bu iman ve şuura sahip olan insanlardan oluşan
bir toplum, yeryüzündeki her çeşit şirk odaklarını dağıtır.
Din, sadece vicdanlara hapsedilen kuru bir inanç değildir. Aksine
din, bütün hayatı kapsayan, hayatî olaylar arasındaki bağı temin ederek
bütün yaşayışı en köklü ve sağlam esaslara bağlayan İlâhî bir nizamdır.
Bu nizam, Allah’ın birliği esasına dayanır. İnsanî ilişkilerin en sağlamı bu
inançtan doğar. Yine bu inanç insanlık hayatının her alanına ışık tutar.
Kur’an’a müracaat edilerek incelendiği zaman, ibâdetin, insan hayatının
tümünü kapsayan bir terim olduğu anlaşılır. Sadece belirli hareketleri ve
işleri ibâdet kabul edip, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümleri
ve bunları uygulamayı ibâdet kabul etmemek, Kur’an’daki ibâdet anlayışına
ters düşer. İbâdet, bir şekil ve formaliteden ibâret de değildir. Aksine, bir
din edinme, bir sisteme bağlanma ve günlük hayatta yaşanan bir doktrine
uyma meselesidir. Bu özelliklerinden dolayı Kur’an’da en çok önem verilen
bir konu olmuştur.
• 197 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
İslâm, başlangıçtan nihâyete kadar, ibâdeti hayata yaymayı en büyük
gaye edinmiş bir dindir. İslâm’ın siyasî ve iktisadî nizamında, ceza hukukunda,
medenî ve aile hukukunda ve bu dinin içine almış olduğu diğer konularda,
başka bir hedef yoktur. Kur’an’ın gaye olarak tayin ettiği bu hedefe,
insanlar, ancak Allah’ın hükümlerine uygun olarak yaşadıkları zaman ulaşabilirler.
Günümüz insanları, ibâdetin, Allah’ın koyduğu bütün emirleri kapsadığı
gibi, kişiyi Allah’a yönelten her hareketi, her işi de içine alan bir terim
olduğunu bilmelidirler. İnsanoğlu, kalbini Allah’a yönelttikçe hayatında
yaptığı her hareketin ibâdet haline dönüşmesi mümkündür. İslâm dini, Allah’ın
varlığını ve birliğini beyan etmeye çok büyük önem vermiş, hiçbir
yönden şirk şâibesi taşımayan bir ibâdet esası ortaya koymuştur. Bunun
için hiçbir varlığın, tüm varlıkların yaratıcısı gibi olamayacağını ısrarla belirtmiştir.
Yine İslâm, yaratıcı ile yaratılmışlar arasındaki bağın gerçeğini
de belirtmeye özen göstermiştir. Her varlık gibi, insanla Allah arasında da
bir bağın var olduğunu, bunun da “ulûhiyet” ve “ubûdiyet” esaslarından
ibâret bulunduğunu kesinlikle belirtmiştir. İşte bu gerçek, Kur’an’da şöyle
ifade edilir: “Allah’a ibâdet edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yok.”400 Bütün
peygamberlerin kesinlikle belirttiği gerçek: “Allah’ın tek bir ilâh olduğu ve
O’na ibâdetle kulluk edilmesi”dir.
Her asırda olduğu gibi günümüzde de her türlü şüphe ve bilgisizlikten
kurtulmak için, bu gerçeğin aydınlık esaslarına sarılmak yeterli olacaktır.
Çünkü insan şuurunun istikrarı, düşünce ve davranışın doğruluğu, Allah’ın
bütün âlemlerin tek Rabb’i; tüm yaratıkların da O’nun kulu olduğu gerçeğinin
kavranmasına bağlıdır. Allah ile olan alâkada, insanların hepsinin eşit
olduğu da kesinlikle bilinmelidir. Hiç biri O’nun ilâhlığına ortak değildir,
olamaz. Bundan dolayıdır ki, İslâm’da, kulluğun tabii belirtisi olan takvâ ve
amel-i sâlih (iyi işler)den başka bir şeyle, Allah’a yaklaşmak, hiçbir insan
için mümkün değildir.
Doğruyu kabullenmenin ve doğru olmanın biricik yolu, bütün insanların
tek ma’bud olan Allah’a yönelmeleri ve O’na kulluk etmeleridir. İnsanlığın
huzur ve mutluluğu, hâkimiyeti Hûdutsuz, saltanatı ebedî olan Allah’a
yönelmededir. İşte, insanların Allah’a karşı durumu budur.
400 7/A'râf, 59
• 198 •
Ahmed Kalkan
Allah yaratan, insanlar ise diğer varlıklar gibi yaratılandır. O rabdir.
İnsan ise kuldur. Allah’a kul olmak, insanı kullara kulluktan kurtarır. Allah’a
kulluktan kaçınanlar kendileri gibi kulların kulu olurlar, ya da nefislerinin,
arzu ve isteklerinin kulu durumuna düşerler. Bazıları “vatandaş”
vb. sıfatları süslü göstererek “kul” kavramını (Allah’a kulluğu) aşağılamaya
çalışıyorlar. Bunlar, câhil ve gâfil kâfirlerdir.
Tarihin çeşitli dönemlerinde olduğu gibi, günümüzde de bir kısım insanlar,
yaratıklardan herhangi birine bütünüyle bağlanarak onun huzurunda
öyle tapınmalar yapıyorlar ki, bütün şuurlarını o tapınmaya bağlayarak
ilerisini göremez oluyorlar. Hak ma’budu ve hakiki ibâdeti unutturan, onları
şirke düşüren kötülüğün kaynağı, Allah’tan başka varlıklara tapmak,
onların koyduğu kurallara uyarak onlara ma’bud ve ilâh muâmelesi yapmaktır.
Yeryüzünün her çeşit putları, haksız ve bâtıl ma’budları hep bu tür
düşünce, davranış ve his sonucu ortaya çıkmıştır. Fakat şu bir gerçektir ki,
bütün mevcûdiyetini fânilere, Allah’tan başka varlıklara ve O’nun dininin
dışındaki sistemlere bağlayanlar, tehlikeye adaydırlar. Sadece Allah’a ibâdet
edilmelidir. Çünkü ibâdet O’nun hakkıdır. Allah’a ibâdet edenlerdir ki,
O’ndan başkasından korkmaz ve ümit etmezler de sadece O’na kul olurlar.
Gönüller Allah’tan başkasına bağlandığı zaman insanlar korku kaynağı ile
ümit kaynağını ayrı ayrı görürler. O zaman bir de bakarsınız ki bir tarafta
dilber sevgi ma’budları, diğer tarafta da kahraman korku ma’budları dizilmiştir.
İkisi arasında kalan zavallı insan, bu hal içinde çırpınır, tapınır
ve bunu da bir ibâdet sanır. Yaratıklardan hiç biri rab olamaz. Her şeyin
mutlak Rabbi Allah’tır. O’na ibâdet edilmelidir. Çünkü ibâdet ve ubûdiyet
Allah’ın hakkı, insanın da vazifesidir.
Günümüzde birtakım insanların, hevâ ve heveslerini, her türlü menfaat
ve çıkarlarını kendileri için ilâh edindiklerini görmekteyiz. Kur’an, Allah’ın
İlâhî dinini bırakarak, değişik arzu, istek ve menfaatlerini, davranışlarının
tek kaynağı yapan ve böylece bunları put mevkiine çıkarıp hevâ ve
hevesinin kölesi olan insanları, hayret verici bir canlılıkla ortaya koyuyor:
“Gördün mü o kimseyi ki, hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinmiş...”401 Yani,
gerçeği kabul etmemiş, düşünememiş, keyfi ne isterse onu ma’bud edinmiş,
böylece kendi zevkinin sevdasına düşmüş. Çünkü hevâ ve diğer nefsî duy-
401 45/Câsiye, 23
• 199 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
gular, gözü kör, kulağı sağır ederek kalbi hissiz bırakır. Bu duruma düşen
kişi, âlim de olsa ilmine rağmen gerçeği duyamaz olur.
Kur’an’ın, bu canlı tasviri karşısında, artık her insan, neye ibâdet ettiğini
ve kimin kulu olduğunu kendisi anlayabilir ve anlamalıdır. Şunu unutmamalıdır
ki, gerçek kulluk, her türlü bâtıl din ve ma’budlardan kaçınıp sadece
Allah’a yönelmek demektir. Çünkü insan, Allah’ı ma’bud tanıyıp O’na
kulluk yapmak için yaratılmıştır. İşte yaratılış sebebi. Allah’tan başkasına
sarf edilen ömürler, kaybedilmiş demektir. İbâdet, kulun kendi isteğine bırakıldığı
için, ihtiyârî (seçme özgürlüğü olan) işlerdendir. Ancak her insan,
Allah’a ibâdetle yükümlüdür. İrâdesini Allah’a yönelterek hareket eden kişi
sâlih kullardan olur. 402
İbâdetin ruhu ve şartı, tevhid ve ihlâstır. Allah’ın birliğine iman etmedikçe
O’na ibâdet edilemez. Allah’a gerçekten ibâdet edenler de O’ndan
başka ma’bud tanımazlar. Allah’tan başkasını O’na ortak koşarak tapmak
ise Allah’ı tanımamaktır. Din, tevhid ve ihlâsla Allah’a ibâdet etmekten ibârettir.
Gerçekten de insanoğlunun maksadı ne ise, ma’bûdu da odur. Allah,
kendisinden başka ilâh olmayan tek bir İlâh olunca her türlü ibâdetin
sadece O’na yöneltilmesi tabiî ve mantıkî sonuç olmaktadır. İbâdet konusu
direkt olarak akîde konusuna bağlıdır. Akîde, bu dinde vicdan içinde gizlenmiş,
sınırları belli olmayan yüzeysel bir şey değildir. Her düşüncede, her
eylemde kendisini gösteren bir potansiyeldir.
Allah, insanlara ibâdet edecekleri belirli yollar çizmiştir. Bu yollarda
ruhun yeri vardır; kalbin huşûsunda, tevâzu ile Allah’a itaatte... Aklın yeri
vardır; Allah’ın yarattıkları ve O’nun âyetleri hakkında tefekkürde... Bedenin
yeri vardır; kıyamda, rükûda, secdede, oturuşta, çeşitli yönlerden itaatle
hareketlerde... Böylece ibâdet, Allah’ın sevdiği ve râzı olduğu insanın bütün
hayatını kuşatan bir iş olur. “De ki: şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim,
hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir.” 403
Câhiliye döneminde de görülmüştür ki, akîde sapınca, zarûrî olarak
ibâdet de sapıyor. Ancak akîde düzgün olunca ibâdetin sahih konumuna
oturması mümkün oluyor. Çeşitli sebeplerden ötürü akîde ve ibâdet konusunda
sapmalar oldu.
402 Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Dingünü İbâdet, Bir Y., s. 126
403 6/En'âm, 62
• 200 •
Ahmed Kalkan
Haddinden fazla ta’zim (büyükleme) belli bir şahsa veya cisme yönelme
kalbin âfetlerinden bir âfettir. Zamanla ta’zim kutsamaya, sevgi de ibâdete
dönüşüyor. Yalnızca sevgi ve ta’zim bir sapma değildir. Fakat sevgi ve
ta’zimde aşırılık, kutsamaya götüren, derken ibâdete ileten bir sapma oluyor.
İbâdet konusunda câhiliyenin sapmasını İbn Abbas (r.a.) açıklarken,
Kur’an’da geçen Vedd, Suvâ, Yeğûs, Yeûk ve Nesr putları hakkında der ki:
“Bunlar, Nuh kavminin sâlih adamlarının isimleridir. Bunlar ölüp gidince
şeytan onların kavmine ‘bunların heykellerini meclislerinize dikin ve o
heykellere bunların adlarını verin’ diye fikir verdi. Onlar da bunu yaptılar
ve amaçları bunlara tapınmak olmadığından ibâdet etmediler. Fakat bu nesiller
ölüp gidince ve bunların o kişilerin hâtıralarını canlı tutmak için heykellerinin
dikildiği bilgisi silinip yok olunca geriden gelen nesiller bunlara
tapmaya başladılar.” 404
Beşeriyet, hâlâ bu sapmanın değirmeninde dönüyor ve bu onları şirk
türlerinden bir türe sokuyor. Putlara tapmanın şekillerinde değişmeler olsa
da putperestlik kaybolmamıştır. Bereket umarak türbelere el sürmeyi, kesin
kabul olur inancıyla türbenin yanında duâ etmeyi, türbede yatandan
yardım istemeyi, ölü veya diri beşerden sıkıntıları için imdat dilemeyi, bez
bağlayıp mum dikmeyi, türbenin etrafında tavaf eder gibi dönmeyi... ibâdet
konusunun neresine koyacağız? Kutuplara, abdallara Allah’ın, kendi
mülkünde tasarruf yetkisi verdiğine, bu nedenle mürid şeyhinden şefkat ve
merhamet isteyip tazarrûda bulunursa işleri şeyhin müridin yararına çevireceğine
ve onu tehlikeden koruyacağına, kabirdeki sorulara şeyhin müridi
yerine cevap vereceği anlayışına ne isim verilmeli?
Arap yarımadasının müşrikleri şöyle diyorlardı: “Biz, bunlara bizi Allah’a
daha fazla yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz.”405 Yani, biz bunların
zatları için değil; fakat onların Allah katındaki itibarları için ibâdet ediyoruz
diyorlardı. İslâm, beşer ile Rabbi arasındaki bütün aracıları kaldırmak
ve kul ile Rab arasındaki direkt bağı kurmak için geldi.
404 Buhârî
405 39/Zümer, 3
• 201 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Rabbiniz (şöyle) buyurdu: Bana duâ edin, size icâbet edeyim.”406 “Kullarım
Beni sana soracak olursa, işte Ben pek yakınım. Bana duâ ettiği zaman
duâ edenin duâsına cevap veririm.”407 İslâm, dini sadece Allah’a ait kılmak
için geldi.
İbâdet, Hayatın Tüm Alanlarını Kuşatır
İbâdet, hayat yolunun bütünüdür. Namaz, oruç gibi ibâdetler, insanın
azığını ikmal ettiği, enerji depolanan istasyonlardır. Azık bittikçe ve yolcu,
önündeki istasyona her uğrayışında yeni bir enerji ve azık aldığı duraklardır
namazlar, oruçlar. Bu dinde ibâdet anlayışı ve yolu geniş kapsamlıdır;
insanların ibâdet diye isimlendirmekte birleştikleri birtakım taabbudî sembollerle
sınırlı değildir. Bu semboller -bütün önemlerine rağmen- farz kılınan
ibâdetin sadece bir parçasıdır. “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım,
ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm ortağı olmayan Rabbu’l âlemîn Allah
içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur.”408 Namaz ve kurban, sembolleri temsil
ediyor; fakat gaye bundan daha büyüktür. Gaye ölünceye kadar hayatın tümünün,
hatta bizzat hayatın, ortağı olmayan Allah’a yöneltilmiş bir ibâdet
olmasıdır. Yani ibâadet; her ânı, her işi, her fikri, her duyguyu kapsıyor.
“Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım.”
(51/Zâriyât, 56) Cinlerin ve insanların yaratılış hedefi Allah’a ibâdete hasredildiğine
göre, hayatın bütününü ölünceye kadar sadece şeklî farzlar doldurabilir
mi? Bu, ancak ibâdetin hayatın her yönünü kapsaması durumunda
gerçekleşir. Bu da bilfiil İslâm’da vardır. Şeklî ibâdetler namaz da olsa, zekât,
oruç veya hac da olsa, belirli bir süreyi kapsar. Ya da kişi nâfilelerle bu süreyi
arttırabilir. Fakat hayatın bütün alanını dolduramaz. Bu şekilde ancak
Allah’ın nurdan yarattığı melekler ibâdet edebilir.409 Yoksa insanoğlu bütün
vakitlerini klasik ibâdetlerle geçiremez. İnsanın usanan bir bedeni, dağılan
bir aklı vardır. Bu yüzden usanmaksızın gece-gündüz Allah’ı tesbih edemez.
Zaten Allah da onu bununla mükellef kılmamıştır. Allah, her kişiye ancak
gücünün yettiğini yükler. Allah onu bu yapıda yaratmıştır; onun gücünün
sınırlarını biliyor, güç yetiremeyeceği şeyi teklif etmiyor.
406 40/Mü'min, 60
407 2/Bakara, 186
408 6/En'âm, 162-163
409 21/Enbiyâ, 20; 66/Tahrîm, 6
• 202 •
Ahmed Kalkan
Bununla beraber, onun bütün hayatı Allah için olmalıdır. Zira Allah,
onu sadece ibâdet için yaratmıştır. Peki, bu, istenilen ibâdetler sadece şekilsel
ibâdetlerde kalırsa gerçekleşebilir mi? Bu, ancak ibâdetin mânâsının
genişleyip yeryüzündeki insanın bütün eylemlerinin ona dâhil olmasıyla
gerçekleşir. Bu da her türlü amelin tevhide bağlanıp, tevhidin de bütün gerektirdikleriyle
hayat tarzı olduğunda mümkündür.
Siyaset ibâdettir... Allah’ın şeriatını tatbik olduğunda, yeryüzü gerçeklerine
göre Rabbânî adâlet tatbik olduğunda, insanları tek bir ilâha kulluk
ettirdiğinde, tâğutlardan kurtarıp hürriyete kavuşturduğunda siyaset ibâdettir.
İktisadî dinamizm ibâdettir... Para, helâl kazançtan elde ediliyorsa; para
ve mal biriktirilip, bunlarla hayra dâvet ve şerle savaş oluyorsa; kazanılan
para temiz işlere harcanıyorsa o meşrû iş, iktisadî birikimler ve para ibâdettir.
Sanat etkinlikleri de ibâdettir... Meşrû olan sanat türleriyle Hakka dâvet
ve kötülüklerle savaş olduğunda, Rabbânî anlayış gereğince yeryüzünü
îmar ve Allah isminin yüceltilmesi için insanları çalışmaya ve güzele teşvik
ettiğinde.
Kısaca, Rasûlülllah (s.a.s.)’ın ibâdetin insan hayatındaki büyük küçük
her şeyi kapsadığını öğretmek için buyurduğu gibi “hatta eşinin ağzına
koyduğu bir lokma bile” ibâdettir.
Bütün ibâdetler, dünya ve âhireti beraber hedefleyen bir iştir. İster klasik
ibâdet tanımı içine giren semboller olsun, ister insanın icra edip yürüttüğü
hayatî faâliyetler olsun.
İbâdetleri ma’bedlerle sınırlamayan bir dinin, temel buyruklarının yanında,
gülümsemeyi, sevmeyi, çalışmayı, ticareti, yeme-içmeyi, kızmayı,
ağlamayı, yürümeyi, nefes almayı, sevişmeyi, yani hayatın kendisini ibâdet
haline getirmesine neden hayret etmeli? İlâhî sınırlar korunduğu zaman
hayatın her birimi gerçek kimliğini kazanır. Bu kimlikle açılır cennetin kapıları.
• 203 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Hıristiyanlar sadece kiliselerde ibâdet edebilirler. İslâm dışındaki hemen
her din de, ibâdeti, tapınmayı kendi mâbedlerine has kılar. Günümüzdeki
farklı tapınmalar için de bu geçerlidir: İnsanların ibâdet ihtiyacını tatmin
için arenalar, stadyumlar, müzikholler, türbeler, anıtlar, anıtmezarlar
inşâ edilmiş, insanlar tapınmak için belirli vakitlerde buralarda sevdikleri
uğruna kendilerinden geçmekte, ayılıp bayılmakta, huşû içinde tapınmaktadırlar.
Hatta bu sahte ilâhların önünde kendinden geçen insanlardaki
huşû ve gönülden bağlılık nice müslümanın namaz gibi en önemli ibâdetinde
bile yok.
Müslüman, ibâdet etmek için mutlaka mescid ve câmi aramaz; Her
yerde ibâdetini yapabilir. Tüm arz mesciddir müslüman için. “Benim için
yer(yüzü) tertemiz ve mescid kılındı. Namaz vakti gelince, kişi bulunduğu
yerde namazını kılar.”410 “Mescidlerimiz işgal altında!” demiş olsak, bazılarımızın
aklına yalnız İsrail işgali altındaki Mescid-i Aksâ gelecek. Veya Allah’ın
değil; tâğutların emrinde memur olan bazı bel’amların güdümündeki
mescidler (Aslında nice câmiler, devlet dairesi haline gelmekte, hatta kiliseleştirilmekte,
nice imamlar papazlaştırılmakta veya bel’amlaştırılmakta).
Ama bizim kastımız, daha geniş; Evet, mescidlerimiz işgal altında ve putlarla
dolu. Yeryüzü mescidi, putlardan, tâğutlardan ve putçu düzenlerden
temizlenme çabası olmadıkça müslümanların ibâdetleri sıhhatli olmaz ve
gerçek ibâdet, gerçek kurtuluş gerçekleşmez. “Mescidler Allah’a aittir. Orada
Allah ile beraber bir başkasına dâvet, duâ etmeyin.” 411
Bazı insanların sandığı gibi, ibâdet sadece âhiret için değildir. Zira bu
din, dünya hayatındaki insanın işini ıslah etmek için de inmiştir. Akîdesini
olsun, şeriatını olsun, ibâdetini olsun, onun dünyadaki her şeyini düzene
koymak için gelmiştir.412 Bundan dolayı bu dinde dünya ile âhiret her konuda
birbirine bağlıdır. İnsanlar, dünya hayatında çalışan organları, âhirete
bağlı kalpleriyle dinin gölgesinde yaşarlar. “Şüphesiz namaz, fahşâdan (her
çeşit aşırılık ve ahlâksızlıktan) ve kötülükten men’ eder.”413 Dünyada kötülüklerden
menediyor, âhirette ise mükâfat var. Mü’min, Allah rızâsı için namaz
kılar. Aynı zamanda fahşâdan, fuhuştan ve kötülükten de alıkonarak dünya
hayatını ıslah etmiş olur.
410 Buhârî, Salât 56; Müslim, K. Mesâcid 4
411 72/Cin, 18
412 Bak.57/Hadîd, 25
413 29/Ankebût, 45
• 204 •
Ahmed Kalkan
Orucun farz kılındığını bildiren âyetin sonunda da “umulur ki korunursunuz”
denilir.414 Dünyada korunup (takvâ sahibi olup), yeryüzünde
hayatınızı ıslah edersiniz, âhirette ise mükâfata erişirsiniz. Zekâtın emredildiği
âyetlerde415 geçen temizleme, çoğaltıp arttırma, zenginin fakire bağışlaması,
zekâtın belirlenen sınıflara dağıtılması dünyada yapılır; âhirette
ise mükâfat vardır. Hacc sûresi, 27-28. âyetlerde belirtilen maslahatlar da
böyle. Böylece ibâdet aynı anda hem dünya, hem de âhiret için oluyor.
Bir başka yönden Lâ ilâhe illâllah’a bütün gerektirdikleriyle yapışan bir
müslümanın hayatında âhiretten kopuk sadece dünya için bir amel yoktur.
Hatta insanların sadece bedenî, hatta hayvanî, sadece dünyalık gördükleri
cinsel ilişki bile buna dâhildir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s.) buyuruyor ki:
“Sizden herhangi birinizin cimâ yapmasında sevap vardır.” Dediler ki: Ey
Allah’ın Rasûlü! Bizden herkes eşine ona duyduğu şehvetten dolayı gider,
böyleyken nasıl ona sevap olur? Cevaben buyurdu ki: “Ne dersiniz, şâyet
harama gitseydi günah olmayacak mıydı? İşte, helâle gittiğinden ona sevap
vardır.”416 Bu sebeple eşler arasındaki sevişmeler bile aynı anda hem dünyevî,
hem de uhrevî bir iş (yani ibâdet) oluyor. 417
Allah’a İbâdet
Allah’a ibâdetin anlamı: Kur’an’da 82 âyette “Allah’a ibâdet”ten söz edilmiştir.
İnsan, Allah’a ibâdet için yaratılmıştır.418 Bütün peygamberler, insanları
Allah’a ibâdet etmeye dâvet ettikleri gibi,419 kendileri de O’na ibâdet
etmişlerdir.420 Kur’an’da hem “ey insanlar” hitâbıyla,421 hem de “ey mü’minler”
hitâbıyla422 Allah’a ibâdet etmek emredilmiş ve ibâdetin ihlâsla,423 hiçbir
şeyi ortak koşmadan yalnız Allah’a yapılması istenmiştir.424 Allah’a ibâdetten
bahseden âyetlerdeki ibâdet kavramı, genel olarak tevhid, itaat, duâ, Allah’ı
414 2/Bakara, 183
415 9/Tevbe, 60, 103; 70/Meâric, 24-25
416 Sahih-i Müslim
417 Mehmet Kubat, Kur'an'da Tevhid, Şafak Y., s.132 ve 164
418 51/Zâriyât, 56
419 2/Bakara, 83; 3/Âl-i İmrân, 64; 5/Mâide, 72...
420 13/Ra'd, 36; 21/Enbiyâ, 73; 39/Zümer, 11, 14
421 2/Bakara, 21
422 22/Hac, 77
423 98/Beyyine, 5
424 4/Nisâ, 36
• 205 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
bilmek, O’na boyun eğmek, iman etmek ve sâlih amel işlemek anlamlarını
ifade eder.
Kur’an’da ibâdet kavramı; Allah’ın varlığını ve birliğini ikrar etmek,
peygamberlerine ve peygamberleri ile gönderdiği İlâhî vahye iman etmek,
O’na boyun eğerek itaat etmek, İslâm’ın helâl ve haram, emir ve yasak bütün
hükümlerini tatbik etmek, Allah’ın râzı olduğu şeyleri yapmak ve hükmüne
râzı olmak, nimetlere şükretmek, musibetlere sabretmek, insanların haklarına
riâyet edip onlara şefkat ve merhamet etmek anlamlarını ifade eder.
Buna göre Kur’an’da ibâdet kavramı; iman, ahlâk, namaz, oruç, hac,
zekât, cihad, evlenme, boşanma, helâl-haram, miras, ticaret, ahde vefâ,
yemin, keffâret, ukubat... kısaca Kur’an’ın başından sonuna kadar bütün
hükümlerini uygulamayı, emir ve yasaklarına riâyeti, sınırlarını korumayı
içine alır.
Fıkıh Usûlü kitaplarında Kur’an hükümlerinin itikad, ibâdet, ahlâk,
muâmelât, ukubat şeklinde kısımlara ayrılması, anlatımı kolaylaştırmak
içindir. Yoksa, ahlâkî ve amelî hükümler, “ibâdet” kavramının mânâlarından
tamamen ayrı demek değildir. Çünkü Kur’an’ın amelî ve ahlâkî bütün
hükümlerini uygulamak, Allah’a kulluk etmektir. Bu itibarla Kur’an hükümlerinin
hepsi “ibâdet” kavramına dâhildir. Uygulama itibarıyla ibâdetleri
dört kısma ayırabiliriz:
İman, ihlâs, niyet, tefekkür, mârifet, sabır, takvâ, havf ve recâ gibi kalbî/
bâtınî ibâdetler,
Namaz, oruç, zikir, tesbih, tehlil, tekbir, tahmid, duâ, insanlara iyi muâmele,
ana-babaya iyilik, sıla-i rahim gibi vücut organlarıyla yapılan ibâdetler,
Zekât, sadaka, fakirlere ve yakınlara her çeşit yardım, Allah yolunda
infak gibi mal ve servetle yapılan ibâdetler,
Hacca gitmek, malı ve canı ile Allah yolunda cihad etmek gibi hem mal,
hem de bedenle yapılan ibâdetler.
• 206 •
Ahmed Kalkan
Allah’ın yapılmasını istediği şeyleri yapmak da, yasakladığı şeylerden
kaçınmak da Allah’a kulluk etmektir, ibâdettir. Çünkü ibâdetin temel anlamı,
Allah’a boyun eğerek itaat etmektir. İtaat de iki şekilde olur: Emirlere
uymak ve yasaklardan kaçınmak.
Namaz, Tüm İbâdetler İçin Prototiptir
Kelime-i şehâdet, oruç, hac, zekât gibi İslâm’ın rükûnları hep namazda
mevcut. Namaz, bir tevhid ve şehâdet eylemidir. Namaza çağrılırken şehâdetler
haykırılır; namazın içinde şehâdet kelimeleri vurgulanır. Okunan
duâ ve âyetler hep şehâdet kelimesinin açılımlarıdır. Namazda yeme içme
olmaz; namazda oruçluyuzdur. Zekât, namazda mevcuttur: Ömrün, vaktin
zekâtı namazla yerine getirilir. Hac, Kâbe’yi ziyaretle gerçekleşir; namazda
da Kâbe’ye yönelinir. Namaz hacdır; namaz miractır. Namaz duâdır; Namaz
zikirdir. Namaz Kur’an okumak; namaz Allah’la konuşmaktır. Kâinat
kendi halleriyle namaz kılmaktadır. Meleklerin bazısı devamlı kıyamda,
bazısı rükû ve secde halinde ibâdet etmekteler. Dağlar, namazdaki kıyam
halinde dimdik durmaktalar. Bitkiler, ağaçlar secde halindeler; ağaçlar, başları
ve ağızları sayılan kökleriyle topraktan gıda almaktadırlar; Bitkilerin
de kökleri, yani başları yerdedir. Hayvanlar rükû halinde iki büklüm eğik
yaşamaktalar. İnsanın namazı ise, bütün yaratıkların ibâdetini kendisinde
toplamaktadır. Namaz, aynı zamanda tekbir, tesbih, hamd, şükür, zikir,
Kur’an kıraâatı gibi hemen tüm ibâdet çeşitlerini de içermektedir.
Hayatımızın her safhası namaza benzemeli. Namazdaki ruh ve heyecanı
namaz dışına taşımalı, her eylemimizi namaz gibi, bizi Allah’a yaklaştıran
gerçek ibâdete çevirmeliyiz. Bu anlayış, namazın da, gerçekten ikame edilen
namaz olmasını sağlar. İnsanı kötülük ve fahşâdan alıkoymayan namaz,
hadis-i şerifteki ifadeyle, yarın paçavra gibi suratımıza çarpılabilir. Allah’ın
böyle bir namaza ihtiyacı olmadığı hadiste belirtilmektedir. Namazın bizim
günlük hayatımıza yön veren, bize ihtiyacımız olan teçhizatı, mühimmatı
sağlaması gerektiği “huşû” ve “ikame” ifadeleriyle de vurgulanır. İkame etmek,
namazı ayağa kaldırmak, dosdoğru kılmak demektir. Namazı ikame
etmekle, hayatımızdaki kötülükler de kalkacak, aynı şekilde tüm eylemlerimiz
de namaza benzeyecektir.
Ashâb da böyle değerlendirdi namazı. Peygamberimiz, vefatına yakın
şiddetli rahatsızlığında kendisi cemaatin önüne geçip imamlık yapamadığı
• 207 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
zamanlar, Hz. Ebubekir’i namaz kıldırmak için görevlendirdi. Sonra devlet
başkanı seçiminde ashâb bu olayı dikkate alarak “değil mi ki Peygamberimiz
namazda Ebubekir’i başımıza geçirdi; namaz gibi olması gereken
hayatımızda da o başımıza geçmeli” dediler. Onlar dini böyle anlamışlardı.
Sadece namaz değildi ibâdet olan. Ve namaz prototip ibâdetti. O yüzden
namazdaki imamlığa “imâmet-i suğrâ” (küçük imamlık); devletin başındaki
imamlığa (başkanlığa/önderliğe) “imâmet-i kübrâ” (büyük imamlık)
denilir. Bu olay da göstermektedir ki, hayatımızdaki davranışlarımız namazın
mesajına benzerken; liderimiz, devlet başkanımız da imama benzemeli;
imamda aranan şartlar yöneticide de aranmalı. İmam, namazda
yanıldığında öncelikle imama yakın olanlar, değilse cemaatin fertlerince
usûlüne uygun nasıl uyarılması gerekirse, her konumdaki liderler ve yöneticiler
de öyle uyarılmalı.
Allah, en güzel biçimde yarattığı ve yeryüzünde halife yaptığı, bütün
yaratıklardan üstün kıldığı, göklerde ve yerde ne varsa hepsini hizmetine
sunduğu ve sayısız nimetler verdiği insanı, kendisine ibâdet etmesi için yaratmıştır.
İnsanın bu görevini yerine getirebilmesi için ona akıl, fikir ve kabiliyet
vermiştir. Peygamberler ve kitaplar göndermek suretiyle bu görevini
nasıl yapacağını da bildirmiştir. Allah, insanı ibâdet etmesi için zorlamamakla
birlikte, ısrarla kendisine ibâdet etmeyi emretmiş, ibâdet edenlere
mükâfat, etmeyenlere ise ceza vaad etmiştir.
Herhangi Bir Eylem Nasıl İbâdet Olur?
Bir eylemin Allah’a ibâdet olabilmesi için şu özelliklerin bulunması
gerekir: İnanç, meşrûiyet, usûl ve niyet.
Bir fiilin ibâdet olabilmesi için iman başta gelen şarttır. İkinci şart ise,
o yapılan işin tâat cinsinden olması lâzımdır. Çünkü ibâdet kelimesi itaat
anlamına gelir. Yani dinin yapılmasını güzel gördüğü bir emir veya meşrû
gördüğü mubah bir iş olması gerekir. Üçüncü şart ise, yapılan işin Allah’ın
istediği, Rasûl’ün uyguladığı biçimde yapılması gereğidir. Dördüncü şart
da niyettir. Allah’ın rızâsı için yapılması, bir meşrû işi ibâdet seviyesine çıkarır.
Allah’a yaklaşmak ve O’na itaat etmek gibi yüksek gayeler, bir eylemi
ibâdete dönüştürür.
• 208 •
Ahmed Kalkan
İmansız ve ihlâssız amel, ibâdet olmaz; böyle bir ibâdet boşa gider.425
Haramlar, dinin yasakladığı eylemler, hiçbir zaman Allah’a ibâdet olmaz.
Yapılan meşrû eylemin usûlü (metodu) da önemlidir. Meselâ, namazı Allah’ın
istediği tarzda, Peygamberimiz’in kıldığı şekilde değil; başka şekilde
kılarsak, o, ibâdet olmaktan çıkar. İbâdette niyet şarttır. Peygamberimiz
(s.a.s.), “Ameller, ancak niyetlere göredir.”426 buyurmuştur. Bu nedenle Allah’a
kurbet ve itaatten başka bir maksatla yapılan fiiller, “ibâdet” olmaz. Meselâ
niyetsiz aç durmak oruç değil, niyetsiz Kâbe’ye gitmek de hac değildir.
Allah’tan Başkasına İbâdet
Kur’an’da 53 âyet-i kerimede “Allah’tan başkasına ibâdet”ten söz edilmiştir.
Allah Teâlâ, cin ve insanları kendisini tanıyıp ibâdet etmeleri için
yaratmıştır.427 Fakat, imtihanın gereği olarak onları bu konuda zorlamamıştır.
Bu sebeple cin ve insanlardan, bir tek ilâh olarak Allah’ı tanıyıp kabul
edenler ve sadece O’na ibâdet edenler olduğu gibi; canlı ve cansız varlıkları
Allah’a ortak edip onlara ibâdet edenler de vardır. Allah, ilk insan Âdem
(a.s.)’den itibaren insanlara elçiler ve kitaplar göndermek sûretiyle cin ve
insanları Allah’tan başkalarına ibâdet etmemeleri konusunda uyarmıştır.
“Andolsun Biz, her ümmet/toplum içinde Allah’a ibâdet edin, tâğut(a ibâdet)
ten kaçının diye bir peygamber gönderdik. Onlardan kimine Allah hidâyet
etti, onlardan kimine de dalâlet hak oldu.” 428
Allah’tan Başka Tapılan Varlıklar: Allah’tan başkasına tapanlar, sadece
cinler ve insanlardır. Tapılanlar, yani mâbud, rab ve ilâh edinilen varlıklar
ise; ibâdet kavramının geçtiği âyetlerde Allah’tan başkaları,429 Allah’tan başka,
insanlara fayda ve zarar vermeye gücü yetmeyenler,430 işitmeyen, görmeyen
ve insanlara hiçbir şey kazandırmayanlar,431 Allah’tan başka tapınılan
putlar/evsân,432 heykel şeklindeki putlar/asnâm,433 sahte tanrılar/ilâhlar,434
425 5/Mâide, 5
426 Buhârî, Bed'ül-Vahy 1, Itak 6, Talak, 11, İman, 23; Müslim, İmâre 155
427 51/Zâriyât, 56
428 16/Nahl, 36
429 6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 104...
430 5/Mâide, 76; 10/Yûnus, 18
431 19/Meryem, 42
432 29/Ankebût, 17
433 14/İbrâhim, 35; 26/Şuarâ, 70, 71
434 43/Zuhruf, 45
• 209 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
heykeller,435 tâğut,436 şeytan,437 ataların taptığı şeyler,438 Allah’a ortak koşulanlar,
439 cinler,440 insanlar,441 melekler,442 Allah’tan başka dost tutulanlar,443
Allah’tan başka ilâh diye isimlendirilen putlar,444 kâfirlerin taptığı şeyler,445
elle yontulup yapılanlar446 olarak zikredilmişlerdir.
Allah’tan Başkasına İbâdetin Anlamı: Allah’tan başkasına ibâdet; insan,
cin, melek, şeytan, atalar, liderler, hükümdarlar, bilginler, veliler, sâlih
kişiler gibi canlı ve cansız varlıkları ilâh ve rab kabul etmek, onlara Allah’a
isyan konusunda itaat etmek, boyun eğmek, duâ edip yalvarmak, kurban
kesmek, kulluk etmek, secde etmek, eğilip saygı göstermek, Allah yerine
mâbud edinilen kimselerin emir ve yasaklarına, helâl ve haramlarına, prensip
ve sistemlerine uymak anlamlarına gelir.
Allah’tan başkasına ibâdet etmek, Allah’ın varlığını kabul etmemek
anlamına gelmez. Kur’an’ın indirildiği zaman Mekke müşrikleri Allah’ın
varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlar, ama bir tek ilâh
olduğunu kabul etmiyorlardı. Kendilerini Allah’a yaklaştırır ve şefaatçi olur
ümidiyle ilâhlara tapıyorlardı. Kur’an’da bu husus, şöyle bildirilmektedir:
“...Allah’tan başka evliyâ (dostlar) edinen kimseler, biz bunlara sırf bizi Allah’a
yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz (demektedirler).”447 “Hâlbuki insanı
Allah’a yaklaştıran iman ve sâlih ameldir.”448 “Allah’ı bırakıp kendilerine zarar
da fayda da vermeyen şeylere ibâdet ediyorlar ve: ‘Bunlar, Allah katında bizim
şefaatçilerimizdir’ diyorlar...”449 Demek ki Allah’a ibâdet edebilmek için
Allah’ın varlığını, yeri göğü yaratttığını, rızık verdiğini kabul etmek yeterli
değildir. Allah’ı bir tek ilâh olarak kabul etmek, O’ndan başka canlı ve cansız
hiçbir varlığa tapmamak ve tâğutu reddetmek demektir.
435 21/Enbiyâ, 53
436 5/Mâide, 60; 39/Zümer, 17
437 36/Yâsin, 60; 19/Meryem, 44
438 11/Hûd, 62, 87, 109; 14/İbrâhim, 10
439 10/Yûnus, 28
440 34/Sebe', 41
441 23/Mü'minûn, 47
442 34/Sebe',40; 43/Zuhruf, 19-20
443 39/Zümer, 3
444 12/Yûsuf, 40
445 37/Sâffât, 161
446 37/Sâffât, 95
447 39/Zümer, 3
448 34/Sebe' 37
449 10/Yûnus, 18
• 210 •
Ahmed Kalkan
Putlara, Heykellere İbâdet
İnsanlara Fayda ve Zarar Vermeyen, İşitmeyen, Görmeyen Putları ve
Heykelleri İlâh Edinmek ve Onlara İbâdet Etmek: Kur’ân-ı Kerim’in andığı
şirk çeşitlerinden birisi, putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır.
Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda
mütâlaa edilebilirler:
1- İnsan, hayvan veya bunların karışımı bir şeklin; içinde bir sembolü,
bir ruhu, bir örnekliği temsil ettiği anlayışıyla ağaç, taş ve madenden yapılarak,
temsil ettiği varsayılan sembolün kutsanması biçimindeki putçuluk.
Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen
veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir.
Birinci maddede ele aldığımız putçuluk olayında putlar, tapanların nazarında
tabiat üstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için, putperestler
bu güç ve kuvvetin, tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu
bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsânesi vardır.
Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu vs. yi temsil
eder.
İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre, putperestlik İslâm’dan önce
Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir ki, Arabistan’da putçuluğun
tüm çeşitleri olmakla beraber, daha çok birinci kısımda anlatmaya
çalıştığımız putperestlik yaygındı.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara ibâdet etmenin kötülüğünü
en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna,
yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini aşılama sadedinde delil üstüne delil
sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de,
bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır.” 450
“De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz (iyi bilin ki) ben,
sizin Allah’tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem. Yalnız sizi öldürecek
450 37/Sâffât, 95-96
• 211 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
olan Allah’a ibâdet ederim. Bana mü’minlerden olmam emredildi.”451 Âyette
geçen “Allah’tan başkasına ibâdet” , putlara duâ etmek ve yalvarmak anlamındadır.
Nitekim peşinden gelen âyette, “Yüzünü Allah’ı birleyici olarak
dine çevir ve müşriklerden olma!”452 denildikten sonra, “Allah’tan başka sana
ne fayda, ne de zarar vermeyecek olan şeylere yalvarma/duâ etme. Eğer böyle
yaparsan, o zaman sen zâlimlerden (müşriklerden) olursun.”453 buyrulmuştur.
“De ki: (Ey müşrikler!) Ben, Allah’tan başka yalvardıklarınıza ibâdet etmekten
men olundum.”454 Bu âyetteki “duâ”ya, “ibâdet” anlamı verilebilir.
Bu takdirde ibâdet, ilâh kabul ederek putlara saygı göstermek anlamını ifade
eder. Putlara ibâdet, ister musibet ve sıkıntılı anlarda onlara yalvarmak,
duâ etmek; ister ilâh diye ta’zim göstermek olsun, neticesi aynıdır. Böyle bir
davranış şirk,455 hak yoldan sapmak ve hidâyete erenlerden olamamaktır.456
Allah’tan başkasına tapanlar cahil kimselerdir. “Ey cahiller! Allah’tan başkasına
ibâdet etmemi mi bana emrediyorsunuz?” 457
Kur’an’da Allah’tan başkasına tapılanlar, insana zarar ve faydası dokunmayan,
458 rızık vermeyen,459 insan eli ile yapılan,460 işitmeyen ve görmeyen,461
bir şey yaratamayan,462 insanların ilâh diye isimlendirdikleri boş isimler,463
uydurma tanrılar,464 heykeller465 ve putlar466 olarak nitelendirilmişlerdir.
İbrahim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki: “Sizin şu karşısında durup
ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), ‘Babalarımızı onlara
ibâdet eder bulduk’ dediler. (İbrahim), ‘Doğrusu siz de, babalarınız da apaçık
451 10/Yûnus, 104
452 10/Yûnus, 105
453 10/Yûnus, 104
454 6/En'am, 56; 40/Mü'min, 66
455 6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 18
456 6/En'âm, 56
457 39/Zümer, 64
458 10/Yûnus, 18
459 16/Nahl, 73
460 37/Sâffât, 95
461 19/Meryem, 42
462 46/Ahkaf, 4
463 53/Necm, 23; 12/Yûsuf, 40
464 37/Sâffât, 86
465 21/Enbiyâ, 52
466 14/İbrâhim, 35
• 212 •
Ahmed Kalkan
bir sapıklık içine düşmüşsünüz’ dedi. (...) İbrahim (a.s.), büyük bir put hâriç
diğer putları kırdı. Kavmi, putların kırıldığını görünce, ‘Bunu ilâhlarımıza
kim yaptı? Muhakkak bunu yapan zâlimlerden biridir’ dedi. (...) (İbrahim’e),
‘Ey İbrahim! Bu işi ilâhlarımıza sen mi yaptın?’ dediler. İbrahim, ‘Hayır, işte
şu büyükleri yapmış. Onlara sorun, eğer konuşurlarsa’ dedi. (...) (Kavmi), ‘Ey
İbrahim! Sen de bilirsin ki, bunlar konuşmazlar’ dedi. Bunun üzerine İbrahim,
‘Siz Allah’ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi ibâdet
ediyorsunuz? Size ve Allah’tan başka taptıklarınıza yuh olsun. Akıllarınızı
kullanmıyor musunuz? (dedi.)”467 “Ey babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve
sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere niçin ibâdet ediyorsun?’ dedi.” 468
Kendi elleriyle yapıp ilâh diye adlandırdıkları469 heykellerin (temâsîl),
insanlara elbette faydası ve zararı olmaz. Bu sebeple heykelleri ilâh edinip
onlara saygı göstermek, yalvarmak, onlardan medet ummak, ahmaklık ve
akılsızlıktır. Allah’tan başkalarına, uydurma ilâhlara, putlara ve heykellere
tapanlar, kendilerini felâkete sürüklemiş, dünya470 ve âhirette Allah’ın
azâbını hak etmiş olurlar.471 Kendisinden başkasına ibâdet edenlere, “Siz ve
Allah’tan başka ibâdet ettikleriniz cehennemin odunusunuz. Siz oraya (cehenneme)
gireceksiniz”472 uyarısını yapan Yüce Allah, “Allah’tan başka dilediğinize
ibâdet edin!”473 diyerek müşrikleri tehdit etmiştir. 474
Allah’tan başka ibâdet edilenler, kıyâmet günü kendilerine ibâdet edenleri
inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır. “(Müşriklerin taptıkları
ilâhlar), onların ibâdetlerini inkâr edecekler ve onlara düşman/karşı olacaklardır.”
475
“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!” diyor
şâir. İnsanların kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere ibâdet etmeleri;
onları Allah katında kendilerine şefaatçi ve yardımcı olur, kendileri-
467 21Enbiyâ, 52-54, 58-59, 62-63, 65-67
468 19/Meryem, 42
469 14/İbrâhim, 35
470 11/Hûd, 109
471 21/Enbiyâ, 98
472 21/Enbiyâ, 98
473 39/Zümer, 15
474 37/Sâffât, 22-34
475 19/Meryem, 82; 46/Ahkaf, 6
• 213 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
ni azaptan korur inancı ile ilâh edinip tapmak, saygı göstermek, duâ edip
yalvarmak, sıkıntı anlarında onlara sığınmak anlamlarını ifade etmektedir.
Put, sadece Arapların câhiliye döneminde taptıkları basit ve alelâde
şekillerden veya özellikle Hz. İbrahim döneminde olduğu gibi, muhtelif
câhiliye sistemlerinde tapınılan taştan, tunçtan, tahtadan heykellerden
ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibâret
değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah’a şirk koşmanın bütün boyutlarını
kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak
ve Kur’an’daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak,
oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamayız. Kur’an’ın
evrensel boyuttaki ve zamanlar üstü mesajını kavrayamayız. Kur’an’ın en
büyük problem olarak gördüğü şirk, kıyâmete kadar hemen tüm toplumlarda
olabilecek tüm tevhid dışı kutsama ve tapınma özelliklerini kapsar.
Kur’an’a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah’ın dışında hayatının
amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir. Bu putları hayatın amacı
kılmak da Allah’a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir. Fakat insanları
kendilerine fayda ve zararı olmayan taş, ağaç, maden vs. şeylere ibâdete
sevkeden sebepler nelerdi? İnsanlar niçin putlara tapmışlar ve tapmaya devam
ediyorlar? Bu konuda Kur’an şu âyetlerde bu sorulara cevap vermektedir:
39/Zümer, 3; 10/Yûnus; 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 39/Zümer,
44; 30/Rûm, 13.
Tâğuta İbâdet
“Andolsun biz, her millet içinde: ‘Allah’a ibâdet edin, tâğuttan kaçının’
diye bir elçi gönderdik.”476 Bu âyette “tâğut”, ibâdet konusunda Allah’ın karşısına
konulmuş ve ondan kaçınılması emredilmiştir. Şu âyette ise, tâğuta
ibâdetten sakınan ve Allah’a yönelen kimsenin müjdelenmesi istenmiştir:
“Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var.”477 Şu
âyette de, tâğuta ibâdet edenler şiddetle kınanmaktadır: “De ki: Allah katında
yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah’ın lânetlediği
ve gazap ettiği, aralarından maymun, domuz ve tâğuta tapanlar çıkardığı
kimseler; işte onların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır.”
478
476 16/Nahl, 36
477 39/Zümer, 17
478 5/Mâide, 60; Ayrıca, tâğutu reddetmek konusunda Bak. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 16/Nahl, 36.
• 214 •
Ahmed Kalkan
Nedir tâğut? “Tâğut” kelimesinin kökü “tuğyan”dır. Tuğyan, isyanda
haddi aşmak, azmak, zulmetmek, sapmak, ölçüsüz şekilde hareket etmek,
büyüklenmek anlamlarına gelir. Tâğut; şeytana, putlara, Allah’tan başka
tapılan her varlığa, insanı azdıranlara, insanları haktan ve hidâyetten saptıranlara,
hayır yolundan men edenlere, haddi aşanlara, küfür ve dalâlette
önderlik edenlere, gaybdan haber verdiğini ileri süren kâhinlere/medyumlara,
insanların Allah’a ibâdet etmelerine ve İslâm’ı yaşamalarına engel olanlara
denir. Put olsun, ağaç olsun, insan veya hayvan olsun, Allah’tan başka
tapınma konumunda olan her şey; kanunlarında Allah’ın dinine karşı sınırı
aşan zâlim yönetici ve Allah’ın indirdiği hükümlerin gayrisiyle hükmeden
idareci; İslâm şeriatına uymayan bütün metod, düşünce, fikir, ideoloji, pozisyon,
âdet, gelenek ve görenekler tâğut kapsamına girer. Ayrıca tâğuttan
hoşnut olup ona bağlanan, tâğuta kulluğa çağıran, tâğutun dâvet ettiği şeye
sahip çıkan da kendi sapıklığı içinde tâğuttur.
Kur’ân-ı Kerim’de tâğutla ilgili bütün âyetleri dikkate aldığımızda şu
sonuca varırız: Kulu Allah’a kulluktan, dinde ihlâslı olmaktan, Allah ve
Rasûlüne itaatten alıkoyan ve çeviren her şey tâğuttur. Tâğut; hakkı ezmeye
çalışan, Allah’ın kulları için çizdiği sınırları çiğneyen her kimse veya her
nesnedir. Allah ile bağlantısı olmayan her program ve Allah’a bağlanmayan
her çeşit düşünce, sistem, edep ve alışkanlık; otoritesini Allah’ın sisteminden
almayan her idare, Allah’ın otoritesine, ulûhiyetine ve hâkimiyetine
düşman olan her şey tâğuttur. 479
Allah’a isyan konusunda herhangi bir kimseye itaat eden kişi, o kimseye
ibâdet etmiş olur ve bu itaat edilen kimse tâğuttur. Mevdûdi, tâğut kelimesini
şöyle izah eder: “Tâğut, Allah’a karşı azan, isyan eden, kulluk haddini
aşarak kendisi için ulûhiyet ve rubûbiyet iddiâsına kalkışan her şahıs, zümre
ve idareye denir. Tâğut, Allah’a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü
üstünlük, otorite, başkanlık veya komutanlıktır. Tâğut, mülkünde hükmünü
yerine getirir; kullarını zorla, aldatmakla yahut kötü yollarla kendine
itaate çağırır. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi
ve ona tapması tâğut için bir ibâdettir. 480
Kur’an’a göre tâğut; Allah’ın, dininin, elçisinin ve kitabının karşısına
konulan, Allah yerine tapılan, İslâm’ın hükümleri, emir ve yasakları, helâl
479 Muhammed Kutub, Lâ İlâhe İllâllah, Ravza Y., s. 109
480 Mevdudi, Kur'an'a Göre Dört Terim, s. 66 ve 84
• 215 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
ve haramları yerine ikame edilen, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in yerine önder
seçilen, Kur’an düşüncesi, inanç ve hayat tarzı yerine başka düşünce, inanç,
hayat ve yönetim biçimi koyan, hayata geçiren, bunlara öncülük eden ve
uyulan her insanın, her sistemin ortak adı ve sembolüdür.
Buna göre tâğuta ibâdet, Allah’tan başka şeytan, insan, önder, kâhin
gibi canlı ve cansız varlıklara, Allah’a isyan anlamına gelecek şekilde itaat
etmek, boyun eğmek, Allah’ın hükmü yerine Allah’tan başkalarının hükümlerini
kabul edip isteyerek uygulamak demektir ki bu, insanı şirke,
küfre götürür.
Günümüzde, kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca
giden bazı kimselerin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri,
sadece Allah’a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen
bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları,
işaretleri, bayrakları, gelenek ve görenekleri yücelttikleri ve bu sayılan değerler
uğruna mallarını, namuslarını, ahlâklarını fedâ ettikleri, böylece bu
değerlere kulluk ve ibâdet ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun ortaya
koyduğu nefsanî, şehvanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve
şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatını onların istekleri doğrultusunda
yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış
olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın şeriatına
tamamen zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik
ettikleri de inkâr edilemez. Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi?
Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan
en küçük çapta ayrılmayanlar, Allah’ın Kitabına ve Rasûlünün sünnetine
kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına
kulak verenlerden daha iyi putperest olur mu? Bunlar apaçık müşrik olduklarını
kendileri bile ilân ediyorlar. Bu tür insanlar; ister namaz kılsın, ister
oruç tutsun, ister haccetsin ve isterse sabahlara kadar Allah diyerek tesbih
çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan
kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz;
onlar tevbe edip, her türlü puta ve tâğuta kulluk/ibâdetten vazgeçmedikleri
müddetçe... 481
481 Mehmet Kubat, a.g.e. s. 138
• 216 •
Ahmed Kalkan
Bir kimse tâğutu reddetmedikçe gerçekten iman etmiş sayılamaz. Tevhid’in
şartı, Allah’a imandan önce tâğutları reddetmek, onları tanımamaktır.
Bu durum, Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir: “Artık kim tâğutu reddedip
Allah’a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur.” 482
Bilginlere ve Din Adamlarına İbâdet
Allah’a şirk koşmanın bir çeşidi de Allah’ın izin vermediği alanlarda
insanlara itaattir. Oysa ibâdette esas olan Allah’a itaat, Peygamberine itaat
ve müslümanlardan olan emir sahiplerine itaattir.483 Ne var ki, insanoğlu,
çoğu zaman kendi cinsinden olan beşerden bazı kimselerin birtakım üstün
özelliklere sahip olduklarını düşünerek onları rab konumuna getirmiş ve
böylece onlara ibâdet etmiştir.
Kur’ân-ı Kerim, yahûdi ve hıristiyanların, ulûhiyet ve rubûbiyet makamına
Allah’tan başkasını koyarak kullukta ona yöneldiklerini, oysa itaat ve
ibâdetin sadece Allah’a has kılınması gerektiğini şöyle dile getiriyor: “(Ehl-i
kitap), bilginlerini ve râhiplerini Allah’tan ayrı rabler edindiler. Meryem oğlu
Mesih’i de (rab edindiler). Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah’a ibâdet
etmeleri emredilmişti. O’ndan başka tanrı yoktur. O, onların ortak koştukları
şeylerden münezzehtir.”484 Yahûdi ve hıristiyanların, bilginlerini ve râhiplerini
rab edinmeleri, onlara ibâdet etmeleridir. İbâdetleri ise, onların,
Allah’ın haram kıldığı şeyleri helâl, helâl kıldığı şeyleri haram kılmalarını
kabul edip itaat etmeleridir. Yahûdi ve hıristiyanlar, Allah’ın emrine, hakkın
hükmüne değil; onların irâdelerine tâbi oldular; onlara Allah’a tapar gibi
taptılar. Hatta Allah’ı bırakıp onlara taptılar. Allah’ın emrine, Kitabın sözüne,
hakkın gerektirdiğine açıktan açığa muhâlif olan hususlarda Allah’a
isyan ettiler; onların arzularına ve emirlerine itaat ettiler. Allah’ın haram
kıldığı şeyleri, onların emriyle helâl kıldılar. Allah’ın “yapmayın” dediği
şeyleri yaptılar; “yapın” dediğini yapmâdilar. Bunun hilâfına onların emir
ve yasaklarına, hevâ ve heveslerine tâbi oldular. 485
482 2/Bakara, 256
483 4//Nisâ, 59
484 9/Tevbe, 31
485 Elmalılı, IV, 2511; Bu konuyla ilgili olarak Adiy b. Hâtem'le ilgili hadis için Bak. Tirmizî, Tefsir 10
• 217 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Buna göre âyetteki râhipleri ve bilginleri rab edinip ibâdet etmek, Allah’ın
helâlini haram, haramını helâl saymaları konusunda onlara itaat etmek
anlamına gelmektedir. Yoksa onlar, bilginleri için oruç tutuyor, namaz
kılıyor değillerdi. Demek ki herhangi bir insanın, ister bilgin olsun ister
yönetici, Allah’ın emir ve yasağına, helâl ve haramına ters düşen emir ve
hükümlerine gönülden katılmak, onu hüküm/kanun koyucu olarak kabul
etmek, ona itaat ederek Allah’ın hükmüne muhalefet etmek; onu Allah’tan
başka rab edinmek ve ona ibâdet etmek demektir.486 “Yaratıcıya isyan etme
konusunda yaratılana itaat edilmez.”487 Hakkı bâtıl, bâtılı hak yapmaya çalışanlar,
ilim haysiyetinden yoksun birer tâğutturlar. Bu şekilde davranışlar,
şirk, küfür ve Allah’tan başkalarını rab edinmek ve onlara tapmaktır.488 Allah’ın
kitabına yetki tanımaksızın helâl ve haram sınırlarını belirleme yetkisini
kendisinde görenlerin nefislerini ilâve rab ittihaz ettiklerini ve onlara
kanun koyma yetkisi tanıyanların da onları rabler edindiklerini yukarıdaki
âyet ve hadislerden öğrenmiş oluyoruz.
Kur’an’ın on dört asır önce getirdiği en büyük prensiplerden biri de,
hangi makam ve mevkide olursa olsun, insana değil; yalnız Allah’a ibâdet
edilmesi prensibidir. İslâm, beşeriyeti saâdete erdirmek, zulmü ortadan
kaldırmak, inSana kulluk etmeye sevkeden istismarı yok etmek yolunda
birleşilmesi gerekli olanı belirterek yahûdi ve hıristiyanlara bakın nasıl hitap
ediyor: “De ki: Ey Kitap ehli, gelin aramızda birleşebileceğimiz bir kelime
üzerinde toplanalım: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim. O’na hiçbir şeyi
ortak koşmayalım. Bazımız bazımızı Allah’tan başka rabler edinmeyelim!” 489
Kur’ân-ı Kerim, kula kulluğu ortadan kaldırmak ve sadece Allah’ kulluğu
tesis etmek üzere gönderilen Kitap olduğu için, insanların Allah’ı bırakıp
hemcinslerinden olan insanlara ibâdet/kulluk etmesini önlemek amacıyla
çeşitli deliller serdetmiş, bu konuda geniş açıklamalar yapmıştır:
“Hiçbir insana yaraşmayacak/yakışmayacak bir şey varsa, Allah’ın kendisine
Kitap, hikmet ve nebîlik vermesinden sonra onun insanlara: ‘Allah’ı
bırakın da bana kul olun’ demesidir. Tam aksine o; ‘Kitabı öğrendiğiniz ve
okuduğunuz yönüyle Allah’a kul olun’ der. O, size: ‘melekleri ve peygamberi
486 Elmalılı Tefsiri, Eser Y., IV, s. 2512
487 Buhâri, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 39, 46
488 Elmalılı, IV, s. 2513, 2514
489 3/Âl-i İmrân, 64
• 218 •
Ahmed Kalkan
ilâh edinin’ diye emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size hiç imansızlığı
emreder mi o?”490 İstisnâsız bütün peygamberler: “Ey kavmim, Allah’a ibâdet
edin; sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur.”491 buyurmuşlardır.
Tarihe ibret nazarıyla baktığımız zaman çok değişik ve çeşitli şirk görüntüleri
içerisinde insanların bazı bilge kimseleri veya kimi peygamberleri
ilâh kabul ettiklerini görüyoruz. Meselâ, bazı kimseler tarafından peygamber
olduğu iddia edilen ve en azından yüce vasıflara sahip bilge bir kimse
olduğu herkesçe kabul edilen Buda, sağlığında ilâhlık iddia etmemiş, bilâkis
insanları Allah’ı tek ilâh edinmeye çağırmış olduğu halde, tâbîleri onu
ölümünden sonra ilâh edinmiş ve ona tapmışlardır.
Aynı şekilde Hz. İsa (a.s.) sağlığında kendisinin, Allah’ın kulu olduğunu
ilân etmiş ve insanları da sadece Allah’a kul olmaya çağırmış olduğu halde,
vefatından hemen sonra, bizzat kendi kavmi tarafından ilâh kabul edilerek
Allah’a şirk koşulmuştur. İslâm bu tür bir sapıklığın önüne geçmek için deliller
getirmiş ve bunun şirk olduğunu her fırsatta vurgulamıştır. Kur’an,
kullara kulluğu ortadan kaldırarak yeryüzünde hâkimiyeti sahte ilâh ve
rablerin elinden çekip alarak sadece Allah’a vermek için delil üstüne delil
getiriyor ve bu noktanın son derece önemli olduğunu insanlara ısrarla vurguluyor.
492
Şeytana İbâdet
Yüce Allah, insanlara şeytana ibâdet etmemelerini, kendisine ibâdet
etmelerini emretmektedir: “Ey Âdemoğulları! Ben size, ‘Şeytana ibâdet etmeyin.
Zira o, sizin için apaçık bir düşmandır. Bana ibâdet edin. En doğru
yol budur’ diye tavsiye etmemiş miydim?493 Şeytana ibâdet, vesvese verdiği,
süslü gösterdiği şeylerde ve Allah’a isyan olan konularda kendisine itaat ve
ittibâ etmektir. Allah, insanlara, “şeytanın adımlarına uymayın.”494 “Çünkü
490 3/Âl-i İmrân, 79-80
491 7/A'râf, 59, 65, 73, 85; 12/Yûsuf, 40; 11/Hûd, 1-2; 16/Nahl, 36
492 M. Kubat, a.g.e. s. 132
493 36/Yâsin, 60-61
494 2/Bakara, 168, 208
• 219 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
şeytan, insana apaçık bir düşmandır.”495 “Onu düşman edinin.”496 buyurmuştur.
Kur’ân-ı Kerim, ister insanlardan olsun, isterse cinlerden, tüm şeytanların497
insanları şirke düşürdüğünü bizlere hatırlatır. Sebe’ kraliçesi hakkında
bilgi edinmeye gönderilen Hüdhüd, Hz. Süleyman’a döndüğünde
şunları haber verir: “Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini
gördüm. Şeytan, onlara işlerini süslemiş de onları doğru yoldan çevirmiş,
bu yüzden yola gelemiyorlar.” 498
Kur’an, şeytanın insanlar üzerinde, onların irâdelerini ortadan kaldıracak
bir güce sahip olmadığını, ancak insanların şirk koşmaları ve böylece
onların sapmaları noktasında vesvese verdiğini açıkça bildirmiştir. “Görmedin
mi biz kâfirlere şeytanları gönderdik, onları oynatıp duruyorlar.”499
“Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü gösterdi.”500 “O
(şeytan)lar bunlar (insanlar)ı yoldan çıkardıkları halde, bunlar doğru yolda
olduklarını sanırlar.” 501
Şeytan, insanlara fuhşu ve münkeri emreder.502 İnsana vesvese verir.503
İnsanlar arasında kin ve düşmanlık tohumları saçar.504 İnsanlara, yaptıkları
kötülükleri süslü gösterir.505 Boş şeyler vaad eder.506 Gerçekleri unutturur.507
Tuzak kurar.508 İnsanı saptırmak ister.509 Onu doğru yoldan meneder.510 Bu
sebeple insanın, şeytanın vesvesesine aldanıp ona uymaması gerekir; uyarsa
ona ibâdet etmiş olur.
495 17/İsrâ, 53
496 35/Fâtır, 6
497 6/En'âm, 112
498 27/Neml, 24
499 19/Meryem, 83
500 6/En'âm, 43
501 43/Zuhruf, 37
502 2/Bakara, 268; 24/Nûr, 21
503 7/A'râf, 20; 20/Tâhâ, 120
504 5/Mâide, 91
505 6/En'âm, 43; 8/Enfâl, 48)
506 4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64
507 6/En'âm, 68
508 4/Nisâ, 76
509 4/Nisâ, 60
510 27/Neml, 24; 29/Ankebût, 38
• 220 •
Ahmed Kalkan
Kur’an’da içki, kumar, putlar, heykeller, şans okları, talih oyunları, şeytanın
işi olarak ifade edilmiştir.511 Demek ki, Allah’ın haram kıldığı, yasak
ettiği şeyleri yapanlar, şeytana itaat etmiş olmaktadırlar. Kur’an, bu itaati,
şeytana ibâdet olarak ifade etmiştir. İbrahim (a.s.), babasına: “Ey babacığım!
Şeytana itaat etme; çünkü şeytan, Rahmân’a isyan etmişti”512 demiştir.
İnsanı, Allah’tan başkasına, putlara ve benzeri şeylere ibâdet etmeye ve onları
şirke, küfre ve isyana teşvik eden, şeytan ve şeytanlaşan insanlardır. Âsî
kimseye itaat eden, âsîdir. Şeytana ve küfrü, şirki ve kötülükleri emredenlere
itaat edenler, Allah’a isyan etmiş, şeytana ibâdet etmiş olurlar.
Şeytana ibâdet konusunu açıklamaya çalışırken, satanizmden, yani direkt
olarak şeytana tapınma dininden uzunca bahsetmeyi, toplumu çok az
ilgilendirdiği için gereksiz görüyoruz. Yeni dinler edinerek, bunalımlarına
güya çözüm arayan, düzenin ve toplumun kurbanı bazı marjinal gençlerin,
yenilik ve moda olsun, değişiklik olsun diye, düzen ve toplum şeytanından;
gerçek şeytanın kucağına sığınıp ona sahiden tapınmaya yöneldiklerini
gözlüyoruz. Satanizm denilen bu şeytan severlik ve kötülükçülüğün aslında
pek de yeni bir din olduğu da söylenemez. Özellikle Suriye topraklarında
günümüze kadar varlığını devam ettiren Yezidîlik de bir satanizmdir.
Cinlere İbâdet
Cinler, Allah’ın kendisine ibâdet etmeleri için dumansız saf ateşten yarattığı
varlıklardır.513 İnsanlar gibi ibâdet ve isyan edebilme yeteneğine sahiptirler.
Bu sebeple müslüman ve kâfir, sâlih ve fâsık olanları vardır. Zaten
İblis de cinlerdendir.
Sebe’ sûresinde cinlere ibâdetten söz edilmiştir: “O gün, kâfirlerin hepsini
mahşere toplar, sonra meleklere, ‘Bunlar size mi ibâdet ediyorlardı?’ der.”514
Bu soruya melekler, “(Ey Rabbimiz!) Seni tenzih ederiz. Onlar değil; Sen
bizim velîmizsin. Hayır, onlar (bize değil) cinlere ibâdet ediyorlardı. Çoğu
onlara iman eden kimselerdi.”515 şeklinde cevap vermişlerdir. Cinlere ibâdet,
511 5/Mâide, 91
512 19/Meryem, 44
513 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 15
514 34/Sebe', 40
515 34/Sebe' 41
• 221 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
onlara sığınmak, korkulardan, mal ve canların kaybından onlara ilticâ etmek
ve onlardan yardım talep etmektir. Âyette geçtiği şekliyle cinlere iman
ise, muhafaza ve sığınma hususunda onların gücüne inanmaktır.516 “İnsanlardan
bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı, cinler de onların
azgınlıklarını artırırlardı.”517 Bu âyet, insanların cinlere ibâdetlerinin, onlara
sığınmak olduğunu ortaya koymaktadır.
Yüce Allah, sadece kendisine ibâdet edilmesini emretmiş, kendisinden
başkalarına ibâdet edilmesini şiddetle menetmiştir. Ancak, imtihan gereği
olarak, insanları ve cinleri bu konuda zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve
insanlardan, Allah’a ibâdet edenlerin yanında, O’nun dışındakilere ibâdet
edenler de vardır. Allah’tan başkalarına ibâdet; sadece putlara, heykellere,
ateşe, aya, güneşe, mezara tapmaktan ibâret değildir. Kur’an’ın hilâfına hareket
eden insanların buyruklarını isteyerek kabul edip bunları uygulamak
da Allah’tan başkalarına ibâdet etmektir. Allah’tan başkalarına ibâdet, şirk
ve küfürdür. 518
“(Ey Rabbim,) Ancak Sana ibâdet eder, ancak Senden yardım isteriz.” 519
“Ey kâfirler tapmam sizin taptıklarınıza... Sizin dininiz size; benim dinim
bana!” 520
“Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Hâlâ akıllanmayacak
mısınız?” 521
Ne mutlu, Allah’tan başkasının önünde eğilmeyip sadece O’na secde
ederek ibâdet edenlere ve her yaptıkları eylemi Allah’a ibâdet ölçüsünde
yapanlara! Yazıklar olsun, kula kulluk yapan kullara ve tâğutlara, putlara,
ya da hevâ ve heveslerine tapanlara!
“Ağlayın, su yükselsin, belki kurtulur gemi.
Anne, seccâden gelsin; bize duâ et, e mi?”
516 Dört Terim, 87
517 72/Cin, 6
518 İsmail Karagöz, Kur'an'da İbâdet Kavramı, Şûle Y., s. 78
519 1/Fâtiha, 5
520 109/Kâfirûn, 1-2, 6
521 21/Enbiyâ, 67
• 222 •
Ahmed Kalkan
„ كَ نَسْتَعِ ي نُ  وَإِ يَّ
“(Ey Allah’ım,) ancak Senden yardım isteriz (duâmızı ancak Sana yaparız).”
(1/Fâtiha, 5)
كَيَّ وإِ Ve iyyâke (ancak Senden)
Âyetin birinci bölümündeki gibi yine tekrarlanan “iyyâke” zamir ve
tümleçtir. Tümlecin başa geçtiği için hasr, yani sınırlama ifade eder: “Ancak
Sana...” Duâ da bir ibâdet olduğu ve aynen ibâdet kavramında olduğu gibi,
yalnız Allah’a hasredilmesinin tevhid için şart olduğundan ötürü aslında
sona gelmesi gereken tümleç, başa geçmiştir. „ كَ نَسْتَعِ ي نُ  وإِ يَّ Ve iyyâke nesteîn
ifadesi, iki cümle yerine kullanılmıştır. Bu cümlelerden biri, Allah’tan yardım
istemek, Allah’a duâ etmek; ikincisi, Allah’tan başkasına duâ etmemek,
İlâhî yardımı başkasından istememektir ki, tevhidin temel ilkelerinden biri
bu anlayış ve tavırdır.
„ نَسْتَعِ ي نُ Nesteîn (yardım isteriz, duâ ederiz)
“Yalnız Senden yardım dileriz.”
Yalnız Allah’a kulluk ediyor olmanın, ifadesi veya isbatı, yalnız O’ndan
yardım dilemektir. Sadece Allah’a kulluk ettiklerini söyledikleri halde, insanlardan,
türbelerden, mezarlardan ve diğer tabiat varlıklarından yardım
dileyenler vardır. Bu durum, tevhid inancının gönüle yerleşmediğini, gönlün
şirkten tam temizlenmediğini göstermektedir.
İsti’âne kavramı, yardım mânâsına gelen (avn) kelimesinden türemiştir.
Bu kalıptan alınınca, “yardım dilemek” mânâsını ifade etmektedir. “İyyâ-ke
nesta’în = yalnız Senden yardım dileriz” ifadesi, tevhid inancının sağlam
olduğunu ve gönüle tam anlamıyla yerleştiğini isbat etmektedir.
Varlıkları yaratıp terbiye eden, onlara rahmet ve merhamet eden ve
sahip çıkan varlık, yardım istenmeye lâyıktır. Bu sıfatlara sahip olmayan
diğer varlıklardan yardım istenmez, istenirse şirke düşülmüş olur. Yalnız
Allah’a kulluk etmek ve yalnız O’ndan yardım dilemek, hamdin içindeki
mânâyı doldurmaktadır. Allah’ı bilmek ve birlemek, O’na itaat ve ibâdet
• 223 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
etmek ve yalnız O’ndan yardım dilemek, hamd ibâdetinin içeriğini teşkil
etmektedir.522
“İstiâne”: “Avn” kelimesinden türemiş olup, yardım dilemek anlamına
gelir. İstenerek veya istenmeden yardım etmeye “iâne” denir. Fâtiha sûresinde
geçen “nesteıyn” kelimesi, “yardım isteriz” anlamındadır. “Ve iyyâke
nesteıyn”: ‘Ancak Sen’den yardım isteriz’ demektir.523 Allah’tan yardım istemeye
duâ denir.
İstiâne
“Nesteıynu: İstiâne ederiz” demektir. İstiâne, yardım dilemektir. Onu
vermeye de iâne (yardım) denir. Muâvenet ve teâvün de karşılıklı yardım
demektir. Bundan dolayı istiâne (yardım dileme) ile bunları birbirinden
ayırmalıyız. Çünkü burada “hasr” denilen tahsis, yardım dileme hakkındadır.
Bu yardım dilemenin ne gibi konularda olduğu zikrolunmamıştır.
Böyle olan yerlerde de üç mânâ ihtimali vardır:
1- Bağlı olduğu şeyi göz önünde bulundurmaksızın bizzat yardım dileme
işini kasdetmektir ki genel olsun, özel olsun yardım dilemek denilen işi
“biz ancak Sana yaparız” demek olur.
2- Bağlı olduğu genel bir hususu takdir ederek her konuda, her işte yardım
dilemeyi kasdetmek. Bu iki mânâ mealde birleşir. Fakat önceki mânâ
daha beliğ, bu mânâ ise açık olur.
3- Özel bir karineye dayanarak yardım dilemenin bağlı olduğu özel şeyi
varsayarak falan konuda yardım dilemeyi kasdetmektir. Burada ise ibâdet
karinesiyle bu üçüncü ihtimal akla gelebilirse de sözün kısaltma ve tahsis
sûretiyle tevhide yönelik olması ve hepsi Allah’a has olan hamdin açıklanması
yönünde söylenmiş bulunması buna engeldir. Ve İbn Abbas’dan da
(r.a.) rivayet edildiği üzere genel yardım dilemeyi gerektirir ki, bu da birinci
veya ikinci şekillerden birisi ile olur.
522 Bayraktar Bayraklı
523 İstiâne ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde:) 1/Fâtiha, 5; 2/Bakara, 45, 153; 7/A’râf,
128; 12/Yûsuf, 18; 21/Enbiyâ, 112.
• 224 •
Ahmed Kalkan
O halde müfessirlerin açıkladığı gibi mânânın özeti: “Ey Rab! Biz gerek
Sana ibâdet ve itaatimizde ve gerek diğer işlerimizin hepsinde ancak Senden
yardım dileriz, Senden başka kimseden yardım dilemeyiz, Seni tanımayan
kâfirler başkasından yardım dilerler. Biz ise ibâdetimizde katıksız ve
içtenlikle bütün işlerimizde ancak Senden yardım dileriz” demektir.
Beydavî’nin belirttiğine göre “yardım” iki çeşittir: Birisine “gerekli yardım”,
diğerine “gerekli olmayan yardım” denilir. Gerekli olan yardım, onsuz
fiilin meydana gelmesi mümkün olmayandır. İşi yapan kimsenin gücü, düşüncesi
ve işin yapılacağı âletin ve maddenin bulunması gibi ki, bunlar toplandığı
zaman insan güç ve kuvvet sahibi olur da kendisine gerçekten teklif
yapmak sağlıklı olur. Gerekli olmayan yardım da işin meydana gelmesini
kolaylaştıran şeylerdir.524 Bu taksim şekli Usûl ilminde kudret-i mümekkine
ve kudret-i müyessire adı altında yapılır.
Önce bu âyet bize gösteriyor ki, bütün yardımlar Allah’ındır, fakat istek
bizimdir. Ve buna çalışıp kazanma veya cüz’î irâde de denilir ki, asıl
kuvvet ve güç yetirmek bu istek ile yardımın birleştiği zamandır. Bu da işin
meydana gelmesi ile beraber olur. Bundan dolayı felsefenin rahatsız edici
teorilerine boğulmaksızın “İyyâke nesteıynu”den şunu anlıyoruz ki, bize bir
istek yetkisi verilmiştir. Bu şekilde bizden birisi isteğimizle, diğeri isteğimiz
dışında iki iş meydana gelir ve her ikisi de bizden meydana geldiği
ve bizimle ayakta bulunduğu için (özetle onun yeri biz olduğumuz için)
bizim işimiz sayılır ve bize isnad edilir. Meselâ nefes alan biz, uyuyan, ölen
biz olduğumuz gibi yiyen, içen, oturup kalkan, şunu bunu kımıldatan veya
yatıştıran da biz oluruz. Ve bunlardan isteğimizle olanların yakın sebebi
biziz. Fakat bütün sebebi ve tam sebebi biz değiliz. Çünkü biz bunda gerekli
yardıma muhtacız. Meselâ benim elim ile irâdem arasındaki gerçek ilişki
kurulmamış olsaydı, istediğim zaman elimi oynatamayacaktım. Nitekim
bazı organlarımı öyle oynatamıyorum. O halde yaratıcı biz değiliz; yaratma
olayı yalnızca en yakın sebebe bağlı değil, bütün sebeplerin biraraya
gelmesine ve toplamına bağlıdır. Demek ki, isteğimizle yaptığımız işler, bir
isteyen ve yapan kimse ile bir yaratıcı fâil arasındaki bağlılığın toplamını
ifade eder. Bütün cisimlerin yalnız kendine ait özelliği hareketsizlik olduğu
gibi ruhun özelliği de bir faaliyet ve hareket isteğidir. Yaratıcıya ait faaliyet
ise Yaratıcı Yüce Allah’ındır. Araba ilerliyor, makine işliyor deriz. Bunlar
524 El-Beydavi, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil: 1/9.
• 225 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
zorla ve mecburi olarak yapılan işler olduğu halde işin yeri onlar oldukları
için ilerlemeyi ve işlemeyi onlara isnad ederiz. Bizim nefes almamız, kan
dolaşımımız gibi hareketlerimiz de böyledir. Kurulmuş bir makine, işlemek
için başlangıçta bir çalıştırmaya muhtaçtır. Bunu ise cansız makine kendisi
yapamaz veya isteyemez. Canlı bir makinist veya şoför yapar ve ancak
canındaki bir istekle yapar, canı ister ki, eli makinenin anahtarını tutsun
da hareket etsin. Makinistin canı bu isteği bu iradeyi yaptığı anda, bir de
bakarsın, hareket yok iken yaratılmış olur ve makine de işlemeye başlamıştır.
Bu şekilde işleyen, o hareketin yeri olan o makinedir. İşleten o hareketi
isteyen makinisttir. Yaratan o hareketi baştan sona kadar yoktan var eden
Allah Teâlâ’dır. Her işimizde bu üç derece apaçık görünen bir gerçektir. Artık
ne cebriye veya maddeciler gibi insanı ruhsuz bir makine farzettirmeğe
çalışmalı, ne de onu ruh ve maddenin yaratıcısı olan Allah Teâlâ gibi farzettirmeye
(saymaya) uğraşmalıdır.525
Duâ
Seslenmek, çağırmak, yardıma çağırmak, Allah’a yalvarmak, O’ndan
dilekte bulunmak, O’na yakarmak.526
‘Duâ’ kelimesi, ‘dâvet ve da’va’ gibi aynı kökten gelmektedir. ‘Dâvet’ veya
da’vâ’ sözlükte, çağırmak, seslenmek, yakarmak, yardım isteğinde bulunmak,
isimlendirmek, sığınmak ve ilgi kurmak gibi anlamlara gelir.
‘Duâ’ sözlükte, küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya, aciz olandan güçlü
olana doğru meydana gelen bir istek ve niyazda bulunmadır. Küçüğün
büyükten olan ricası, söz, fiil ve davranış olarak yalvarmak, samimi istek ve
içtenlikle olur.
Kavram olarak ‘duâ’, kulun Allah’a sığınma ve yakarışını, Allah’ın yüceliği
karşısında kulun güçsüzlüğünü itiraf etmesini, sevgi ve tazim (yüce bilme)
duyguları içerisinde lütfunu, yardımını ve affını dilemesini ifade eder.
525 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili
526 M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 417
• 226 •
Ahmed Kalkan
Duâda asıl hedef kulun kendi durumunu Allah’a arzetmesi (sunması)
olduğuna göre, bu, kul ile Allah arasındaki bir ilişkidir. Bu ilişkide kul, kendini
yaratan ve rızık veren Rabbine halini arzeder, acizliğini, güçsüzlüğünü
dile getirir, hatalarını ve eksikliklerini iletir; bunun karşısında o Yüce
Makam’dan yardım, bağış, af ve merhamet, güç ve destek ister. Bu durum,
kulun Allah’a bir bağlılığı, bir teslimiyetidir. 527
Duâ ve Dâvet
‘Dâvet’ ve ‘duâ’ kelimeleri Kur’an’da bazen farklı anlamlarda, bazen de
birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Kimi âyetlerde ‘dâvet’, bir çağrı, bir
nida, bir seslenme manasında geçtiği gibi, aynı kelime fiil ve isim olarak
‘duâ-yakarış, yardım isteği manasında da kullanılmaktadır.
‘Dâvet; aynı zamanda isimlendirme diyebileceğimiz bir şekilde de geçmektedir.
Müşrikler, kendi elleriye yaptıkları putlarına ilâh demektedirler,
onları ilâhımız diye çağırmaktadırlar. Sonra da bu şekilde adlandırdıkları
putlarından yardım istemektedirler. “O’ndan başka çağırdıklarınız (duâ ettikleriniz)
ise size yardıma güç yetiremezler, kendilerine de.” 528
Dikkat edilirse burada ilâh diye çağrılan putlardan bir şey isteme aynı
kelime ile ifade edilmektedir. Bu çağrının arkasında bir duâ, yani yalvarıp
yakarma, yardım isteme anlayışı yatmaktadır.
Biz ‘dâvet’ kelimesini sözlük anlamıyla, ‘duâ’yı ise bir ibâdet, bir kulluk
eylemi, bir sığınma ve yardım isteği olarak almak istiyoruz. Buna göre çağrı
Allah’tan insana doğru olursa ‘da’vet’, kuldan Allah’a doğru olursa ‘duâ’ dememiz
uygun olacaktır.
Şöyle de düşünebiliriz: Sonsuz güç ve kudret sahibi Yüce Rabbimiz
kendi yarattığı kulundan bir şey istemez, O’na muhtaç değildir. Allah’ın insandan
bir yardım istemesi akıl ve din dışıdır. Böyle bir şey düşünülemez
bile. Öyleyse Kur’an’da geçen ‘dâvet’ (Allah’ın duâsı) kullarını hidâyete bir
çağrıdır, bir uyarıdır ve kulluk yapmaları için onları bir teşviktir.
527 Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları, s. 150
528 7/A’râf, 197; Ayrıca bk. 22/Hacc, 73
• 227 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Yaratılmış olan, çok sınırlı gücü bulunan ve her zaman başkasına ve
başka şeye muhtaç olan, aciz ve zelil bir kulun Allah’tan bir şey istemesi
de elbette diğer insanlardan istemesi gibi olamaz. Onun, Allah’tan bir şey
istemesi aşağıdan yukarıya doğru, aciz olandan güçlü olana doğru bir yakarıştır.
Ta’zîm (yüce sayma) anlayışı, samimiyet ve boynu bükük bir halde
olmalıdır. Hatta Rabbin çağrısına uyup ta mü’min olanlar, Hz. Peygambere
bile kendi aralarında seslendikleri gibi seslenemezler, O’nu sıradan bir insan
gibi çağıramazlar.529
Duâ kelimesi, “çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek”
mânâsındaki da’vet ve da’vâ kelimeleri gibi masdar olup, “küçükten büyüğe,
aşağıdan yukarıya iletilen talep” anlamında isim olarak da kullanılır. İslâmî
literatürde ise, kulun Allah’ın yüceliği karşısında aczini itiraf etmesini, sevgi
ve ta’zim duyguları içinde lütuf ve yardım dilemesini ifade eder.
“Rabb’iniz (şöyle) buyurur: Bana duâ edin, duânızı kabul edeyim. Bana
kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, mutlaka aşağılanmış olarak cehenneme
gireceklerdir.” 530
Her şeyi yaratan Allah olduğundan bütün yaratıklarda O’na doğru bir
yöneliş vardır.531 Yaratılmış varlıkların en üstünü ve değerlisi de insandır.532
Allah insanı yaratıp onu kendi varlığından haberdar etmiştir. Bu da insanın
özü itibari ile Allah’ı tanıma ve O’na inanma yeteneği ile donatıldığını
gösterir.533 Ayrıca Kur’an’da, insana Allah’ı Rab olarak tanıma özelliğinin
verildiğinden söz edilir.534 Bu özelliğinden dolayı insan, Rabb’inden uzak
kalamaz ve O’na her zaman ihtiyaç duyar.
İnsan, bu ihtiyacını ancak Allah’a kulluk ederek karşılayabilir. Çünkü
onun yaratılış gâyesi ve esas görevi Allah’a kulluktur. 535 Kulluk faâliyetlerinin
en önemlilerinden biri de duâdır.
529 Hucurat: 49/1-2 ; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları, s. 151
530 40/Mü'min, 60
531 Bak. 6/En’âm, 102; 17/İsrâ, 44; 13/Ra'd, 13 vb.
532 Bak. 95/Tîn, 4
533 Bak. 30/Rûm, 30
534 Bak. 7/A'râf, 172-173
535 Bak. 2/Bakara, 21; 51/Zâriyât, 56
• 228 •
Ahmed Kalkan
Duânın ana hedefi, insanın halini Allah’a arzetmesi ve O’na niyazda
bulunması olduğuna göre, duâ kul ile Allah arasında bir diyalog anlamını
taşır. Bir başka söyleyişle duâ; sınırlı, sonlu ve âciz olan varlığın sınırsız ve
sonsuz kudret sahibi ile kurduğu bir köprüdür. Duâ, insanın kendi kendine
yetmediğinin ifadesidir. İstisnasız, mü’min olan ve olmayan her insan
duâ eder. Çünkü duâ ruhun ihtiyacıdır. Her insan, ruh ve beden ikilisinden
oluştuğu için her ruh sahibi varlık için duâ gereklidir. Ama, duâ edilmeye
tek yetkili ve hak sahibi varlık Allah olmasına rağmen, insanlar farklı mercîlere
duâ edebilirler. Fakat herkesin tartışmasız bir şekilde kabul etmesi
gereken bir gerçek vardır, o da; duâ edilen varlığın hiçbir konuda acziyet
göstermemesi için sonsuz bir güce sahip olması gerekir. Değilse bu vasıflara
sahip olmayan bir varlığa duâ etmenin bir anlamı olmaz. “Sana fayda da
zarar da veremeyecek Allah’tan başkasına duâ etme/yalvarma. Öyle yaparsan
şüphesiz zâlimlerden olursun.”536 “Ey insanlar! Bir misal verilmektedir,
şimdi onu dinleyin. Sizin Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız bir araya gelseler
bir sinek bile yaratamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu kurtaramazlar.
İsteyen de, istenen de âciz!” 537
Birçok duâ örnekleri yanında, duâ kelimesinin kökü olan “D ‘a v” ve
türevleri, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 212 yerde kullanılır.538 Cenâb-ı Allah,
mü’min kullarına namaz kılmayı emrederek en az günde 40 defa Fâtiha
sûresini okutmak sûretiyle “Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım
dileriz.”539 âyetini tekrar ettiriyor. Hiç şüphesiz herhangi bir şeyi sırf nakarat
olsun diye Rabbimiz bizlere tekrar ettirmez. Ama bunu tekrar ettiriyorsa,
mutlaka çok önemli olduğundan dolayıdır. Bu âyetin önemi nereden kay-
536 10/Yûnus, 106
537 22/Hac, 73
538 Duâ Kelimesinin Kökü Olan D-a-v ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 212 Yerde:) 2/
Bakara, 23, 61, 68, 69, 70, 171, 186, 186, 186, 221, 221, 260, 282; 3/Âl-i İmrân, 23, 38, 38, 61, 104, 153; 4/
Nisâ, 117, 117; 6/En’âm, 40, 41, 41, 56; 6/En’âm, 52, 63, 71, 71, 108; 7/A’râf, 5, 29, 37, 55, 56, 134, 180, 189,
193, 193, 194, 194, 195, 197, 198; 8/Enfâl, 24; 10/Yûnus, 10, 10, 12, 12, 22, 25, 38, 66, 89, 106; 11/Hûd, 13,
62, 101; 12/Yûsuf, 33, 108; 13/Ra’d, 14, 14, 14, 36; 14/İbrâhim, 9, 10, 22, 39, 40, 44; 16/Nahl, 20, 86, 125; 17/
İsrâ, 11, 11, 52, 56, 57, 67, 71, 110, 110, 110; 18/Kehf, 14, 28, 52, 57; 19/Meryem, 4, 48, 48, 48, 91; 20/Tâhâ,
108; 21/Enbiyâ, 15, 45, 90; 22/Hacc, 12, 13, 62, 67, 72; 23/Mü’minûn, 73, 117; 24/Nûr, 48, 51, 63, 63; 25/
Furkan, 13, 14, 14, 68, 77; 26/Şuarâ, 72, 213; 27/Neml, 62, 80; 28/Kasas, 25, 41, 64, 64, 87, 88; 29/Ankebût,
42, 65; 30/Rûm, 25, 25, 33, 52; 31/Lokman, 21, 30, 32; 32/Secde, 16; 33/Ahzâb, 4, 5, 37, 46, 53; 34/Sebe’, 22;
35/Fâtır, 6, 13, 14, 14, 28, 40; 36/Yâsin, 57; 37/Sâffât, 125; 38/Sâd, 51; 39/Zümer, 8, 8, 38, 49; 40/Mü’min,
10, 12, 14, 20, 26, 41, 41, 42, 42, 43, 43, 49, 50, 50, 60, 65, 66, 74; 41/Fussılet, 5, 31, 33, 48, 49, 51; 42/Şûrâ,
13, 15; 43/Zuhruf, 49, 86; 44/Duhân, 22, 55; 45/Câsiye, 28; 46/Ahkaf, 4, 5, 5, 31, 32; 47/Muhammed, 35,
38; 48/Fetih, 16; 52/Tûr, 28; 54/Kamer, 6, 6, 8, 10; 57/Hadîd, 8; 61/Saff, 7; 67/Mülk, 27; 68/Kalem, 42, 43;
70/Meâric, 17; 71/Nûh, 5, 6, 7, 8; 72/Cinn, 18, 19, 20; 84/İnşikak, 11; 96/Alak, 17, 18.
539 1/Fâtiha, 5
• 229 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
naklanıyor? Hemen belirtelim ki, bu âyetin önemi, kulluğun sadece Allah’a
yapılmasını ve yardımın sadece Allah’tan talep edilmesini istemesinden ve
emretmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de yardımın sadece Allah’tan
olabileceğine dair birçok âyet vardır.
“Yardım ancak güçlü ve hakîm olan Allah katındandır.” 540
“Allah’tan başka dost ve yardımcınız yoktur.” 541
“Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter.” 542
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu yine O’ndan başka giderecek
yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse O’nun keremini geri çevirecek (hiçbir
güç) yoktur. O hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Çünkü O bağışlayan
ve pek merhamet edendir.” 543
İbn Abbas (r.a.)’dan: O der ki, bir gün Rasûlullah (s.a.s.)’ın terkisinde
idim. Buyurdu ki; “Evlât, sana birkaç söz belleteyim: Allah’ı (yani emir ve yasaklarını)
gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah’ı gözet ki O’nu karşında bulasın.
(Bir şey) istediğin vakit Allah’tan iste, yardım dilediğin vakit Allah’tan
dile. Şunu bil ki, bütün yaratıklar elbirliğiyle sana bir fayda vermek isteseler,
Allah’ın sana yazdığından fazla bir şey yapamazlar. Aynı şekilde tüm yaratıklar
elbirliğiyle sana bir zarar vermek isteseler, Allah’ın sana takdir ettiği zarardan
fazlasını yapamazlar. Kalemler (işleri sona erip) kaldırılmış, sayfalar
da (üzerlerindeki yazılar tamam olup) kurumuştur.” 544
Görüldüğü gibi, yardımın sadece Allah’tan olabileceğine ve sadece O’na
duâ edip yardım isteneceğine dair apaçık nasslar olduğu halde, günümüzde
birtakım kimselerin darda kaldıkları bazı anlarda “meded ya filân baba,
meded ya şeyh” gibi tabirlerle Allah’tan başkasından yardım istediklerini
müşâhede etmekteyiz. Hatta bazen de “himmet et ya filân” demek sûretiyle
Allah’tan başkasına yönelmektedirler. (Himmet: Azim, gayret, enerji, istek,
arzu, meyil, kalbin bütün kuvveti ile herhangi bir varlığa yönelmek, meyletmek
demektir) Bu şekilde yöneldikleri varlıklar ister hayatta olsun, isterse
vefat etmiş olsun fark etmez. Böyle davranışlar tevhide aykırıdır, şirktir.
540 3/Âl-i İmrân, 126
541 9/Tevbe, 116
542 4/Nisâ, 45
543 10/Yûnus, 107; Bu konuda ayrıca Bak.8/Enfâl, 10; 42/Şûrâ, 31, 29/Ankebût, 22; 2/Bakara, 107
544 Tirmizî
• 230 •
Ahmed Kalkan
Kur’ân-ı Kerim’de müşriklerin bile darda kaldıkları anlarda dini sadece
Allah’a has kılarak, bütün şirk koştukları şeyleri unutarak sadece o an Allah’a
yalvardıkları zikrediliyor: “Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah’a
has kılarak O’na yalvarırlar. Ama Allah onları karaya çıkararak kurtarınca,
kendilerine verdiği nimete nankörlük ederek O’na hemen şirk koşarlar.
Zevklensinler bakalım, yakında bileceklerdir.”545 “İnsanlar bir darlığa uğrayınca
Rablerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra Allah, katından onlara bir
rahmet tattırınca içlerinden birtakımı kendilerine verdiklerimize nankörlük
ederek Rablerine şirk koşarlar. Zevklenin bakalım, yakında göreceksiniz.” 546
Bu âyetlerde de belirtildiği gibi, insanın darda kaldığında o an her şeyi
unutarak sadece Allah’a yalvarması fıtratın kanunu olup, yardımın sadece
Allah’tan olduğu ve Allah’tan isteneceğini gösteren mûcizevî fıtrî delillerden
biridir. Âyetlerde Allah, insanları kurtardıktan sonra onların şirk koşmaya
başladıklarını ifade ediyor. Tabii bu nankörlük (küfür)dür. Çünkü
gerçekte insanları kurtaran Allah olduğu halde onlar kurtulduktan sonra
bunu Allah’tan başkasına bağlıyorlar. Meselâ, “o anda filan olmasaydı ben
şimdi hayatta değildim” veya “o an şeyhim himmet etmeseydi perişan olmuştum.”
diyerek Allah’ı unutuyorlar.
“Hak duâ, ancak Allah’a yapılır. O’ndan başka duâ ettikleri şeyler, onların
isteklerini hiçbir şeyle karşılamazlar. (Onların karşılaması) ancak (kuyu
başında durup su) ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse
gibidir. Hâlbuki (suyu avuçlayıp ağzına koymadıktan sonra) su onun ağzına
girecek değildir. Kâfirlerin duâsı böylece boşa gitmiştir.” 547
Allah’ı bırakıp da kendilerine yalvardıkları kimseler hiçbir şey yaratamazlar.
Çünkü onların kendileri yaratılmışlardır.” 548
“Allah’ın dışında yalvardığınız kimseler sizin gibi kullardır. Eğer doğru
sözlü iseniz, onları çağırın da size cevap versinler bakalım.” 549
545 29/Ankebût, 65-66
546 30/Rûm, 33-34
547 13/Ra'd, 14
548 16/Nahl, 20
549 7/A'râf, 194
• 231 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“De ki: Allah’ı bırakıp da (ilâh olduğunu) ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne
var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler. Onların
yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine -hangisi daha yakın olacak diye- vesile
ararlar. O’nun rahmetini umarlar ve azâbından korkarlar. Çünkü Rabbinin
azâbı sakınmaya değer.” 550
Yine Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’inde Felak ve Nâs sûrelerini indirerek
bizlerin, yaratıkların birtakım şerlerinden nasıl ve kime sığınacağımızı açık
bir şekilde beyan etmiştir.551
Kur’ân-ı Kerim’de duâ ile ilgili hükümler ve çok sayıda duâ örnekleri
vardır.552
Alexis Carrel’e göre duânın aslında; ruhun maddî olmayan dünyaya
doğru bir çekilişi, bir gerilimi olduğu gözlenmektedir. Bir başka deyimle
denebilir ki duâ; ruhun Allah’a doğru yükselişi ve O’na açıkça ibâdet durumudur.
Duâ, hayat denilen mûcizeyi yaratan varlığa karşı aşk ve ilticâ ifadesi,
O’nunla ilişkiye geçme gayretidir. Muhammed İkbal’e göre duâ, kâinatın
dehşet verici sessizliği içinde insanoğlunun kendisine bir cevap bulabilmek
için hissettiği derin hasret ve şiddetli arzunun ifadesidir.
Duâ İbâdettir
Duânın özü, kişinin kendisini Allah’ın karşısında acziyet içerisinde hissedip
O’na yönelmesi ve taleplerini O’na arzetmesidir. Zaten ibâdet, bir varlığa
boyun eğmek, O’nun karşısında küçülmek, O’na itaat etmek mânâlarını
içerir. Kısacası duâ ile ibâdet mana olarak aynı şeyleri ifade etmektedir.
Biz her ne kadar duâ ile ibâdeti birbirinden ayrı iki olaymış gibi görüyorsak
da aslında bu ikisi özde aynı şeydir. İbâdet olarak bildiğimiz namaz, oruç,
zekât, hac gibi Allah’ın emirleri aslında duânın harekete dönüşmüş şeklidir.
550 17/İsrâ, 56-57
551 Bak.113/Felak ve 114/Nâs sûreleri
552 Kur’ân-ı Kerim’de Duâ ile İlgili Hükümler:
a. Duâ etmek: A'raf, 55-56, 205-206; Ra'd, 14; Kehf, 28; Secde, 16; Mü'min, 60.
b. Duâda Aşırı Gitmekten Sakınmak: A'raf, 55, 180, 205; Taha, 8.
c. Duânın, Allah'ın Güzel İsimleriyle Yapılması: A'raf, 180; İsra, 11; Taha, 8.
d. Allah, Duâları Kabul Eder: Bakara, 186; Şura, 26.
e. Bedduâ: İsra, 11.
• 232 •
Ahmed Kalkan
Bilindiği gibi Kur’an’da da geçen şekliyle Arapçada, namazın adı salât’tır.
Fakat bu salât kelimesinin aynı zamanda duâ mânâsına gelmesi çok manidardır
ve bir tesadüf değildir. Salât kelimesinin hem namaz, hem duâ
mânâsına gelmesini şöyle izah etmek mümkündür:
Namaz, tüm ibâdetleri bünyesinde toplayan ve insanla Allah arasındaki
ilişkiyi en net ve sık bir şekilde (günde en az beş defa) sağlayan ibâdettir.
Zaten duâ da Allah ile kul arasındaki bir diyalog idi. Yani her ikisi de kulu
Allah’a bağlaması yönüyle aynı kapıya çıkıyor. Rasûlüllah (s.a.s.) bu konuda
şöyle buyuruyor: “Duâ ibâdetin ta kendisidir.”553 Çünkü duâ ile kişi ihtiyacını
teminde aczini idrâk etmiş, bunu ancak her şeye kadir olan Rabbinin
temin edeceğinin şuuruna ermiş ve bu sebeple O’na sığınmış olmaktadır.
Esasen ibâdet de bundan başka bir şey değildir. Yine Rasûlüllah (s.a.s.) “duâ
ibâdetin özüdür (iliğidir)”554 buyurmak sûretiyle duâ ile ibâdetin özde aynı
şey olduklarına dikkat çekmiştir. Biz bu özü kulluk olarak ifade edebiliriz.
Bu aynı zamanda insanın yaratılış amacı olmaktadır: “Ben cinleri ve insanları
ancak Bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım.” 555
Kur’an’a ve Önderimizin hayatına baktığımızda duâ olgusunun merkezî
bir konum arzettiğini görürüz. Yüzlerce âyet, insanın Rabbiyle bağlantı
kurması ve iletişime geçmesi diyebileceğimiz duâ örneklerinden oluşmaktadır.
Aynı şekilde hadis külliyatında duânın önemine dikkat çekilmekte ve
pek çok güzel duâlar bu eserleri süslemektedir.
Müslümanlar olarak Allah ile her an can u gönülden bir ilişki ve sürekli
irtibat halinde olmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde acaba Allah
ne kadar gündemimizde yer alıyor? Hesaplarımızda O’nun yeri neresi,
O’nu hesaba katıyor muyuz? Yoksa mevcut durumu kanıksayıp “zaten biz
buna müstahakız, kâfirler çok güçlü, Allah da bize yardım etmiyor, o halde
iş olacağına varır” deyip her şeye boş mu veriyoruz? Hatta daha da ileri
gidip “Allah herhalde böyle olmasını istiyor” diyenler gibi tembelliğimizin,
miskinliğimizin, atâletimizin faturasını da -hâşâ- Allah’a mı çıkarıyoruz?
553 Tirmizî, hadis no: 3247; Ebû Dâvud, Kitabu'd-Duâ, hadis no: 1479
554 Tirmizî, Deavât 1
555 51/Zâriyât, 56
• 233 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Bu sorulara vereceğimiz cevaplar ve yapacağımız nefis muhâsebesi,
belki de sorunlarımıza yeni ve çözümleyici bakış açıları getirecek, ne olduğumuzu,
neyi nereye kadar yapabileceğimizi, kimden neleri isteyebileceğimizi
yeniden bizlere hatırlatacak ve bizleri yeniden harekete geçirecektir.
Bizler kul olarak üzerimize düşeni yapmalı, gereken gayreti göstermeli,
sebepler âleminde yapılacakları yaptıktan sonra ellerimizi açıp O’na yalvarmalı,
halimizi O’na arz etmeliyiz. Çünkü O şöyle buyuruyor: “Bizim uğrumuzda
gayret gösterenleri Biz yollarımıza iletiriz.” 556
Belki dayatılan eğitim anlayışı ve hayat tarzının etkisiyle, belki de içinde
yaşadığımız şartların baskıcı karakteri sebebiyle müslümanlar olarak
bazılarımız da çoğu kez rasyonalist bir anlayışla meselelere yaklaşabiliyor.
Sorunları tanımlarken ve çözmeye çalışırken gözetilmesi gereken hususları
gözardı edebiliyor. Çoğunlukla, yapılan şey, amellerin/eylemlerin neticesini
hemen almak ve somut bir şekilde görmek arzusu. Çoğu kez, bir işin
sadece maddî boyutu yerine getirerek -ki bunun da yeterli yapıldığı şüphe
götürür- sonuca gitmeye çalışılıyor. Oysa bütün yapılanlardan sonra Allah’a
yalvarmak ve yapılan ameli kabul edip tesirini halk etmesi için O’na
niyazda bulunmak da gerekmektedir. Kendisinden “sabır ve salâtla yardım
talep etmemizi” bizzat Allah öğütlüyor.557 Yani, hem sabır ve direnme olacak,
hem de duâ ile yardım talep edilecek.
“Duâlarımız kabul edilmiyor herhalde” diyerek karamsarlığa saplanmak
da yanlıştır. İçinde bulunduğumuz şartların zorluğu ve zâlimlerin
zulmü, bizi kesinlikle yıldırmamalı ve hiçbir zaman bizi duâdan alıkoymamalıdır.
Allah, kendi ifadesiyle duâ edenin dileğine karşılık vereceğini söylüyor.
Allah’ın güzel isimleri arasında “Mücîb” i de zikreden Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: “Herhangi bir günah, yahut sıla-i rahmi kesme gibi bir
ma’siyet olmadıkça kulun Allah’a yapmış olduğu duânın karşılığında Allah
ona ya istediğini verir, ya eşdeğerde bir belâyı ondan uzaklaştırır, ya da onun
için âhirette daha iyisini hazırlar.” 558
556 29/Ankebût, 69
557 2/Bakara, 153
558 Tirmizî; Rudani, hadis no: 9223
• 234 •
Ahmed Kalkan
Duâ, Ruhun Gıdası ve İlâcıdır
Duâ; keyfiyetine, şiddetine ve güçlü söylenişine bağlı olarak ruh ve cismimizi
etkiler. Duâ eden çehrelerde önceleri var olan vurdumduymazlık,
eksiklik, kıskançlık ve kötülük duyguları; yerlerini iyiliğe, başkalarına yardım
etmeye, hayırlarını istemeye terk eder. Duâ ortamında insan, kendini
olduğu gibi görür. Hırsını, hatalarını, yanlış düşüncelerini, kibir ve gururunu
belirleyerek ahlâkî görevlerini yerine getirmeye hazır bir duruma ulaşır.
Gerek ihtiyaçlar ve hatalar sebebiyle Allah’a başvurmak, gerekse nimetleri
sebebiyle O’nu hatırlamak ve anmak kişide psikolojik bakımdan bir rahatlık,
huzur ve mutluluk doğurduğu gibi, ahlâkî arınmaya ve yücelmeye de
yol açmakta, gelişim safhalarındaki takılma ve sapmaların önlenmesinde
ve şahsiyetin tamamlanmasında yapıcı bir fonksiyon icra etmektedir. Duânın
en güzel faydalarından biri de Allah inancının kalplerde kökleşmesini
sağlamasıdır. Duâ bir yükseliştir. Her duâ ruhtan bir filizin yeşermesi, boy
sürmesidir. Duâ, fânî maddeden mânâ sonsuzluğuna doğru bir sıçrayıştır.
Duâ, hesaplaşma ile birlikte ruhun nur denizlerinde yıkanmasıdır; temizlenmesi
ve güçlenmesidir. Duâ, bir yeniden doğuştur. Duâ, sessiz inilti, gürültüsüz
feryattır. Duâ, en mânâlı sessizliktir. 559
İnsanın ilâh edindiği varlıkta aradığı vasıflardan biri de, onunla bir
münâcaat gerçekleştirebilmektir. İnsanın, en mahrem bir şekilde kendisini
açacağı varlık, Allah’tır. Hiç kimseye söyleyemediğini O’na söyler. Ancak
gaye, sadece “açılmak”tan ibâret tek taraflı bir konuşma sürdürmek değil;
karşıdakinden cevaplar, mutmainlikler, feyizler de alabilmektir. Böylece
sıbğa (fıtrat, boya)sının özlemini gideren, ebedîlik karışık bir sohbete, fâni
dünyada nâil olmaktır. Allah, O’dur ki, insanın diliyle yaptığı duâları işitir.
Diliyle yapmasa bile, haliyle ifade ettiğini bilir. Hatta kalbinin en derin köşelerinde
yatan arzularına da muttalî olur ve bütün bunların gereğini yerine
getirebilir.
Allah, kulunun duâ etmesini ister; bunu yapmazsa kendisine değer vermeyeceğini
bildirir.560 Kendisini unutmuş, yabancı ellere düşmüş olanların
hidâyete ermeleri için, “yalvarsınlar diye” musibetler gönderir.561 “Beni
559 Hasan Eker, Duâ Bilinci, Denge Y. s. 13-15
560 25/Furkan, 77
561 7/A'râf, 64
• 235 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
çağırın, Bana duâ ederek Benden isteyin, duânıza icâbet edeyim.” der.562
“İçten yalvararak, gizli gizli Rabbinize niyaz edin, O duâda aşırı gidenleri
sevmez.”563 Hikmeti gerektirirse, kulunun faydasına göre istenileni verir. 564
Kur’an, makbul kulların duâ etmeleri üzerine Allah’ın, onların dileklerini
gerçekleştirmiş olmasının örnekleriyle doludur. Hz. İbrahim’in Mekke
hakkındaki duâsı;565 yaşı geçkin olduğu halde ona oğul vermesi;566 Hz.
Zekeriya’nın böyle bir dileğini yerine getirmesi;567 Hz. Mûsâ’nın Firavun
aleyhindeki duâsı;568 Hz. Eyyub’un duâsı;569 Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ve
mü’minlerin duâları570 vb. Allah’ın çaresiz kalana icâbet ettiğini insanlar,
hatta müşrikler bildikleri için, mecbur kalınca O’na yalvarırlar.
Kur’an, insanlardaki bu özelliği, çarpıcı tablolarla sergilemektedir.
Dehşetlerin kendisini kuşattığı anda kalbine ve aklına bulaşmış olan pisliklerden
insan sıyrılır ve Allah’ın kendisi üzerine yarattığı fıtratı, asâletiyle
ortaya çıkar. Öyle anlarda insan; sığınağının, koruyucusunun yalnız Allah
olduğunu, muhâkemesiz olarak şimşek hızıyla çakan bir sezgiyle farkeder,
âdeta bir refleksle O’na yalvarır. Etkisine mâruz kaldığı şokun âni tesiriyle
bir bellek kaybına uğramışçasına, koştuğu bütün ortakları unutmuştur. Fakat
unutkan ve nankör insan, felâketi atlatınca “daha önce sızlanan, yakaran
kendisi değilmiş gibi”571 döner, bu kere de Allah’ı unutur.
Sıkıntıların parlattığı fıtrat, hevâ ve hevesin zulüm ve taşkınlıklarıyla
yeniden kirlenir. Ancak, Allah’a verdikleri ahde sâdık kalan mü’minler değişmezler.
Kur’an’ın birçok âyeti, anlattığımız özellikleri tasvir eder.572
“Bir fırtına çıkıp onları her taraftan dalgaların sardığı, çepeçevre kuşatıldıklarını
sandıkları anda ise, Allah’ın dinine sarılarak, ‘Bizi bu tehlikeden kurtarırsan,
andolsun ki, şükredenlerden oluruz.’ diye gönülden O’na yalvarırlar. Allah
562 40/Mü'min, 60
563 7/A'râf, 55
564 2/Bakara, 216; 6/En'âm, 41; 17/İsrâ, 11
565 14/İbrâhim, 35-41
566 37/Saffât, 100-101
567 19/Meryem, 2-6
568 10/Yûnus, 88
569 38/Sâd, 41
570 17/İsrâ, 80; 8/Enfâl, 8, 9
571 10/Yûnus, 12
572 6/En'âm, 40-41, 63, 64; 10/Yûnus, 12, 21, 22, 23; 17/İsrâ, 67; 29/Ankebût, 65; 31/Lokman, 32
• 236 •
Ahmed Kalkan
onları kurtarınca hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara başlarlar. Ey
insanlar! Dünya hayatı boyunca yaptığınız taşkınlık, sadece kendi aleyhinizedir.
Sonra dönüşünüz Bizedir. Yaptıklarınızı size gösteririz.”573 Bâtıl ve uydurma
tanrılar, tapanların kendilerinden beklediği en önemli özelliklerden
olan icâbetten (duâyı kabul ederek, dileği yerine getirmekten) de mahrumdurlar.
“Kendisine kıyâmet gününe kadar icâbet etmeyecek, Allah’tan başka
şeylere yalvarandan daha sapık kim olabilir? Çünkü yalvardıkları şeyler, yalvarışlarından
habersizdirler.” 574
Niçin Duâ Ederiz?
İnsan kendini müstağnî görmeye, yani kendini kendine yeterli görmeye
başladığı zaman, Allah’tan uzaklaşmaya başlamış demektir. Çünkü duâ
insanın kendi kendine yetmediğinin göstergesidir. “Gerçek şu ki, insan kendini
müstağnî (kendine yeterli) görünce azar, tâğutlaşır.” 575
İnsanın kendi kendine yeterli olmadığı, her an başka bir şeye muhtaç
olduğu apaçık bir gerçektir. Müstağnîlik duygusu, sadece psikolojik ve nefsî
bir duygudur. Yoksa, gerçekte insan müstağnî bir varlık değildir. Meselâ; insan
biraz para ve varlık sahibi olduğu zaman, bir an paranın sarhoşu olarak
tıpkı Karun gibi “Bunu ben bilgimle kazandım”576 veya daha avamî bir ifade
ile “ben bu malı kafamı çalıştırarak kazandım” der. Bunun Allah’ın bir lütfu
olduğunu unutur. İşte bu Karun mantığıdır. Fakat aynı insana bir müddet
sonra bakarsınız iflâs etmiş, her şeyini kaybetmiş ve dün kapısında çalıştırdığı
insanlara muhtaç hale gelmiş olabilir. İşte bu duruma gelmiş insana
şunu söylemek lâzım: “Bu malı mâdem kafanı çalıştırarak sen kazanmıştın,
o günlerde kendini bir şey zannediyordun, Allah’ın razzâk olduğunu
unutmuştun. Haydi, tekrar kafanı çalıştır da o kaybettiğin malı tekrar getir,
şimdi kafan çalışmıyor mu?
Görüldüğü gibi, insanın müstağnîliği, sadece şımarıklıktan kaynaklanıyor.
O sürekli yaratıcısına muhtaç olan, O’nsuz yapamayan ve O’nsuz bir
değeri olmayan bir varlıktır. Allah’ı kendi varlığının dışına taşırmaya çalışan
insan, Allah’ın karşısında bir “hiç”tir; bir “şey” değildir. “De ki: Duânız
573 10/Yûnus, 22-23
574 46/Ahkaf, 5; Suad Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 319-320
575 96/Alak, 6-7
576 28/Kasas, 78
• 237 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
olmasa Rabbim size ne diye değer versin?”577 Gerçek böyle olduğu halde,
yani insan istese de istemese de zorunlu olarak Allah’a muhtaç olmakla beraber
amaç; bu “muhtaç”lığı bilinçli olarak fark edip yaşamak, şuur haline
dönüştürmektir. İnsan kendini Allah karşısında ne kadar muhtaç hissederse
Allah’a o kadar yakın olur. Alexis Carrel: “Duâyı açıklamak zorundayım.
Duâ yoksulluk ve aşktır” derken herhalde bunu kasdetmiş olmalı.
Demek ki insan, duâsız bir hayatın Allah katında değeri olamayacağından
hareketle kendine değer katmak, varlığını anlamlı kılmak ve Allah
katında bir “hiç” yerine, bir “şey” olmak için duâ etmeli. Yoksa bizim duâmızla
Allah’ın değeri artmaz; sadece bizim değerimiz artar. Çünkü O’nun
değerli oluşu kendi zatındandır. Değerli olması bir başka şeye bağlı değildir.
İnsan, duâsıyla değerlidir. İnsan Allah ile tanışık olmanın, dost olmanın
ve O’na kul olmanın şerefi için duâ etmeli, duâ ile iç içe olmalıdır. Yoksa
insan, Allah ile arasındaki ilişkiyi tamamen koparıp atsa geriye kıymetli
hiçbir şey kalmayacaktır. İnsan, Allah ile beraber ancak bir değer ifade eder
ve insan Allah’a yakın olduğu derecede insandır.
İşte bu nedenle de; duâyı asıl geldiğimiz yer ile bizim aramızda doğal bir
bağlantı aracı olarak algılamak ve onu, varlığımızın oluşumunda etkin olan
herhangi bir faâliyetimiz gibi kabul etmek zorundayız. Bir başka deyişle,
duâyı ruh ve cismimizin doğal bir pratiği, bir faâliyeti gözüyle bakmalıyız.
Sosyal hayatımızda emir, tavsiye ve ricalarını pek yerine getirmediğimiz,
bu konuda önem vermediğimiz bir kimseye günün birinde işimiz düşse,
kendisine gidip işimizi halletmesini rica etsek, o bize şöyle demez mi?
“Hangi yüzle geldin? Sen benim dediklerimi yerine getirdin mi ki, ben de
seninkileri yerine getireyim?”
“Ey İman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, Allah da size yardım
eder. Ayaklarınızı sâbit tutar.”578 Allah’a yardım etmek, O’nun dini konusunda
isteklerini yerine getirmektir. Biz Allah’ın dinini yaşar ve hayatımızı
O’na göre tanzim edersek, İslâm yolunda çalışırsak Allah da bizi gözetir.
Allah’ın helâllerini helâl, haramlarını da haram kabul etmez ve yaşamımızı
rast gele sürdürürsek, duâlarımızı hangi yüzle yapacağız? Bu, hiç samimiyetle
bağdaşır mı?
577 25/Furkan, 77
578 47/Muhammed, 7
• 238 •
Ahmed Kalkan
Dünya hayatında, günü geldiği halde borcumuzu ödemediğimiz bir
şahsın kapısının önünden geçmeyiz. Hatta onun evine, dükkânına yakın
yerlerde dahi dolaşmayız, kaçınırız, belki karşımıza çıkar diye. Kulluk borcumuzu
ödemediğimiz ve isteklerini yerine getirmediğimiz bir zâtın mülkünde
dolaşırken de benzer duygular içinde mahcûbiyet duymalı ve duâ
edip bazı isteklerde bulunmak için O’nunla aramızı devamlı sıcak tutmalıyız.
Bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “... İnsan Allah
yolunda uzun seferlere katlanır. Saçları birbirine karışmış, yüzü gözü toza
bulanmış ‘Ya Rab! Ya Rab!’ diyerek ellerini gökyüzüne açar. Hâlbuki yediği
haram, içtiği haram, giydiği haram. Haram ile beslenmiş. Böylesinin duâsı
nereden kabul edilecek?”579 Yine çoğu zaman yaptığımız gibi, sadece sıkışık
anlarımızda ve çaresiz kaldığımızda el açıp ‘yâ Rabbi!..’ diyoruz. Diğer
zamanlarda Allah’a ihtiyacımız yok zannediyoruz. Hâlbuki insanın Allah’a
muhtaç olmadığı bir saniyesi bile yoktur. Nedense insan sanki sadece darda
kaldığı anlarda Allah’a muhtaç olduğunu zannederek duâ eder. Oysa o her
an muhtaç olduğunun şuurunda olmalıdır. İşte bu noktada şuuru yakalamış
olmak, hayatın rahat zamanlarında da duâ etmeyi gerekli kılar.
Zaten duânın aynı zamanda bir ibâdet ve kulluk olduğunu söylemiştik.
Kulluk ise süreklidir. O halde duâ sadece dar zamanların eylemi değildir.
“Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk et.”580 Rahat olduğumuz zamanlarda
yapacağımız duâlar darda kaldığımız zaman yapacağımız duâların
kabul edilmesini kolaylaştırır. “Kim zor ve sıkıntılı zamanlarında duâlarının
kabul edilmesini istiyorsa, rahat zamanlarında çok duâ yapsın.”581 “Genişlik
zamanında duâ etmek kadar Allah’a hoş gelen bir şey yoktur.” 582
Sosyal hayatımızda normal zamanlarda hiç arayıp sormadığımız bir
dostumuza işimiz düşse ve yanına gidip halini hatırını sorduktan sonra
niçin geldiğimizi söylesek, o bize, “işin düştü de geldin, şayet işin olmasaydı
gelip sormayacaktın” demez mi? Biz sıkışmadıkça Allah’a el açıp duâ
etmesek veya Allah’ı hatırlamasak Allah bize aynı şeyleri söylemez mi? Kulum,
işin düştüğü için beni hatırlıyorsun değil mi? Yoksa hiç hatırlama-
579 Sahih-i Müslim
580 15/Hicr, 99
581 Tirmizî, Deavât, hadis no: 3382
582 Tirmizî
• 239 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
yacaktın.” “İnsana bir darlık gelince yan yatarken, oturur veya ayakta iken
bize yalvarır. Biz darlığını giderince, başına gelen darlıktan ötürü Bize hiç
yalvarmamış gibi geçip gider. İşte böyle haddi aşanlara yapmakta oldukları
şeyler süslü gösterildi.”583 “İnsana bir nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve
kendine yönelir. Fakat ona bir şer dokunduğu zaman da yalvarıp durur.”584
“İnsanın başına bir sıkıntı gelince Bize yalvarır. Sonra katımızdan ona bir
nimet verdiğimiz zaman ‘bu bana bilgimden dolayı verilmiştir’ der. Hayır, o
bir imtihandır. Fakat çokları bilmez.” 585
Evet, biz bu şekildeki çelişkilerimizin ve nankörlüklerimizin farkına varır
ve hayatımızdan gidermeye çalışırsak Allah ile ilişkilerimiz daha sağlıklı
olur. Duâ etmeye yüzümüz olur ve Rabbimiz karşısında ikiyüzlü olmaktan
kurtulmuş oluruz. Gerçi Rabbimiz sırf merhamet ve şefkatinden dolayı bizi
böyle de kabul ediyor. Böyle yaparsanız duâ etmeyin demiyor. Ama böyle
davranmak Rabbimize yakıştığı halde -çünkü O en büyüktür ve affetmek
büyüğün şânındandır- ikiyüzlü ve nankör davranmak bize hiç yakışmıyor.
“Kullarım sana, Beni sorduğu vakit, de ki: Ben yakınım. Bana duâ edenin
duâsını, Bana duâ ettiği anda işitir, ona karşılık veririm. O halde kullarım
da Benim dâvetime uysunlar ve Bana inansınlar. Umulur ki doğru yolu bulurlar.”
586 “Rabbiniz buyurdu ki; ‘Bana duâ edin, sizin için (duânızı) kabul
edeyim. Şüphesiz Bana ibâdet (duâ) etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler
alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir.” 587
Duânın Önemi
Her konuda Rabbine muhtaç, aciz ve güçsüz olan kula düşen görev,
güçsüzlüğünü bilerek Rabbine duâ etmesi, Rabbe yakışan da kulunun içten
yaptığı duâyı dilerse kabul etmesidir.
583 10/Yûnus, 12
584 41/Fussılet, 51
585 39/Zümer, 49
586 2/Bakara, 186
587 40/Mü'min, 60
• 240 •
Ahmed Kalkan
Mü’minlerin Allah’a duâ etmelerini emreden bizzat Rabbimizdir.
Kur’an şöyle diyor: “Rabbiniz dedi ki: ‘Bana duâ edin, size icabet edeyim
(karşılığını vereyim). Doğrusu Bana ibâdet etmekten büyüklenenler (müstekbirler)
boyun bükmüş olarak Cehenneme gireceklerdir.” 588
Bazı insanlar kendilerini Allah’tan müstağni görürler, Allah’a muhtaç
olmadıklarını düşünürler. Onlar, kendilerini güçlü sanan kibirli kimselerdir
(müstekbirlerdir). Böyle kimseler Allah’a duâ etmeyi lüzumsuz sayarlar,
buna ihtiyaçları olmadığını sanırlar. Âyette, duâ ile ibâdet kavramlarının
beraber anılması da önemlidir. Buna göre duâ, ibâdetin bir parçasıdır ve
birbirlerini bütünlerler.
Rabbimiz (c.c.) kullarına yakın olduğunu, duâ edenlerin duâlarına
karşılık vereceğini, insanların O’nun çağrısına uymaları gerektiğini haber
veriyor.589
Kur’an’ın birçok âyetinde Peygamberimize sorulan sorulara ‘söyle ki,
de ki’ sözüyle başlayan cevaplar verilmektedir. Ancak bu âyette, ‘kullarım
sana Benden sorarlarsa Ben onlara yakınım’ buyurmaktadır. Diğer âyetlerde
olduğu gibi ‘de ki’ sözü kullanılmamıştır. Buradaki yakınlık ‘duâ’ ile açıklanmıştır
ki, bu duâ’nın arada bir aracı olmaksızın ‘Allah’a yapılması gerektiğine
bir işarettir. Kul, normal zamanlarda bir takım araçlara ihtiyaç duysa
bile duâ zamanı Allah ile kul arasında hiç bir aracı yoktur. Tıpkı ibâdette
olduğu gibi.
Allah (c.c.) kendisine ibâdet ve duâ eden kullarına yakındır. Bu yakınlık
elbette mecâzî olup, Allah’ın kulun ibâdet ve duâsına önem verdiğini,
bunları boşa çıkarmayacağını, duâ ve ibâdette bulunan kulun derecesinin
yüksekliğini ifade eder. Allah (c.c.), duâ eden, kendisinden isteyen, kendisine
başvuran, acizliğini, yetmezliğini idrak eden, bağışlanma dileyen kulunu
sevmektedir. Çünkü duâ etmek, bir anlamda Rabbe itaat ve boyun eğmektir,
O’nun yüceliğine iman etmektir, O’nun her şeye gücünün yettiğini
itiraf etmektir.
Kulun bu şekilde davranması iman ve teslimiyettir. Duâ etmeyen kullarına
karşı Allah’ın sitemi şöyledir: “De ki: ‘Sizin duânız olmasaydı, Rabbim
588 40/Mü’min, 60
589 2/Bakara, 186
• 241 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
size değer verir miydi? Fakat siz gerçekten yalanladınız; artık (bunun azabı)
kaçınılmaz olacaktır.” 590
Hak dini yalanlayan kimseler duâ etmekten de kaçınırlar. Çünkü öyleleri
yakaracak, çağıracak başka ilâhlar bulurlar. Hallerini onlara arzederler,
yalancı ilâhların onların imdadına koşmalarını beklerler. İman edip te
Allah’a yakaran kulların dereceleri ise Allah’ın dilediği yere kadar yükselir.
Duâ eden kulun kalbi Allah’tan başka bir şeyle meşgul olursa, duâsı
amacına ulaşmaz. Nefsin istekleri, Allah’ın dışındaki sevgiler ve amaçlar,
duâyı hedefinden uzaklaştırır. Duâ’nın ihlâs, samimiyet, alçak gönüllü bir
halde olması gerekir. Kişi, kendi arzularına esir olduğu müddetçe Allah’a bu
anlamda yaklaşamaz, arzular sürekli engel olurlar. Kur’an şöyle emrediyor:
“Rabbinize yalvara yalvara ve içten duâ edin. Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez.
Düzene konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesat) çıkarmayın;
O’na korkarak ve umut taşıyarak duâ edin. Doğrusu Allah’ın rahmeti
iyilik yapanlara pek yakındır.” 591
Bu şekilde yapılan bir duâ Allah’a yakınlık aracıdır ve ibâdetlerin en
üstünüdür. Peygamberimiz (s.a.s.) ‘duâ ibâdetin iliğidir (özüdür)’ buyurmuştur.
592 Yine Peygamberimiz (s.a.s.) ‘Duâ ibâdetin kendisidir’ diyerek 40/
Mü’min, 60. âyeti okudu.593
İslâm’da duâ’nın önemine ve ibâdet olarak faziletine ait sayısız hadis
vardır. Bu hadislerde duâ etmenin önemi, ne zaman nasıl ve hangi yöntemlerle
duâ edileceği, kimlerin duâsının kabul olunacağı, hangi kelimelerle
duâ etmenin daha iyi olacağı, duâ’nın kulun hayatına getireceği şuuru, rahatlığı,
duâ ile Allah’ın yapacağı bağışları bulabiliriz. 594
Duâ mü’minler için ibâdettir. Allah’ı Rabb bilip O’nun önünde secdeye
kapananlar, ihtiyaçlarını Allah’a bildirirler ve O’ndan yardım dilerler. 595
590 25/Furkan, 77
591 7/A’râf, 55-56
592 Tirmizí, Deavât 1, Hadis no: 3371
593 Ebû Dâvud, Salât, Hadis no: 1479; İbn Mace, Duâ 1, Hadis no: 3828; Ahmed bin Hanbel, Müsned: 4/267,
271, 276; Tirmizí, Tefsir 42, Hadis no: 3247
594 Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları, s. 151-153
595 1/Fâtiha, 5
• 242 •
Ahmed Kalkan
Duâ etmeyi önemsemeyenler, ibâdeti önemsemeyenlerdir. Bu gibi
kimselerin müstekbir oldukları yukarıda geçmişti. Ancak kibirliler, yani
kendilerini üstün makamda görenler, Allah’tan bir şey istemeye tenezzül
etmezler. Böyle bir anlayış şüphesiz ki sapıklığın ve azgınlığın ta kendisidir.
Esasen insan güçsüz olduğu için başkasının yardımına muhtaçtır. Sıkıştığı
zaman birilerinden yardım ister. Ancak insanın öyle ihtiyaçları olur
ki, başkalarının onu karşılaması mümkün değildir. İşte böyle bir noktada
Allah’a inanmayan inkârcılar ve O’na ortak koşan müşrikler bile ortak koştukları
tanrılarını bir tarafa atar ve Âlemlerin Rabbi Allah’tan yardım isterler:
“İnsana bir zarar dokundu mu, yan yatarken, otururken ya da ayaktayken
Bize duâ eder. Zararı üstünden kaldırdığımız zaman ise, sanki kendisine
dokunan zarar için Bize duâ etmemiş gibi döner gider.” 596
İlk insandan günümüze kadar bütün insanların hayatında ibâdet ve duâ
olayı gündemdedir. Din ve ibâdet konularında geçtiği gibi, insan hak veya
batıl mutlaka bir dine inanır. Allah’a inananlar Allah’ın, Allah’ı unutanlar
ise ilâh diye inandığı bir şeyin önünde ibâdet eder, ona sığınır, ondan yardım
ister, ya da ondan korkar. Duâ etmek te bu tapınmanın bir parçasıdır.
İster müslüman olsun, ister gayri müslim olsun; kimileri rahata kavuşunca,
kendini güçlü hissedince duâ etmekten kaçınır. Bu gibilerin hayatında
duâ’nın yer almaması işin aslını değiştirmez. Onlar da dara düşünce sığınılacak
ve yardım istenecek bir melce (kucak) ararlar.
İslâm’a göre ise duânın ibâdet olarak apayrı bir yeri vardır. İslâm’a göre
duâ, bir psikolojik rahatlama aracı değildir. Hele hele bazılarının zannettiği
gibi, işleri görünmeyen bir ilâh’a havele etmek hiç değildir. Duâ, bir korkunun,
bir endişenin, bir ürpertinin sonucunda bir sığınma, o ürpertiden
kurtuluş arzusu da sayılamaz. Eski dinlerde olduğu gibi kızgınlığından ve
kötülüğünden kurtulmak üzere ilâhlara el açmak da değildir.
Duâ bir iman, bir aksiyon, bir çaba ve uyanıştır. Allah’ı ve O’na ait hâkimiyeti,
ilâhlığı tanıma, itiraf etmedir. Hayatın amacını idrâk etme, yaşayışı
programa koyma, ilerisi için hazırlık yapma, Din için çalışmaya (cihada)
azmetme, toparlanma ve eksikliklerini gidermedir.
Duâ, Allah’ın makamından sürekli bir istemedir. Bu isteme mü’min için
itikat, bir şiar (müslüman olmanın işareti), bir hayat hedefidir. Mü’min öz-
596 10/Yunus, 12; 39/Zümer, 49
• 243 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
lediği İslâmí hayata duâ ederek kapı açmaya çalışır. O, Allah’ın bitmez-tükenmez
hazinelerini, iyi bir mü’min olma uğruna ister, onların yeryüzüne
inmesini niyaz eder.
Duâ mü’min için, yüce idealleri, dünya ve içindekilerden daha değerli
şeyleri bulabilmenin, onlara ulaşmak için çaba göstermenin aracıdır. İnsanların
yaşaması için araç kılınan ‘dünya ve ondan bir şeye sahip olmak’
tekamül (ileriye gitme) değildir. İnsan için tekâmül, bunun da ötesinde
yüce hedeflerdir.
Duâ, mü’mini ayrılığın yalnızlığından, yalnızlığın sıkıntısından kurtarır.
Duâ, mü’minin, muhabbetinin, saygısının ve teslimiyetinin eyleme
dönüşmüş şeklidir.
Mü’min, duâ etmeden önce duâya hazırlanır. Yani o önce fiilí duâda
bulunur. İbadetini noksansız yapmaya çalışır. Varacağı hedef için gerekli
çalışmaları yapar. Tehlikelere karşı yeteri kadar tedbir alır. Emredileni yapar,
yasaklanandan kaçar. Bundan sonra da amelin kabulü için duâ eder,
gücünü aşan konularda Allah’tan yardım diler, eksikliğinin tamamlanması,
hatasının affi için Allah’a sığınır, tevbe eder. Allah’a bağlılığını ve sevgisini
duâ ile ortaya koyar.
Duâya hazır olma noktasında Peygamberimizin tavrı örnektir. O, her
konuda yılmadan, usanmadan, kınayanların kınamasından korkmadan
ısrarlı bir şekilde çalıştı, mücadele için lazım olan şartları yerine getirdi.
Hatta ayakları şişinceye kadar ibâdete gece gündüz devam etti. Rabbinin
rızası dışında hiç bir iş yapmamaya özen gösterdi. Peygamberlik görevini
hakkıyla yerine getirdi ve sonra da ellerini açıp her an, belki günde yetmiş
defa Rabbine duâ etti. Duâ ile Rabbine halini arzetti.
Mü’min, her konuda üzerine düşen görevi yaptıktan sonra duâya da
başvuracaktır. Kısaca, duâ etmeye yüzü olacaktır. Hiçbir şey yapmadan, çalışmadan,
tehliklere karşı tedbir almadan, toplumun ve nefsin ıslahı için bir
şey yapmadan, günahlardan korunmadan; ‘Rabbim, şunu yap, bunu hallediver,
istersen affet, düşmanı kahret, ortalığı düzelt, ihtiyaçlarımızı gider’
demek duâ değildir. Böyle yapmanın duânın ihlâsıyla bir ilgisi yoktur. 597
597 Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 153-155
• 244 •
Ahmed Kalkan
Duânın Amacı
Müslümanın duâsında kısaca üç önemli amaç olabilir:
1- Günahlarının affını isteme. Mü’min, elinden geldiği kadar günahlardan
kaçınır. Ancak yine de hatalı olduğunu düşünerek sürekli affını ister,
çaresizliğinden dolayı Allah’tan merhamet talebinde bulunur.
2- Ümit ve arzu. Mü’min, hakkıyla ibâdet edebilme hidâyette olabilme
ve Allah’ın yardımına ulaşabilme arzusunda olur.
3- Allah’tan yardım, izzet lütuf, rahmet, başarı isteklerinde bulunur. Bütün
bu istekleri de gerekli çabayı gösterdikten sonra ortaya koyar. Mü’min,
emirleri yerine getirir, yasaklardan kaçar, kulluğunu en samimi bir şekilde
yapmaya çalışır. Sonra da yukarıda sayılan şeyleri Rabbinden ister. Mağfirete
ulaşmayı, cezadan ve gazaptan kurtulmayı, Allah’ın rızasını hak etmeyi
arzu eder.
Duânın belli bir zamanı yoktur. Ancak hadislerde geçtiği gibi, gecenin
son üçte birinde, farz namazların sonunda, savaş esnasında, ezan ile kaamet
arasında, yağmur yağarken, secdede iken, seher vakitlerinde598, Cuma
saatinde, oruçlu orucunu açtığı zamanda, Kurban bayramı arefesinde, Kadir
gecesinde yapılacak duâlar daha makbûldür ve kabul edilme ihtimalleri
daha fazladır.
Kur’an’daki duâ âyetleriyle, Peygamberimizin duâlarıyla, ya da büyüklerden
bize ulaşan (me’sur) duâlarla duâ etmek mümkün olduğu gibi, kendi
dilimizle, içimizden geldiği gibi duâ etmemiz de mümkündür. Kendi halimizi
ve isteklerimizi en iyi yine kendimiz dile getirebiliriz. Duâ dilinin
Arapça olması da şart değildir.
Allah’ın güzel isimleriyle (esmâu’l hüsna) ile duâ etmek Kur’an’ın emridir.
599
Bazı kimselerin duâları peşinen kabul edilir. Bunlar mazlumlar, misafirler
ve çocuğuna duâ eden babalardır.600
598 2/Âl-i İmran, 17
599 7/A’râf, 180
600 Ebû Dâvud, Salât, hadis no: 1536; İbn Mâce, Duâ 11, Hadis no: 3862; Tirmizî, Birr 7, Hadis no: 1905
• 245 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Aslında mü’minlerin ihlâsla yapacakları bütün duâlar kabul edilir.
Mü’min böyle duâların karşılığının nasıl verildiğini bilemez ama Kur’an
duâ edenlere Allah’ın karşılık vereceğini müjdeliyor.601
Duâ hakkında Alexis Carrel’ın dediğini hatırlatalım: ‘Duâ yoksulluk ve
bağlılıktır.’ Buna bilgi, hikmet, teslimiyet ve cehd’i de biz ilâve edebiliriz. 602
Duânın ana hedefi, insanın halini Allah’a arzetmesi ve O’na niyazda
bulunması olduğuna göre, duâ kul ile Allah arasında bir diyalog anlamını
taşır. Bir başka söyleyişle duâ; sınırlı, sonlu ve âciz olan varlığın sınırsız ve
sonsuz kudret sahibi ile kurduğu bir köprüdür. Duâ, insanın kendi kendine
yetmediğinin ifadesidir. İstisnasız, mü’min olan ve olmayan her insan
duâ eder. Çünkü duâ ruhun ihtiyacıdır. Her insan, ruh ve beden ikilisinden
oluştuğu için her ruh sahibi varlık için duâ gereklidir. Ama, duâ edilmeye
tek yetkili ve hak sahibi varlık Allah olmasına rağmen, insanlar farklı mercîlere
duâ edebilirler. Fakat herkesin tartışmasız bir şekilde kabul etmesi
gereken bir gerçek vardır, o da; duâ edilen varlığın hiçbir konuda acziyet
göstermemesi için sonsuz bir güce sahip olması gerekir. Değilse bu vasıflara
sahip olmayan bir varlığa duâ etmenin bir anlamı olmaz.
“Sana fayda da zarar da veremeyecek Allah’tan başkasına duâ etme/yalvarma.
Öyle yaparsan şüphesiz zâlimlerden olursun.” 603
“Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi onu dinleyin. Sizin Allah’ı
bırakıp da yalvardıklarınız bir araya gelseler bir sinek bile yaratamayacaklardır.
Sinek onlardan bir şey kapsa, onu kurtaramazlar. İsteyen de, istenen
de âciz!” 604
Cenâb-ı Allah, mü’min kullarına namaz kılmayı emrederek en az günde
40 defa Fâtiha sûresini okutmak suretiyle “Ancak Sana kulluk eder ve ancak
Senden yardım dileriz.”605 âyetini tekrar ettiriyor. Hiç şüphesiz herhangi
bir şeyi sırf nakarat olsun diye Rabbimiz bizlere tekrar ettirmez. Ama bunu
tekrar ettiriyorsa, mutlaka çok önemli olduğundan dolayıdır. Bu âyetin
önemi nereden kaynaklanıyor?
601 40/Mü’min, 60
602 Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 155
603 10/Yûnus, 106
604 22/Hacc, 73
605 1/Fâtiha, 5
• 246 •
Ahmed Kalkan
Hemen belirtelim ki, bu âyetin önemi, kulluğun sadece Allah’a yapılmasını
ve yardımın sadece Allah’tan talep edilmesini istemesinden ve emretmesinden
kaynaklanmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de yardımın sadece Allah’tan
olabileceğine dair birçok âyet vardır.
“Yardım ancak güçlü ve hakîm olan Allah katındandır.” 606
“Allah’tan başka dost ve yardımcınız yoktur.” 607
“Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter.” 608
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu yine O’ndan başka giderecek
yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse O’nun keremini geri çevirecek (hiçbir
güç) yoktur. O hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Çünkü O bağışlayan
ve pek merhamet edendir.” 609
İbn Abbas’dan (r.a.): O der ki, bir gün Rasûlullah’ın (s.a.s.) terkisinde
idim. Buyurdu ki; “Evlât, sana birkaç söz belleteyim: Allah’ı (yani emir ve yasaklarını)
gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah’ı gözet ki O’nu karşında bulasın.
(Bir şey) istediğin vakit Allah’tan iste, yardım dilediğin vakit Allah’tan
dile. Şunu bil ki, bütün yaratıklar elbirliğiyle sana bir fayda vermek isteseler,
Allah’ın sana yazdığından fazla bir şey yapamazlar. Aynı şekilde tüm yaratıklar
elbirliğiyle sana bir zarar vermek isteseler, Allah’ın sana takdir ettiği zarardan
fazlasını yapamazlar. Kalemler (işleri sona erip) kaldırılmış, sayfalar
da (üzerlerindeki yazılar tamam olup) kurumuştur.” 610
Görüldüğü gibi, yardımın sadece Allah’tan olabileceğine ve sadece O’na
duâ edip yardım isteneceğine dair apaçık nasslar olduğu halde, günümüzde
birtakım kimselerin darda kaldıkları bazı anlarda “meded ya filân baba,
meded ya şeyh” gibi tabirlerle Allah’tan başkasından yardım istediklerini
müşâhede etmekteyiz. Hatta bazen de “himmet et ya filân” demek suretiyle
Allah’tan başkasına yönelmektedirler. (Himmet: Azim, gayret, enerji, istek,
arzu, meyil, kalbin bütün kuvveti ile herhangi bir varlığa yönelmek, meylet-
606 3/Âl-i İmrân, 126
607 9/Tevbe, 116
608 4/Nisâ, 45
609 10/Yûnus, 107; Bu konuda ayrıca bk. 8/Enfâl, 10; 42/Şûrâ, 31; 29/Ankebût, 22; 2/Bakara, 107
610 Tirmizî
• 247 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
mek demektir) Bu şekilde yöneldikleri varlıklar ister hayatta olsun, isterse
vefat etmiş olsun fark etmez. Böyle davranışlar tevhide aykırıdır, şirktir.
Kur’ân-ı Kerim’de müşriklerin bile darda kaldıkları anlarda dini sadece
Allah’a has kılarak, bütün şirk koştukları şeyleri unutarak sadece o an Allah’a
yalvardıkları zikrediliyor: “Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah’a
has kılarak O’na yalvarırlar. Ama Allah onları karaya çıkararak kurtarınca,
kendilerine verdiği nimete nankörlük ederek O’na hemen şirk koşarlar.
Zevklensinler bakalım, yakında bileceklerdir.” 611; “İnsanlar bir darlığa uğrayınca
Rablerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra Allah, katından onlara bir
rahmet tattırınca içlerinden birtakımı kendilerine verdiklerimize nankörlük
ederek Rablerine şirk koşarlar. Zevklenin bakalım, yakında göreceksiniz.” 612
Bu âyetlerde de belirtildiği gibi, insanın darda kaldığında o an her şeyi
unutarak sadece Allah’a yalvarması fıtratın kanunu olup, yardımın sadece
Allah’tan olduğu ve Allah’tan isteneceğini gösteren mûcizevî fıtrî delillerden
biridir. Âyetlerde Allah, insanları kurtardıktan sonra onların şirk koşmaya
başladıklarını ifade ediyor. Tabii bu nankörlük (küfür)dür. Çünkü
gerçekte insanları kurtaran Allah olduğu halde onlar kurtulduktan sonra
bunu Allah’tan başkasına bağlıyorlar. Mesela, “o anda filan olmasaydı ben
şimdi hayatta değildim” veya “o an şeyhim himmet etmeseydi perişan olmuştum.”
diyerek Allah’ı unutuyorlar.
“Hak duâ, ancak Allah’a yapılır. O’ndan başka duâ ettikleri şeyler, onların
isteklerini hiçbir şeyle karşılamazlar. (Onların karşılaması) ancak (kuyu
başında durup su) ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse
gibidir. Halbuki (suyu avuçlayıp ağzına koymadıktan sonra) su onun ağzına
girecek değildir. Kâfirlerin duâsı böylece boşa gitmiştir.”613
“Allah’ı bırakıp da kendilerine yalvardıkları kimseler hiçbir şey yaratamazlar.
Çünkü onların kendileri yaratılmışlardır.” 614
611 29/Ankebût, 65-66
612 30/Rûm, 33-34
613 13/Ra'd, 14
614 16/Nahl, 20
• 248 •
Ahmed Kalkan
“Allah’ın dışında yalvardığınız kimseler sizin gibi kullardır. Eğer doğru
sözlü iseniz, onları çağırın da size cevap versinler bakalım.” 615
“De ki: Allah’ı bırakıp da (ilâh olduğunu) ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne
var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler. Onların
yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine -hangisi daha yakın olacak diye- vesile
ararlar. O’nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin
azabı sakınmaya değer.” 616
Yine Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’inde Felak ve Nâs sûrelerini indirerek
bizlerin, yaratıkların birtakım şerlerinden nasıl ve kime sığınacağımızı açık
bir şekilde beyan etmiştir. 617
Bir insanın Allah’a iman ettiğini gösteren önemli alametlerden bir tanesi
de duâdır. Duâ eden insan, kendisinin aciz ve zayıf bir kul olduğunu,
istediklerini kendi başına yerine getiremeyeceğini ve bunları ancak kendisine
Allah’ın verebileceğini kabul etmiş olur. Duâ, Allah’a kul olmanın en
saf, en temiz, en samimi ifadelerindendir. Kur’an’da da mü’minlerin temel
vasıflarından birinin “sabah akşam sabrederek Allah’a duâ etmek” olduğu
şöyle haber verilir: “Sen de sabah akşam O’nun rızasını isteyerek Rablerine
duâ edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının (aldatıcı) süsünü isteyerek
gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini Bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz,
kendi “istek ve tutkularına (hevâsına)” uyan ve işinde aşırılığa gidene
itaat etme.” 618
Ancak duânın ne demek olduğunu ve nasıl yapıldığını iyi bilmek gerekir.
Çünkü Kur’an dışı kaynaklardan (örneğin, geleneklerden, anne-babadan,
çevreden) öğrenilen duâ anlayışı, çoğu kez Kur’an’da tarif edilen gerçek
duâ kavramına uymamaktadır. Bu nedenle Kur’an’da bu konuda verilen
bakış açısını ve ruh halini iyi kavramak gerekmektedir.
Duânın gerçekten istenerek ve Allah’a karşı insanın acizliğinin ve fakirliğinin
kavranarak yapılması gerekir. Bu durumda yapılacak bir duâ,
Kur’an’da tarif edilen “için için ve yalvara yalvara” tanımına uygun olacak-
615 7/A'râf, 194
616 17/İsrâ, 56-57
617 Bk. 113/Felak ve 114/Nâs sûreleri
618 18/Kehf, 28
• 249 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
tır. Allah bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Rabbinize yalvara yalvara ve
için için duâ edin. Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez.” 619
Kur’an’da mü’minlerin duâları anlatılırken gizli bir şekilde ve son derece
samimi bir ruh haliyle duâ ettikleri haber verilir. Hz. Zekeriya bu konuda
örnek verilen peygamberlerden biridir: “(Bu) Rabbinin, kulu Zekeriya’ya
rahmetinin zikridir. Hani o, Rabbine gizlice seslendiği zaman; demişti ki:
“Rabbim, şüphesiz benim kemiklerim gevşedi ve baş, yaşlılık aleviyle tutuştu;
ben sana duâ etmekle mutsuz olmadım. Doğrusu ben, arkamdan gelecek yakınlarım
adına korkuya kapıldım, benim karım da bir kısır (kadın)dır. Artık
bana Kendi katından bir yardımcı armağan et.”620 Bir başka âyette ise duânın
“umut ve korku” dolu yapılması gerektiği haber verilir: “Onların yanları
yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla duâ ederler...” 621
Mü’min, hem Allah’a karşı içli, saygı dolu bir korku duyacak, hem de
O’nun rahmetini ve nimetini ümit edecektir. Allah, samimi bir biçimde,
Kendi rızâsı aranarak yapılan bir duâyı kabul eder. Kur’an’da, bu konuda
bildirilen âyetler şöyledir: “Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak
ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana duâ ettiği zaman duâ edenin duâsına cevap
veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman
etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar.” 622; “Rabbiniz dedi ki:
“Bana duâ edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibâdet etmekten büyüklenen
(müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir.”
623
İnsan, duâ ederken Allah’ın kendisine icabet edeceğinden emin olmalıdır.
Allah’ın her yeri çepeçevre sarıp kuşattığının farkında olup, buna içtenlikle
iman eden bir mü’min, Allah’ın kendisini her an, her cepheden görüp
duyduğunun bilinciyle duâ eder. Coşkulu bir beklenti içinde, bir an dahi
olsun ümitsizliğe kapılmadan, duâsına icabet edilmesini bekler. Allah’ın
adâletine olan kesin inancı sebebiyle, aceleci ve ümitsiz bir tutum sergilemekten
kaçınır. Kur’an âyetlerinin rehberliğinde kendini yönlendiren bir
mü’minin zihninde, duâsının karşılığını görememek yönünde en ufak bir
şüpheye yer yoktur.
619 7/A’râf, 55
620 19/Meryem, 2-5
621 32/Secde, 16
622 2/Bakara, 186
623 40/Mü’min, 60
• 250 •
Ahmed Kalkan
Duâyı, Allah’ın yardımından kesinlikle kuşkuya düşmeden, kabul olacağına
kesin olarak iman ederek dile getirmek gerekir. Aksi bir tutum içinde
bulunan, yani Allah’ın icabetine karşı kuşku ile yaklaşan kişi ise, daha
başlangıçta Kur’an mantığı ile ters düşer. Çünkü duânın özünde, tam bir
inanmışlık ve içtenlikle Allah’a yönelme yatar. Hz. Salih’in âyette haber verilen,
“... Şüphesiz benim Rabbim yakın olandır (duâları) kabul edendir.”624
sözüyle ifade ettiği gibi, mü’min Allah’a karşı tam bir güven içinde olmalıdır.
Ancak bu icâbet, mutlaka insanın istediği şeyin aynen gerçekleşeceği
anlamına gelmez. Çünkü bazen insan gerçekte kendisi için zararlı olan bir
şeyi de Allah’tan talep ediyor olabilir. Bu durumda Allah ona o istediğini
vermek yerine daha hayırlı ve güzel olan bir başka şeyi verir.
Allah her zaman samimi bir duâya icabet eder. Ancak bu icabet, her
zaman insanın talebinin aynen yerine getirilmesi demek değildir. (Nitekim
“icâbet“, “cevap vermek” anlamına gelir.) Çünkü insan, “... Olur ki hoşunuza
gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için
bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” 625 hükmüne göre, aynı örnekteki
çocuk gibi, neyin iyi neyin kötü olduğunu her zaman ayırt edemeyebilir.
Ve bu yüzden farkında olmadan “İnsan hayra duâ ettiği gibi, şerre de duâ
etmektedir. İnsan, pek acelecidir” 626 âyetine göre, belki gerçekte zararlı olan
bir şeyi istiyor olabilir.
Bu nedenle insan Allah’tan, öncelikle O’nun rızasını, O’nun rahmetini
talep etmelidir. Allah’tan kendisini eğitmesini, olgunlaştırmasını dilemelidir.
Bunun nasıl olacağını Allah daha iyi bilir. Nitekim peygamberlerin
duâları da bu şekildedir. Hz. Süleyman’ın “... hoşnut olacağın salih bir amelde
bulunmamı ilham et” 627 şeklindeki duâsı, örnektir.
Bunun yanı sıra, mü’min, Allah’ın Kur’an’da övdüğü ve hedef olarak
gösterdiği her türlü nimeti Allah’tan isteyebilir. Bu konularda yaptığı duâsında
ise son derece samimi ve içten davranmalı, istediği herşey için Allah’a
624 11/Hûd, 61
625 2/Bakara, 216
626 17/İsrâ, 11
627 27/Neml, 19
• 251 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
duâ etmekten çekinmemelidir. Çünkü insanın neler istediğini bilen, bunun
da ötesinde o isteği onun içine koyan, zaten Allah’tır.
Allah duâlara icabet edendir. Mü’minlerin samimi duâlarını asla cevapsız
bırakmaz. Geçmişte peygamberlerin duâsı ile helâk edilen kavimler bu
konuda bir örnektir: “(Peygamberler) Fetih istediler, (sonunda) her zorba
inatçı bozguna uğrayıp -yok oldu- gitti.”628
Kur’an’da bunun daha pek çok örneği verilmektedir. Allah duâları karşılığında
pek çok peygamber ve sâlih mü’mini sıkıntıdan kurtarmış ve nimetlendirmiştir:
“Eyüp de; hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: ‘Şüphesiz
bu dert (ve hastalık) beni sarıverdi. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın.’
Böylece onun duâsına icâbet ettik. Kendisinden o derdi giderdik; ona
katımızdan bir rahmet ve ibâdet edenler için bir zikir olmak üzere ailesini
ve onlarla birlikte bir katını daha verdik. İsmail, İdris ve Zü’l-Kifl, hepsi sabredenlerdendi.
Onları rahmetimize soktuk, şüphesiz onlar sâlih kimselerdi.
Balık sahibi (Yunus’u da); hani o, kızmış vaziyette gitmişti ki; bundan dolayı
kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı. (Balığın karnındaki) Karanlıklar
içinde: ‘Senden başka ilâh yoktur, sen yücesin, gerçekten ben zulmedenlerden
oldum’ diye çağrıda bulunmuştu. Bunun üzerine duâsına icabet
ettik ve onu üzüntüden kurtardık. İşte Biz, iman edenleri böyle kurtarırız.
Zekeriya da; hani Rabbine çağrıda bulunmuştu: ‘Rabbim, beni yalnız başıma
bırakma, sen mirasçıların en hayırlısısın.’ Onun duâsına icabet ettik, kendisine
Yahya’yı armağan ettik, eşini de doğurmaya elverişli kıldık. Gerçekten
onlar hayırlarda yarışırlardı, umarak ve korkarak bize duâ ederlerdi. Bize
derin saygı gösterirlerdi.” 629
Duâ eden insan, Allah’ın kendisini gördüğünü, duyduğunu kavramış, O’na
olan saygı ve korkusunu ortaya koymuş ve O’nun önünde kulluğunu açıkça
kabul etmiş olur. Bu nedenle duâ büyük bir ibâdettir. Dolayısıyla duâ, yalnızca
duâ sırasında istenen şey için değil, başlı başına bir ibâdet olduğu için de yapılır.
İnsanı duâ etmeye yönelten her türlü istek, bu ibâdetin vaktinin geldiğinin
göstergesidir. İnsanın istekleri sürekli olduğu için, duâsı da sürekli olmalıdır.
İnsanın yoğun bir konsantrasyon yaşayacağı belli vakitler -örneğin, Kur’an’da
sabah namazı sonrasındaki duâya ve gece vaktine dikkat çekilir- olabilir.
628 14/İbrahim, 15
629 21/Enbiyâ, 83-90
• 252 •
Ahmed Kalkan
Ama gün içinde de mü’minin sürekli duâ halinde olması gerekir. Her
iş, her olay Allah’ın kontrolünde geliştiğine göre, herşeyde Allah’a yönelmek
ve O’ndan istemek gerekmektedir. Mü’min herhangi bir iş üzerindeyken de
yaptığı işte başarılı olmak ve yapılan iş sayesinde Allah’ın rızasını kazanmak
için duâ edebilir. Nitekim Kur’an’da Hz. İbrahim’in bu tür bir duâsı
örnek gösterilmektedir: “İbrahim, İsmail’le birlikte Evin (Kabe’nin) sütunlarını
yükselttiğinde (ikisi şöyle duâ etmişti): “Rabbimiz bizden (bunu) kabul
et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin.” 630
Mü’min, “Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler”
631 âyetinde tarif edildiği gibi, her durumda Allah’a duâ edebilir, O’na
dönüp-yönelebilir. Nitekim Kur’an’da mü’minlerin bu özelliği sık sık övgüyle
anlatılmaktadır: “Doğrusu İbrahim, yumuşak huylu, duygulu ve gönülden
(Allah’a) yönelen biriydi.” 632; “Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti;
Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.”
633; “Sen onların söylediklerine karşı sabret ve Bizim güç sahibi kulumuz
Dâvud’u hatırla; çünkü o, (her tutum ve davranışında Allah’a) yönelen biriydi.”
634; “... Gerçekten, Biz onu (Eyüb’ü) sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu.
Çünkü o, (daima Allah’a) yönelen biriydi.” 635
Duânın önemini kavramak için, şu âyet yeterlidir: “De ki: “Sizin duânız
olmasaydı Rabbim size değer verir miydi? Fakat siz gerçekten yalanladınız;
artık (bunun azabı da) kaçınılmaz olacaktır.” 636
Bu arada Kur’an’da sık sık vurgulanan önemli bir noktaya dikkat etmek
gerekir. Kur’an’da bildirildiğine göre, Allah’tan başka ilahlar edinenler
(müşrikler) de kimi zaman Allah’a duâ etmektedirler. Ancak bu kişilerin
duâsı ile mü’minlerin duâsı arasında büyük bir fark vardır. Mü’minler, her
zaman ve her durumda Allah’a yönelirler. Sıkıntı ya da rahatlık karşısında
tavırları değişmez. Sürekli olarak Allah’a karşı olan acizliklerini bilir ve duâ
halini korurlar. Müşrikler ise, hayatlarının büyük kısmında Allah’ı unutmuş,
O’ndan yüz çevirmiş durumdadırlar. Böyle zamanlarda Allah’tan baş-
630 2/Bakara, 127
631 3/Âl-i İmran, 191
632 11/Hûd, 75
633 16/Nahl, 120
634 38/Sâd, 17
635 38/Sâd, 44
636 25/Furkan, 77
• 253 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
ka taptıkları varlıkların peşinde koşar, onlara yönelirler. Ancak büyük bir
zorlukla ve sıkıntıyla karşılaştıklarında Allah’ı hatırlar ve O’na karşı acizliklerini
kabullenip duâ ederler. Sıkıntı halinde yaptıkları bu duâ samimidir;
ancak sıkıntı geçtikten sonra tekrar eski hallerine dönerler. Allah’a duâ etmiş,
Allah’tan medet ummuş olduklarını unutur ve nankörlük ederler.
Kur’an’da, bu müşrik tavrının pek çok örneği verilir: “İnsana bir zarar
dokunduğunda, yan yatarken, otururken ya da ayaktayken Bize duâ eder;
zararını üstünden kaldırdığımız zaman ise, sanki kendisine dokunan zarara
Bizi hiç çağırmamış gibi döner-gider. İşte, ölçüyü taşıranlara yapmakta oldukları
böyle süslenmiştir.” 637
“İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirir ve yan çizer; ona bir şer
dokunduğu zaman ise, artık o, geniş (kapsamlı ve derinlemesine) bir duâ sahibidir.”
638
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman, gönülden katıksızca yönelmiş olarak
Rabbine duâ eder. Sonra ona kendinden bir nimet verdiği zaman, daha
önce O’na duâ ettiğini unutur ve O’nun yolundan saptırmak amacıyla Allah’a
eşler koşmaya başlar. De ki: “İnkârınla biraz (dünya zevklerinden) yararlan;
çünkü sen, ateşin halkındansın.” 639
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman, Bize duâ eder; sonra tarafımızdan
ona bir nimet ihsan ettiğimizde, der ki: “Bu, bana ancak bir bilgi(m) dolayısıyla
verildi.” Hayır; bu bir fitne (deneme)dir. Ancak çoğu bilmiyorlar.” 640
“İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman, ‘gönülden katıksız bağlılar’ olarak,
Rablerine duâ ederler; sonra kendinden onlara bir rahmet tattırınca hemencecik
bir grup Rablerine şirk koşarlar.” 641
Bazı âyetlerde ise denizde çaresizlik içinde kalmış insanların örneği
verilir: İnsanlar, batmak üzere olan bir gemide olduklarında son derece samimi
bir şekilde duâ etmekte, Allah’tan bağışlanma ve kurtuluş dilemek-
637 10/Yûnus, 12
638 41/Fussılet, 51
639 39/Zümer, 8
640 39/Zümer, 49
641 30/Rûm, 33
• 254 •
Ahmed Kalkan
tedirler. Burada yaptıkları duâ samimidir, çünkü Allah’tan başka taptıkları
herhangi bir varlığın (örneğin, aileleri, kavimleri, liderleri vb.) kendilerini
kurtaramayacağını anlamış ve yalnızca Allah’a yönelmişlerdir. Ancak Allah
onları boğulmaktan kurtarıp karaya çıkardığında hemen müşrik tavrını
yeniden gösterir ve Allah’ı unuturlar. Kur’an’da onların bu tavırları şöyle
bildirilir:
“Karada ve denizde sizi gezdiren O’dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz
zaman, onlar da güzel bir rüzgarla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla
sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgar gelip çatar ve her yandan dalgalar
onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken,
dinde O’na gönülden katıksız bağlılar (muhlisler) olarak Allah’a
duâ etmeye başlarlar: ‘Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, muhakkak
sana şükredenlerden olacağız.’ Ama (Allah) onları kurtarınca, hemen
haksız yere, yeryüzünde taşkınlığa koyulurlar. Ey insanlar, sizin taşkınlığınız,
ancak kendi aleyhinizedir; (bu) dünya hayatının geçici metaıdır. Sonra dönüşünüz
Bizedir, Biz de yaptıklarınızı size haber vereceğiz.” 642
“Onları kara gölgeler gibi dalgalar sarıverdiği zaman, dini yalnızca O’na
“halis kılan gönülden bağlılar” olarak Allah’a yalvarıp yakarırlar (duâ ederler).
Böylece onları karaya çıkarıp-kurtarınca, artık onlardan bir kısmı orta
yolu tutuyor. Bizim âyetlerimizi gaddar, nankör olandan başkası inkar etmez.”
643
“De ki: “Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki,
siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak duâ etmektesiniz: Andolsun,
bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz.” De ki: “Ondan ve
her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız.”
644
Oysa mü’minlerin yapması gereken her ortamda duâ halini sürdürmek,
Allah’tan başka dost ve yardımcı olmadığını kavrayarak Allah’a güvenmektir:
“Öyleyse, dini yalnızca O’na halis kılanlar olarak Allah’a duâ (kulluk)
642 10/Yûnus, 22-23
643 31/Lokman, 32
644 6/En'âm, 63-64
• 255 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
edin; kafirler hoş görmese de.” 645; “De ki: “Ben gerçekten, yalnızca Rabbime
duâ ediyorum ve O’na hiç kimseyi (ve hiçbir şeyi) şirk/ortak koşmuyorum.” 646
Mü’min duâ ettiği, Allah’tan yardım dilediği zaman gerçek mutluluğu
ve huzuru yakalar. Kendi gücünün hiçbir şeye yetmediğini, ancak gücü
herşeye yeten Rabbimizin kendisini koruyup-gözettiğini hisseder. Bu, insan
için en büyük mutluluktur. Bu nedenle duâ bir zevktir ve cennette de
sürecektir. Kur’an’da, mü’minlerin cennette de duâ halinde olduğu şöyle haber
verilir: “İman edenler ve salih amellerde bulunanlar da, Rableri onları
imanları dolayısıyla altından ırmaklar akan, nimetlerle donatılmış cennetlere
yöneltip-iletir (hidâyet eder). Oradaki duâları: “Allah’ım, Sen ne yücesin”-
dir ve oradaki dirlik temennileri: “Selam”dır; duâlarının sonu da: “Gerçekten,
hamd alemlerin Rabbi olan Allah’ındır.” 647
Duâ mü’minler için ibâdettir. Allah’ı Rabb bilip O’nun önünde secdeye
kapananlar, ihtiyaçlarını Allah’a bildirirler ve O’ndan yardım dilerler. 648
Duâ etmeyi önemsemeyenler, ibâdeti önemsemeyenlerdir. Bu gibi
kimselerin müstekbir oldukları yukarıda geçmişti. Ancak kibirliler, yani
kendilerini üstün makamda görenler, Allah’tan bir şey istemeye tenezzül
etmezler. Böyle bir anlayış şüphesiz ki sapıklığın ve azgınlığın ta kendisidir.
Esasen insan güçsüz olduğu için başkasının yardımına muhtaçtır. Sıkıştığı
zaman birilerinden yardım ister. Ancak insanın öyle ihtiyaçları olur
ki, başkalarının onu karşılaması mümkün değildir. İşte böyle bir noktada
Allah’a inanmayan inkârcılar ve O’na ortak koşan müşrikler bile ortak koştukları
tanrılarını bir tarafa atar ve Âlemlerin Rabbi Allah’tan yardım isterler:
“İnsana bir zarar dokundu mu, yan yatarken, otururken ya da ayaktayken
Bize duâ eder. Zararı üstünden kaldırdığımız zaman ise, sanki kendisine
dokunan zarar için Bize duâ etmemiş gibi döner gider.” 649
İlk insandan günümüze kadar bütün insanların hayatında ibâdet ve duâ
olayı gündemdedir. Din ve ibâdet konularında geçtiği gibi, insan hak veya
batıl mutlaka bir dine inanır.
645 40/Mü’min, 14
646 72/Cinn, 20
647 10/Yunus, 9-10; H. Yahya, Kur’an’da Temel Kavramlar, Vural Yayınları, 138-146
648 1/Fâtiha, 5
649 10/Yunus, 12; 39/Zümer, 49
• 256 •
Ahmed Kalkan
Allah’a inananlar Allah’ın, Allah’ı unutanlar ise ilâh diye inandığı bir
şeyin önünde ibâdet eder, ona sığınır, ondan yardım ister, ya da ondan korkar.
Duâ etmek te bu tapınmanın bir parçasıdır. İster müslüman olsun, ister
gayri müslim olsun; kimileri rahata kavuşunca, kendini güçlü hissedince
duâ etmekten kaçınır. Bu gibilerin hayatında duâ’nın yer almaması işin aslını
değiştirmez. Onlar da dara düşünce sığınılacak ve yardım istenecek bir
melce (kucak) ararlar.
İslâm’a göre ise duânın ibâdet olarak apayrı bir yeri vardır. İslâm’a göre
duâ, bir psikolojik rahatlama aracı değildir. Hele hele bazılarının zannettiği
gibi, işleri görünmeyen bir ilâh’a havele etmek hiç değildir. Duâ, bir korkunun,
bir endişenin, bir ürpertinin sonucunda bir sığınma, o ürpertiden
kurtuluş arzusu da sayılamaz. Eski dinlerde olduğu gibi kızgınlığından ve
kötülüğünden kurtulmak üzere ilâhlara el açmak da değildir.
Duâ bir iman, bir aksiyon, bir çaba ve uyanıştır. Allah’ı ve O’na ait hâkimiyeti,
ilâhlığı tanıma, itiraf etmedir. Hayatın amacını idrâk etme, yaşayışı
programa koyma, ilerisi için hazırlık yapma, Din için çalışmaya (cihada)
azmetme, toparlanma ve eksikliklerini gidermedir.
Duâ, Allah’ın makamından sürekli bir istemedir. Bu isteme mü’min için
itikat, bir şiar (müslüman olmanın işareti), bir hayat hedefidir. Mü’min özlediği
İslâmí hayata duâ ederek kapı açmaya çalışır. O, Allah’ın bitmez-tükenmez
hazinelerini, iyi bir mü’min olma uğruna ister, onların yeryüzüne
inmesini niyaz eder.
Duâ mü’min için, yüce idealleri, dünya ve içindekilerden daha değerli
şeyleri bulabilmenin, onlara ulaşmak için çaba göstermenin aracıdır. İnsanların
yaşaması için araç kılınan ‘dünya ve ondan bir şeye sahip olmak’
tekamül (ileriye gitme) değildir. İnsan için tekâmül, bunun da ötesinde
yüce hedeflerdir.
Duâ, mü’mini ayrılığın yalnızlığından, yalnızlığın sıkıntısından kurtarır.
Duâ, mü’minin, muhabbetinin, saygısının ve teslimiyetinin eyleme
dönüşmüş şeklidir.
Mü’min, duâ etmeden önce duâya hazırlanır. Yani o önce fiilí duâda
bulunur. İbadetini noksansız yapmaya çalışır. Varacağı hedef için gerekli
çalışmaları yapar. Tehlikelere karşı yeteri kadar tedbir alır. Emredileni ya•
257 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
par, yasaklanandan kaçar. Bundan sonra da amelin kabulü için duâ eder,
gücünü aşan konularda Allah’tan yardım diler, eksikliğinin tamamlanması,
hatasının affi için Allah’a sığınır, tevbe eder. Allah’a bağlılığını ve sevgisini
duâ ile ortaya koyar.
Duâya hazır olma noktasında Peygamberimizin tavrı örnektir. O, her
konuda yılmadan, usanmadan, kınayanların kınamasından korkmadan
ısrarlı bir şekilde çalıştı, mücadele için lazım olan şartları yerine getirdi.
Hatta ayakları şişinceye kadar ibâdete gece gündüz devam etti. Rabbinin
rızası dışında hiç bir iş yapmamaya özen gösterdi. Peygamberlik görevini
hakkıyla yerine getirdi ve sonra da ellerini açıp her an, belki günde yetmiş
defa Rabbine duâ etti. Duâ ile Rabbine halini arzetti.
Mü’min, her konuda üzerine düşen görevi yaptıktan sonra duâya da
başvuracaktır. Kısaca, duâ etmeye yüzü olacaktır. Hiçbir şey yapmadan, çalışmadan,
tehliklere karşı tedbir almadan, toplumun ve nefsin ıslahı için bir
şey yapmadan, günahlardan korunmadan; ‘Rabbim, şunu yap, bunu hallediver,
istersen affet, düşmanı kahret, ortalığı düzelt, ihtiyaçlarımızı gider’
demek duâ değildir. Böyle yapmanın duânın ihlâsıyla bir ilgisi yoktur. 650
Duâ Edilmek, Yalnızca Allah’ın Hakkıdır
O halde duâ sadece Allah’a yapılmalı, araya başka biri aracı olarak sokulmamalıdır.
Nitekim namazın her rekâtında tekrar ettiğimiz Fatiha Sûresi’nde:
“Sadece Sana ibâdet eder ve sadece Senden yardım dileriz.”651 buyurulur.
Kullardan istenecek yardım, onların güçleri dahilinde olan bir şey olmalıdır.
Güçlerinin yetmediği bir şey onlardan istenemez. Hatta kulların
güçlerinin dahilinde olan bir şeyin yapılmasını kendilerinden istediğimiz
zaman bile asıl sebebin Allah olduğunu, O’nun dilemesi olmadan o şeyin
gerçekleşmesinin mümkün olmadığını bilmek gerekir. Allah insana şahdamarından
daha yakındır ve O’nun insana merhameti, bir annenin çocuğuna
merhametinden çok fazladır. Bir âyette şöyle buyurur: “Kullarım sana
beni sorunca, haber ver ki, ben şüphesiz onlara yakınım. Bana duâ edenin
650 Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 153-155
651 1/Fâtiha, 5
• 258 •
Ahmed Kalkan
duâsını kabul ederim.”652 Duâ yalnız Allah’a yapılır; istek ve yardım sadece
Allah’tan istenir. Allah’tan başkasından bir yardım ve istekte bulunan, müşriktir.
Hatta ölümlerinden sonra kabirleri başında veya uzaktan peygamberlere
ve salih kullara duâ edip yakaranlar, aynen yıldızlara sığınan ve meleklerle
peygamberleri rabler edinenler gibi Allah’tan başkasına duâ eden
müşriklerdir. Ancak melekler mü’minler için duâ ve istiğfar etmektedirler.
Hz. Peygamber’den nakledilen rivâyetlerde “Yâ Rabbi, Yâ Rabbi” diye
duâya başlanır, bazılarının yaptığı gibi “Ya Hannân, ya Mennân” denilmez.
Yine cahil halkın büyük bir kısmı Allah’tan başkasından yardım dilemeyi
öyle bir hale getirmişlerdir ki, kabirler Allah’a duâda birer şirk aracı yapılmıştır.
Oysa Rasûlullah dahi, “Ey Allahım, benim kabrimi kendisine ibâdet
edilen bir put haline getirme... Peygamberlerin kabirlerini mescid edinen
kimselere Allah’ın gazabı şiddetlidir... Benim kabrime ikide bir gelip orayı
bayram yerine çevirmeyin.”653 diye uyarmıştır Halkın, Telli Baba, filân baba,
falan şeyhin kabrinde kuyruğa girerek onlardan yardım dilemesi şirkten
başka birşey değildir, bid’attir. Mü’minler, aynen müşriklerin ve bid’at ehlinin
yaptığı gibi ölüye yakarmaz, onlardan birtakım ihtiyaçların karşılanmasını
istemez, kabir başında yapılan duânın evde yapılandan üstün olduğuna
inanmaz, bu kimselere yemin ederek Allah’tan talepte bulunmazlar.
“Allah bize yeter, o ne güzel vekildir.” derler.654 Dinin esası da budur. Salât,
Arapça’da duâ anlamına da gelir: “Ey peygamber, Mü’minlere selât et, çünkü
senin duân onlar için huzur ve sükûnettir.”655 Duâda istenene kavuşma ve
korkulandan kurtulma isteği vardır. Bu da ancak Allah’tan istenir.
İslâm bilginleri bid’at duâ şekillerini şöyle tespit etmişlerdir: Ölü ya da
gaip birinden yardım dilemek. Ey efendi hazretleri bana mağfiret et, tövbemi
kabul et, demek şirktir. Peygamber ve salihlerden, ölmüş veya gaip birine
benim için Allah’a duâ et’, demek bid’attir. Ölülerden medet umulmaz.
Kabirleri ziyarette ölülere ancak selâm verilebilir, onlara Kur’ân okunur. Allah’a,
Allah’ım senden filancanın yanındaki makamı hakkı için şunu şunu
istiyorum; diye duâ etmek, nehyedilmiştir. Çünkü, “Yardım Allah’tandır.”656;
652 2/Bakara, 186
653 İmam Mâlik, Muvatta, Kasru's Salât fi's-Sefer 85; Ebû Dâvud, Menasik 100
654 3/Âl-i İmrân, 173
655 9/Tevbe, 103
656 8/Enfâl, 10
• 259 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“İnsanlar (mahşerde) toplandıkları zaman kendisine duâ edilenler, onlara
düşman olurlar ve onların kendilerine olan duâlarını inkâr ederler.” 657
Duâ Ederken Dikkat Edilecek Hususlar
Duânın muhteviyatı, Allah’tan istenen meseleyle ilgili olmalıdır. Meselâ
yemek duâsı ayrıdır yolculuğa çıkıldığında yapılacak duâ ayrıdır... Birçok
konuda Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledilmiş duâlar mevcuttur. Kur’ân-ı
Kerim’de geçmiş peygamberlerin duâları zikredilir. Duâ bu me’sur duâlarla
yapılabileceği gibi, kişinin kendi gönlünden kopanın anlatımı da olabilir.
Ancak belli davranışlarda; meselâ kabir ziyaretlerinde, yemeklerden sonra,
helâya girerken, yeni bir elbise giyerken, yolculuğa çıkarken... Hz. Muhammed’den
(s.a.s.) nakledilmiş duâlarla duâ etmek hem sünnet, hem de daha
güzeldir.
Duâ eden kişi gönülden etmeli, duâsında iyi şeyleri isteyerek kendisi de
o doğrultuda çaba sarfetmelidir. Kişi duâsında samimiyetini tavırlarıyla da
ortaya koymalıdır. Meselâ duâsında Allah’ın emirlerine itaat eden samimi
bir müslüman olmayı ifade ediyorsa, hareketleriyle de böyle bir müslüman
olma çabası içerisinde olmalıdır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:
“Bilin ki, Allahu Teâlâ, kendisinden gâfil bir kalbin duâsını kabul etmez.” 658
Şüphesiz ki Allah insanın kalbinden geçenleri ve ihtiyaçlarını bilir.
Ancak dil ile duâ etmenin insanın kendisinin eğitilmesi konusunda etkisi
vardır. Ayrıca duâ Allah’ın bir emrinin yerine getirilmesidir, bir ibâdettir.
Kur’ân-ı Kerim’de Hak Teâlâ kendisine nasıl duâ edileceğini kullarına
öğretir, resûllerinin duâlarını bize haber verir. Mü’minler önce bu duâlara
bakmak ve böyle duâlarla Allah’ı zikretmek durumundadırlar. Gerçekten
bilmediğimizi ve en güzelini öğreten Allah’tır. “... Ey Rabbimiz unutur veya
hata edersek bizi sorumlu tutma... ” 659
657 46/Ahkaf, 6; M. Sait Şimşek, Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 1, s. 417-418
658 Tirmizî, Deavât 64
659 2/Bakara, 286
• 260 •
Ahmed Kalkan
Eyüp Aleyhisselâm, “Ya Rabbi, gerçekten benim başıma bela geldi. Halbuki
sen merhametlilerin merhametlisisin.“660; Zekeriya (a.s.), “Rabbim, beni
yalnız bırakma...“661; Âdem (a.s.), “Ey Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik.
Eğer sen bizi affetmez ve bize acımazsan mutlaka zarara uğrayanlardan oluruz.”
662 diyerek duâ etmişlerdir. “Beni müslüman olarak öldür ve beni salih
kullarına kat...” 663 duâsı Yusuf ’un (a.s.); “Senden başka hiçbir ilah yoktur.
Seni tenzih ederim. Ben zâlimlerden olmuştum.” duâsı da Yûnus’un (a.s.)
duâsıdır.
İmam Ahmed b. Hanbel’in Ebû Saîd el-Hudrî’den (r.a.) rivâyet ettiği bir
hadîste: “Duânın karşılıksız kalmayacağı, bilâkis üç şeyden birinin mutlaka
meydana geleceği; ya kabul ya âhirete bırakma yahut eda edilen duâ oranında
günahın affedileceği” beyan buyurulmuştur.
Hz. Muhammed (s.a.s.) şöyle buyurur: “Ümmetimden yetmiş bin kişi
sorgusuz sualsiz Cennet’e girecektir. Bunlar, rukye talep etmeyen, dağlayarak
tedavi yapmayan, olayları uğursuzluğa yormayanlar ve Rablerine tevekkül
eden kimselerdir.“664 Yani mü’minler ancak “Bize Allah yeter. ” demelidir.
Rukye, okuyup üfleyerek tedavi demektir. Bütün peygamberler en kötü
durumlarda yalnız Allah’a sığınmışlardır. Bunu da namazla yapmışlardır.
Çünkü duâ esas olarak namazdadır ve devamlılığı vardır.
Müslüman müslüman kardeşi için duâ edebilir. Rasûlullah, “Kim bir
hidâyete çağırırsa, o hidâyete tabi olanların mükafatının aynısı onların mükafatından
hiçbir eksilme olmaksızın bu kimseye de verilir.” buyurmuştur.665
Ebeveyn, kendilerine duâ eden çocuklarının amelinden istifade eder: “İnsanoğlu
öldüğü zaman artık ameli kesilmiştir. Yalnız şu üç şey bunun dışındadır:
Sadaka-i cariye, faydalanılan ilim ve duâ eden salih evlât.“666 Rasûlullah,
ümmetinden kendisine duâ etmelerini istemiştir. Cenâb-ı Hak, “O’na
salât ve selâm getirin” 667 diye emretmiştir. Mü’min, Allah’tan peygamber
için vesîleyi isterse kıyamette o kimseye onun şefaati haktır. Rasûlullah um-
660 21/Enbiyâ, 83
661 21/Enbiyâ, 89
662 7/A'râf, 23
663 12/Yusuf, 101
664 Buhârî, Tıb: 18; Müslîm, İman: 371, 372.
665 Müslim, İlm: 16; Ebû Dâvûd, Sünnet: 6; Tirmizî, İlm: 15.
666 Müslim, Vasiyyet: 14; Ebû Dâvud, Vesâyâ: 14.
667 33/Ahzâb, 56
• 261 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
reye giden Ömer (r.a.)’e: “Bizi de duândan unutma kardeşim.” demiştir.668
Rasûlullah her zaman ümmetini sadece Allah’a kulluğa çağırmıştır. Hanefi
fukâhâsı: “Bir yaratık aracılığıyla Allah’tan bir şey istenemez” demiştir. Hz.
İbrahim, “Doğrusu benim Rabbim duâyı işiticidir.“669 demiştir. Hz. Peygamber:
“Biriniz duâ edeceği zaman Allah’a hamd ve senâ ile başlasın, Rasûlüne
salâvât getirsin ve bundan sonra artık dilediği duâyı yapsın.” buyurmuştur.670
Sâlih ameller vesîlesiyle talepte bulunmanın örneklerinden birisi mağaraya
sığınan üç kişinin duâsıdır. Bunlardan her biri yalnızca Allah’ın rızâsını
gözettiği önemli bir amelini zikrederek duâda bulunmuştu. Çünkü böyle
bir amel, Allah’ın, sahibinin duâsının kabulünü gerektirecek bir sevgi ile
sevdiği ve razı olduğu bir şeydi. Birisi ana-babasına yaptığı iyiliği zikrederek;
diğeri tam iffeti delâletiyle; öteki ise emanete gösterdiği riâyet ve iyilikseverliği
ile duâda bulunmuştu.671 İbn Ömer’in meşhur duâsı şöyledir: “Yâ
Rabbi, Senden beni İslâm’a erdirdiğin gibi ondan beni uzaklaştırmamanı ve
müslüman olarak canımı almanı diliyorum.” 672
Duânın Psikolojik Cephesi
Tatmin edilmemiş sonsuz istek ve arzularımız şuur altına atılarak bizde
umulmayan zamanlarda çeşitli buhranlara, iç sıkıntılarına yol açar. Duâ ile
en gizli, en mahrem duygularımızı dile getirir, içimizi boşaltır, ümidimizi
kuvvetlendirir, korkularımızı hafifletiriz. Duâ, içimize eşsiz bir rahatlık verir,
gerginliklerimizi giderir. Duâ ile kendimizi Allah’a daha yakın hissederiz.
Duâsız bir insan, ışıksız bir mahzene benzer. Duâsız insan, yalnızlığın
karanlık hapishanesi içinde çırpınan bir zavallıdır. Duâ ile benlik duvarlarını
aşabiliriz. Çünkü duâ, engel ve uzaklık tanımaz. Zaman ve mekânlar
ona engel olamaz. Duâ ile sonsuz aczimizi yüce Allah’ın sonsuz kudretine
bağlama saâdetine ereriz. Duâ ile ruh gücümüzü kanatlandırırız. Duâda iç
varlığımız aydınlanır. Duâda kendi gücümüzle değil; Allah’ın sonsuz gücüyle
iç ve dış düşmanlarımıza meydan okuruz.
668 Ebû Dâvûd, Vitr: 23; Tirmizî, Daavât: 109; İbn Mâce, Menâsik: 5.
669 14/İbrahim, 39
670 Ebû Dâvûd, Salât: 358; Tirmizî, Daavât: 65.
671 Buhârî, Hars 13
672 M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 417-418
• 262 •
Ahmed Kalkan
İbâdet yapmamak ve duâ etmemekten dolayı ruhları aç kalan nice
insanlar vardır ki, uygarlığın bütün lüks ve konforu, ellerindeki servet ve
imkânlar onları mutlu edememiştir. Huzurdan yoksun olan bu zavallılar,
vicdanlarıyla baş başa kalmaktan korkarlar. Onların çılgınca eğlence ve
kahkahaları iç varlıklarında tutuşan yangını maskelese bile, kendilerini için
için kemirmekten asla kurtaramaz. Hatırdan hiç çıkarmamak gerekir ki,
ruhun da beden gibi birçok ihtiyacı vardır. Bu hususları gözden uzak tutan
yanlış düşünce ve tavırlar, bugün insanlığı buhranlara sürüklemekte,
kıvrandırmakta, onu gönül huzurundan yoksun bırakmakta ve felâketine
yol açmaktadır. İçimiz iman nuruyla parlamadıkça, ruh yaralarına merhem
olan İlâhî emirler yerine getirilmedikçe, ibâdet ve duâlarla içimizi aydınlatmadıkça
ne içimizin kasveti kaybolur, ne de dünya ve âhiret mutluluğuna
kavuşabiliriz. 673
Duâ, Allah ile kul arasında bir iletişimdir. Duâ etmek için yalnız Allah’a
doğru kendini yöneltmeye doğru bir çaba gerekir. Bu çaba; zekâ ve aklın
itmesiyle değil, sevgiyle ve gönülle olmalıdır. Meselâ, Allah’ın büyüklüğünü
derinden düşünmek duâ sayılmaz. Fakat bu derin düşünce, aşk ve imandan
bir öz ile yoldaş olarak gerçekleşiyorsa, işte o zaman duâ olur. 674
Duâ; ruhun, kalbin ve gönlün, kısacası insanın mânevî varlığının Allah’a
yönelişidir. Duâ esnâsında insanın, bu yönelişe engel olan hususlardan
ilgi ve alâkayı kesip duâ için hazır hale gelmesi gerekir. Duâ, çağırmak, dâvet
etmek anlamında olduğu için, iç dünyamıza Rabbimizi dâvet edeceğimiz
zaman, dâvetten önce, gelecek misafirin rahatsız olacağı şeylerden iç
mekânımızı temizlememiz gerekiyor. İçimizde O’na aykırı duygular olmaması
gerekir. Meselâ, parayı her şeyden çok seven bir insan, bu putu içinde
taşıdığı müddetçe Allah’ı kalbine nasıl yerleştirecek ve O’na gönülden teslimiyetle
nasıl duâ edecek?
Evimize çok saygı duyduğumuz bir kimse geleceği zaman tedirgin oluruz.
Bu tedirginliği “acaba gereken hürmeti, saygıyı gösterebilecek miyiz?
Rahat ettirebilecek miyiz? Bu konuda bir yanlışlık yapar mıyız?” diye yaşarız.
İşte Rabbimiz gibi, varlığımızın kendisine fedâ olduğu ve karşısında
bir “hiç” olduğumuz varlık karşısında duâ ederken aynı his ve duyguları
duymamız gerekir.
673 Abdullah Aymaz, Psikolojik ve Sıhhî Açıdan İbadet, Çağlayan Y., s. 72
674 Alexis Carrel, Duâ, Yağmur Y.
• 263 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Duânın hakikati, kulun Rabbinden yardım dilemesidir. İstenilen varlık,
her zaman isteyenden üstündür. Kul, isteyen makamında olduğu için, zillet
ve perişanlığını Allah’a arz etmeli ve duâ ederken bu makamda olduğunu
unutmamalıdır. Yoksulluğunu sevgi ve saygıyla Allah’a sunmalıdır.
Genellikle felsefî, bilimsel ve düşünsel çaba, araştırma, tahlil ve incelemeler
sonucu elde edilemeyen şeyler; sevgi ile, sevdiğimize bağlanma ile
ve içten gelen bir coşku ve samimiyetle elde edilebilir. Güçlü iman, “yapar”.
Anahtarı bizde olmayan her kapı, ancak sevginin, inanç ve ihlâsın mûcizevî
gücünün saldırıya geçmesiyle kırılabilir, açılabilir. İmkânsız olan şey, sevgi
emredince teslim olmak zorunda kalır. Sevginin, muhabbetin, fedakârlık
ve samimiyetin anlamını iyi kavrayanlar için Allah’ı tanımak çok kolaydır.
Nasıl? Bir gülün kokusunu algılamanın rahatlığıyla!.. Allah’ın huzurunda
olduğumuzu hissedebiliriz ki, her yer O’nunla dopdoludur. O her yerde
vardır. 675
Cibril hadisinde Rasûlullah (s.a.s.) “ihsân”ı tarif ederken, “ihsân; Allah’ı
görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor.”
676 buyuruyor. Bir insan, Allah ile ilişkilerinde ihsan derecesine ulaşmışsa,
o makamın hisleriyle dolmuş ve coşmuşsa, duânın hükmüne vâkıf
olmuş demektir. Çünkü duâ eden insan, dâvet edeceği varlığı her an yanında
hatta şah damarından daha yakın hissediyorsa, O’nu maddî dilinden
ziyade sevginin ve imanın diliyle “Yâ Rabbi, Sen zaten benim halimi
görüyorsun. Gördüğün bir şeyi tekrar Sana dilimle anlatmak benim için
edepsizlik olur. Ama, duâ etmemi istediğin için gönlümle ve dilimle duâ
ediyorum. Artık gereğini Sen bilirsin. Senden gelen her şeye râzıyım” der.
Yanlış anlaşılmasın; ihsan derecesine ulaşmış kimselerin artık ellerini kaldırıp
da dilleriyle Allah’a duâ etmeleri gerekmediği söylenmiyor. Şüphesiz
Rasûlullah (s.a.s.), ihsan makamında olduğu halde, o, hayatının her bölümünde
ölene kadar ellerini açıp diliyle duâ etmiştir. Burada sevgi ve imanla
kurulan fizikötesi bir halin öneminden bahsedilmektedir.
İnsan, yeryüzünde sürdürdüğü hayatında hangi konumda olursa olsun,
-zengin, fakir; yüksek makamların sahibi, makamsız; çevresi geniş veya
kimsesiz- her an duâya muhtaç bir varlıktır. Bu, her yönümüzle sınırlı ve
zayıf bir yaratık olmamızın sonucudur.
675 Ali Şeriati, Duâ, Birleşik Dağıtım, Ankara Y., s. 61-62
676 Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1, Hadis no: 8
• 264 •
Ahmed Kalkan
Tüm insanlar, duâya aynı oranda muhtaçtır. Ama herkes için duâların,
isteklerin mâhiyeti farklı olabilir. Biz, fakir kimselerin zenginlerden daha
çok duâya muhtaç olduklarını zannedebiliriz. Aynı şekilde çevresi kalabalık,
adamları çok olan kimselerin, yalnız insanlardan daha az duâya ihtiyaç
duyabileceklerini de sanabiliriz. Eğer biz böyle düşünüyorsak, duâyı anlamamış
sayılırız.
Meselâ; fakir bir insan düşünün. Ellerini açmış, Allah’ın “Razzâk” ismini
anarak rızkının genişletilmesini istiyor. Bu noktada zengin insanın duâ
etmesine gerek yok diyebiliriz. Hâlbuki bu noktada, zengin insan da ellerini
açıp “Ya Rabbi, beni Karun gibi şımartma. Bana vermiş olduğun nimetlerin
şükrünü edâ etmeyi bana nasip ve müyesser kıl” diye duâ etmelidir. Görüldüğü
gibi, her ikisi de duâya muhtaç. Hatta bize duâya daha az ihtiyacı
var gibi gözüken zenginlerin, belki de fakirlerden daha çok ihtiyacı vardır.
Çünkü varlıkla imtihan edilmek, yoklukla sınanmaktan daha zor ve tehlikelidir.
Çünkü, “insan kendini müstağnî (kendini kendine yeterli) gördüğü
zaman azar, tâğutlaşır.” 677
“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan fakirler sizsiniz. Zengin ve övülmeye
lâyık olan ancak Allah’tır.”678 Ebû Zer (r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allah azze ve celle buyurdu ki: ‘Ey kullarım!
Hepiniz açsınız; ancak Benim yedirdiklerim müstesnâ. O halde sizi yedirmemi
isteyin ki, yedireyim. Ey kullarım! Benim giydirdiklerim dışında hepiniz
çıplaksınız; o halde sizi giydirmemi isteyin ki, giydireyim. Ey kullarım! Sizin
öncekileriniz ve sonrakileriniz, cinleriniz ve insanlarınız, yüksek bir yerde
toplansalar da hepsi Benden (ayrı ayrı şeyler) isteseler, Ben onlardan her birine
isteğini versem; bu, Benim yanımdaki (hazine)lerden ancak denize daldırılan
bir iğnenin (sudan) eksilttiği kadar eksiltebilir.” 679
Demek ki insan ne kadar güçlü ve zengin olursa olsun, Allah karşısında
kendini yoksul görmeli. Zaten insan, kendini yoksul görmezse başkasından
istemenin bir anlamı olmaz. Kudsî hadiste Cenâb-ı Allah’ın “Hepiniz
açsınız ve çıplaksınız. Ancak Benim yedirdiklerim ve giydirdiklerim hâriç”
demesi dikkat çekici bir husustur. Çünkü nice zenginler vardır ki, hâlâ halkı
sömürmenin yollarını aramaktalar. Aç olmasalar böyle davranırlar mı?
Yine nice gardırop dolusu elbiseleri olmasına ve üzerinde giysisi olmasına
677 96/Alak, 6-7
678 35/Fâtır, 15
679 Buhârî, Müslim
• 265 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
rağmen, orası burası çıplak insanlar var. Çünkü giyinirken Allah’a ihtiyaç
duymadan hevâlarına göre giyiniyorlar.
İnsan Allah’ın karşısında devamlı sûrette şu duyguları hissetmeli: “Yâ
Rabbi, beni Sen var ettin. Varlığımı Senin sâyende sürdürüyorum. Sen bana
her şey veriyorsun. Verdiklerinin ve iyiliklerinin sayısı, bilemeyeceğim kadar
çok. Ama bunların karşısında ben Sana yeterince kulluk yapamıyorum.
Ben çok günahkâr ve isyankâr bir kulunum. Aslında yanına varmaya da
utanıyorum. Yanına gelecek yüzüm yok. Fakat Senden başka gidecek bir
yerim de yok. Kapına geldim, beni geri çevirme, yanında bana da bir yer
ver ve beni bağışla...”
Evet, duâ için asıl hazırlık ruhî hazırlıktır; ruhî ve kalbî mânâda bir
yöneliştir. Yoksa fizikî olarak bedeni kıbleye yöneltip elleri açmak ve alışılmış
cümleleri otomatik olarak söylemek duâ edenin sadece basit bir dış
görünüşüdür. Dili, ezberlediği klişeleşmiş duâ metinlerini otomatik olarak
bilinçsizce seslendirirken o, mânevî varlığıyla bir başka işin peşinde, maddî
hayatın içinde olabilir.
Duâ anlatılmaz, duâ yazılmaz! Duâ, kulun Allah ile diyaloga geçmesidir.
Duâ, yalnız dilde gerçekleşen bir olay değildir; onun gerçek yeri ruhtur.
Duâ sözden ziyade histir, coşkudur.
Duânız Olmasa?!
Duâ, insanın halini Allah’a arz etmesi, O’na niyazda bulunması, Rabb’ine
doğru yönelip O’nunla diyalog kurmasıdır. Duâ, insanın kibirlenme ve
istiğnâdan vazgeçip Allah’ın mutlak kudretini, adâletini ve merhametini
kavramasından doğan bir boyun eğmedir. O, insanın kendi ihmallerini
ikmâl eden bir ikbâl kapısı değildir. Kur’an’daki duâ örneklerinin büyük
bir bölümünün, dünyevî nimet ve menfaatlerden ziyade bağışlanma, hidâyet
ve Allah yolunda yardım isteme niteliğinde olması680, değinilen gerçeği
desteklemektedir. Şu halde insan, kendi sorumluluğunu bütünüyle
yerine getirdikten sonra karşısına çıkabilecek engellerin aşılması hususunda
Allah’tan yardım isteyebilir. Kişinin duâyı, bir sihir tekniği gibi
algılamaması ve uygulamaması gerekir. (Zaten sihir de bir kandırmadan,
aldatmaya çalışmaktan başka bir şey değildir).
680 Bak. 1/Fâtiha, 5-7; 7/A'râf, 155-156; 11/Hûd, 47; 40/Mü'min, 7-9 vb.
• 266 •
Ahmed Kalkan
Kur’an’da, insanın çaresizlik içinde ve zor şartlarda duâya başvurması
üzerinde ısrarla durulur. Dinî yönelişin belirgin veya zayıf hale geldiği
durumlar açıklanırken aynı zamanda bu yönelişin, insan tabiatında fıtrî ve
genel bir motif olarak bulunduğu ortaya konulur. Âyetlerin beyanına göre
insan bir tehlike ve sıkıntıya düşerse, bütün samimiyetiyle Allah’a yönelir;
bıkmadan usanmadan duâ edip iyilik ve başarı ister. Fakat kendisini emniyet
içinde ve başarılı gördüğü durumlarda duâ isteği zayıflar, kendi güç ve
yeteneğine güvenip Allah’tan yüz çevirir.681 Buradan şöyle bir sonuca varılabilir.
Din duygusu zayıfladığı zaman insan hayatında olumsuz gelişmeler
görülebilir. Bunu önlemek için insan şuurunda dinî inanç ve duygunun
mümkün olduğu kadar canlı ve etkili bir halde bulunması gerekir. Bu da
duâ ve ibâdetle sağlanır. Bu yüzden Kur’an’da insanların Allah’a duâ etmeleri
istenmiş ve bu duâ O’na kulluk etme belirtisi olarak kabul edilmiştir.682 Şu
halde duâ ve ibâdette amaçlanan şey, insan şuurunda Allah inancının canlı
ve devamlı kalmasını sağlamaktır.
Duâ ederken bazı şeklî ve ahlakî şartlara uyulması gerekir. Bunlardan
en önemlisi, duâ eden kimsenin Allah’a huşû içinde yalvarması, aynı zamanda
edepli, istekli ve ümitli olmasıdır. 683 Ayrıca insan, duâyı duyarlı
bir kalple yapmalı, isteğini sade ve kesin bir dille belirtmeli, Allah’tan beden
ve ruh sağlığı, dünya ve âhiret mutluluğu istemeli, bir de duânın kabulü
için acele etmemelidir. Duâ sözcükleri mümkün olduğunca âyet ve hadislerden
seçilmelidir. Özellikle örnek duâ metni mâhiyetindeki bazı sûre
ve âyetler684, duâ olarak okunabilir. Bunların başında da kulun taleplerini
ve en içten dileklerini benzersiz bir üslûpla dile getiren Fâtiha sûresi gelir.
Bu özelliğinden dolayı anılan sûre, bütün Müslümanların en çok okudukları
duâ metni haline gelmiştir. Ayrıca Hz. Peygamberin duâ ederken en çok:
“Ey Rabb’imiz! Bize bu dünyada iyilik ver, âhirette de; bizi ateşin azabından
koru.”685 anlamındaki âyeti okuduğu ve Müslümanlara da bu âyeti
okumalarını tavsiye ettiği belirtilir.686 Peygamber uygulaması ve tavsiyesi
681 Bak. 10/Yûnus, 12; 17/İsrâ, 11, 67; 31/Lokman, 31; 41/Fussilet, 49-51 vb.
682 Bak. 40/Mü'min, 60
683 Bak. 7/A'râf, 55-56, 205-206 vb.
684 Bak. 2/Bakara, 285-286; 3/Âl-i İmran, 8-9, 16, 53, 191-194; 14/İbrâhim, 35-41; 20/Tâhâ, 25-35 vb.
685 2/Bakara, 201
686 Bk. Buhârî. De'avât 55; Müslim, Zikir 23
• 267 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
nedeniyle Fâtiha sûresi gibi bu âyet de, bütün Müslümanların namazda ve
namaz dışında her vesileyle okudukları duâ âyetleri arasında yer almıştır.
Kur’an’da yer alan duâ âyetleri ile Hz. Peygamber’in aynı mâhiyetteki
hadisleri, hem Allah ve Peygamber sözü olmaları hem de mânâlarının
zengin ve kapsamlı oluşu nedeniyle Asr-ı saâdetten itibaren Müslümanlar
tarafından büyük ilgi görmüş ve bu ilgi me’sur duâların derlendiği birçok
kitabın telif edilmesine yol açmıştır. 687
Duâ konusunun daha iyi anlaşılması için, onun gerçek mâhiyetinin ve
önemli vasıflarının açıklanması şarttır. Kur’an’da duâ edene Allah’ın karşılık
vereceği bildirilir.688 Bunun için prensip olarak duânın fayda verdiğine
inanmak gerekir. Ancak buradan Allah her isteneni yerine getirir
şeklinde bir sonuç çıkarılmamalıdır. Çünkü Allah, sünnetullaha (varlık
ve oluşa egemen kıldığı ilkelere) ters düşmeyen duâları kabul eder. O’nun
kendi yasalarına aykırı davranması beklenemez. Bunun için, kimden gelirse
gelsin Allah, kendi yasalarına ters düşen talepleri reddeder. 689
İslâm ölçülerine uyan gerçek bir duânın iki önemli vasfı vardır. Bunlardan
biri teşebbüs diğeri de tevekküldür. Duânın değerinin olması ve
hedefini bulması için, önce gayretin kuldan gelmesi gerekir. Zira insandan
istenen, İlâhî düzenin gerekleri içinde elinden geleni yapmasıdır. İnsanın
kendi güç ve kapasitesi oranında sebeplere sarılıp işin gereğini yerine
getirmesi, o sebeplerin Yaratıcısına karşı fiilî bir duâdır. Teşebbüs dediğimiz
de budur. Kim yaparsa yapsın böyle bir duâ çoğu kez karşılıksız
kalmaz. Demek ki Allah’ın kâinatta koymuş olduğu düzenin (sünnetullah
dediğimiz değişmez kanunların) gereklerine göre davranmak, bir tür fiilî
duâ olmaktadır. Bu, aynı zamanda Allah’ın rahmet kapısını çalmaktır. Fakat
cevap O’na aittir.
Arzu edilen şeyi elde etmek için teşebbüs gerekli olmakla birlikte tek
başına yeterli değildir. Bir de işin tevekkül boyutu vardır. Teşebbüsün son
sınırına gelince tevekkül alanına girilir. Bu yüzden teşebbüsten sonra güven
içinde Allah’a iltica etmeye tevekkül denir. İşte duâ, bu iki esası kendinde
toplayan bir ibâdettir.
687 Bk. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, IX, 537-538
688 Bk. 2/Bakara, 186 vb.
689 Bk. 11/Hûd, 45-47, 74-76 vb.
• 268 •
Ahmed Kalkan
O, maddî hayat için gerekli olan teşebbüsle mânevî hayat için gerekli
olan iman ve tevekkülü dengeli biçimde yürütme işlemidir. Bunun için
teşebbüs ve tevekkül, İslâm’da duânın iki yönü ve birbirinden ayrılmaz bütünüdür.
Çağımızda Batı âlemi teşebbüse ağırlık verdiği için maddî alanda büyük
bir ilerleme sağladı ve tekniğin zirvesine ulaştı. Ancak tevekkül yönünü
ihmal ettiğinden bu üstünlük insanlığa gerçek bir mutluluk getiremedi.
Doğu âlemi de tevekkülü yanlış yorumlayarak teşebbüsü ve gayreti gevşetti,
sonunda Batı’nın uydusu haline geldi.
Duâ, insanın Allah’tan bir şey istemesi, O’nu anması ve yardıma çağırmasıdır.
O hamd, şükür, zikir, tesbih, istiâne ve istiâze gibi eylemleri kapsayan
dinî duygu ve yönelişin ifadesi, kulluk makamlarının da en önemlisidir.
Bu yüzden Kur’an’da insanın, ancak Allah’a olan yönelişi ile değer kazanacağı
belirtilmiş, “Duânız olmasa Rabb’iniz size ne diye değer versin.”690 denilmiştir.
Öyleyse insan, Allah’a yönelmeli, daima O’nun ilgi ve rahmetini
çekecek bir başvuru içinde olmalıdır.
Tabii ki duâ kadar onun makbul olması da önemlidir. Bunun için Hz.
Peygamber: “Allah’ım! Ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten, fayda
vermeyen ilimden ve kabul olmayacak duâdan Sana sığınırım.”691 diyerek
Rabb’ine yalvarmıştır.
“Ey Rabb’imiz, bu duâmı kabul buyur: Hesabın görüleceği gün, beni,
anamı-babamı ve bütün mü’minleri bağışla.” 692
Sözlü ve Fiilî Duâ
Dille duâ vazifelerimizden sadece biridir. Sebeplere yapışmadan sadece
dille yapılan duâ ile yetinmek, sünnetullahı, Allah’ın kanununu bilmemek
ve ona uymamak demektir. İslâm’ın yeryüzüne hâkim kılınması, sadece
duâ etmekle olacak olsaydı, insanlar içerisinde duâsı en çok kabul edilmesi
gereken Hz. Peygamber (s.a.s.)’di. O bu kadar eziyetlere katlanmaksızın
690 25/Furkan, 77, 324
691 Bk. Tirmizî De'avât 69
692 14/İbrâhim, 40-41; Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 321-
325
• 269 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
duâ ederdi ve görevini tamamlardı. Yani o Mekke günlerini yaşamaya gerek
yoktu. Fakat O böyle yapmadı. Önce üzerine düşen sorumluluğu fiilî olarak
yerine getirdi. Arkasından da ellerini açıp duâ etti. Allah da O’nu mahcup
etmedi.
Biz bu noktadan hareketle duâyı iki kısma ayırabiliriz: Fiilî duâ, Sözlü
duâ. Fiilî duâ, kişinin herhangi bir arzusu karşısında elinden gelen her
şeyi tamamen yapmasını ifade eder. Meselâ, hastasına Allah’tan şifa dileyen
kimsenin, öncelikle tıbbın gerektirdiği şeyleri, imkânları çerçevesinde yerine
getirmesi gerekir. Bunu yerine getirmedikçe, ellerini açıp Allah’tan şifa
dilemesi yeterli olmayacaktır. Çünkü Allah yeryüzündeki her şeyi birtakım
sebeplere bağlamıştır. Gerçi Cenâb-ı Hak, bazen sebepsiz de yaratır, sebepsiz
de verebilir; ama bunu beklemek, Allah’ın hayata koyduğu kanunlara
aykırıdır. Biz o sebepleri yerine getirmekle mükellefiz.
Sözlü duâ ise, kişinin elinden geleni yaptıktan sonra Allah’tan yardım
istemesidir. Fiilî duâ her zaman sözlü duâdan önce gelir. Ama ikisini birbirinden
ayrı düşünemeyiz. Çünkü fiilî duâ bedenin eylemi ise; sözlü duâ
da ruhun eylemidir. Zaten insan bu beden ve ruh ikilisinden oluşan bir
varlıktır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Hayatımı kudret elinde
tutan zat’a (Allah’a) yemin ederim ki, iyiyi emredecek, kötülüğü yasaklamaya
çalışacaksınız veya Allah, size kendi katından bir azab gönderecektir. Sonra
O’na duâ edeceksiniz, fakat duânız kabul olunmayacaktır.” 693
Görüldüğü gibi, fiilî duâ yapmadan, sözlü duânın kabul edilme ihtimali
yok gibidir. Duâ, Allah’tan bir “şey” istemektir. Fakat bu “şey” düşünme, bilim,
sorumluluk, irâde, zahmet, iş, emek ve eziyetin yerini alan bir “şey” olmamalıdır.
Belki bizzat kendisi bu sorumluluğun içindeyken, insan, zaman
zaman ihtiyaç duyduğu bir şeyi elde etmeye yönelik bir duâda bulunabilir.
İşte o zaman, bu “şey”i ister ve alır. 694
İslâm, duâyı insanlar, sorumluluktan veya işten kaçsınlar diye emretmemiştir.
İslâm’ın emrettiği duâ, tüm hazırlıklardan ve işten sonra yapılan
duâdır. Ancak tüm hazırlıkları eksiksiz yerine getirdikten sonra “artık bu
iş tamamdır” deyip de duâdan uzaklaşmak yanlıştır. İşler ancak duâ ile tamam
olur.
693 Tirmizî; Tac Terc. 5/687
694 Ali Şeriati, a.g.e. s. 156
• 270 •
Ahmed Kalkan
Duâyı, sorumluluktan kaçan, tembel, acz içerisinde olan insanların ellerinden
alarak sorumluluğun bilincinde olan ehil insanların ellerine verirsek,
o zaman duâ bir anlam ve aksiyon kazanacaktır. Duâ mert çehrelerde
güzellik kazanır. Hz. Ali gibi, gereken yerde kılıçla duâ etmesini bilmeliyiz.
Onun kılıcı savaş alanında ölüm yağdırırken; dili Allah karşısında âcizliğin
tercümanı oluyor, gözleri de Allah için yaş döküyordu. 695
Fitne, fesat ve zulmün toplumu sardığı, fertleri ifsad ettiği zamanlarda;
önce duâya sarılmak acziyetin, tembelliğin, korkaklığın ve sorumluluktan
kaçtığımızın ifadesidir. Özellikle bugün “müslümanım” diyen insanların
Allah’ın dâvâsı için pek fazla bir şey yapmadıkları halde, hatta bazılarının
tüm mesailerini dünyevî işlere harcadıkları halde, bunların ellerini açıp
“Allah’ım, bize sahip gönder!” dediklerine şâhit oluyoruz. Hâlbuki ortadaki
durumu sahiplenmesi gerekenin bizler olduğumuzun farkında değiliz.
İçinde yaşadığımız hayatta olup biten şeyler bizleri ne kadar ilgilendiriyor?
Gözlerimizle şahit olduğumuz olaylara herhangi bir şekilde sözlü veya
fiilî müdâhale imkânı varken, rahatımızı bozmamak ve kendimizi riske
atmamak için, hep kalb ile buğz(!), dışarıya yansımayan içimizle müdâhale(!)
etme yolunu mu tercih ediyoruz? Cadde ve sokaklarda olup bitenleri
evlerimizin pencerelerinden veya televizyonlarımızın ekranlarından seyrettikten
sonra da kalkıp “Yâ Rabbim...” diye duâ ederek problem ve fitnenin
kalkmasını mı bekliyoruz? Bu ne biçim duâ anlayışı? Rasûlullah (s.a.s.)
böyle mi yapıyordu? Hayır, şüphesiz O önce tebliğ ediyor, sonra arkasından
“Ya Rabbim! Onlar bilmiyorlar, onlara hidâyet ver!” diyordu. Yine savaş
öncesi tüm hazırlıklarını bitiriyor, sonra duâ ediyordu. İşte Hendek savaşı...
Bir-iki ay önce Allah rasûlü hendeklerin kazılmasını, ekinlerin vaktinden
önce biçilmesini, meyvelerin, hurma yapraklarının toplanmasını, cadde ve
sokaklarda barikatlar kurulmasını emretti. Bizzat kendisi de taş ve toprak
taşıdı. Tüm hazırlıkları tamamladı. Bu şekilde fiilî duâyı tamamlayınca arkasından
sözlü duâ yaptı, Allah’tan yardım talep etti. Allah da onlara zaferi
bahşetti.
Bazen, müslüman kardeşlerimiz birbirlerine “bana duâ et” diye ricada
bulunuyorlar. Müslümanların birbirlerinden duâ talep etmeleri güzel bir
şey, yüce dinimizin tavsiyesidir. Ama duâ talep eden kardeşlerimiz acaba
sorumluluklarını yerine getirip getirmediklerine, yani fiilî duâ konusunda-
695 Ali Şeraiti, a.g.e., s. 170
• 271 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
ki hallerine bakıyorlar mı? Fiilî duâları herkesin bizzat kendisinin yapması
lâzımdır. Ancak böyle olursa kendimizin veya bir başka kardeşimizin bizim
hakkımızda yaptığı duânın bir anlamı ve geçerliliği olabilir. Yoksa, görüldüğü
gibi, sadece dille yaptığımız duâlarımız kabul edilmiyor.
Meselâ, asr-ı saâdette bir Uhud dersi var. Uhud savaşında müslümanların
zaferi nasıl kaçırdıklarını ve kısmî mağlûbiyetin ne şekilde geldiğini
biliyoruz. Acaba o savaşta Allah Rasûlü (s.a.s.) ve müslümanlar duâ etmedi
mi ki, bu hale geldiler? Hayır, mutlaka duâ etmişlerdi. Ama sözlü duâdan
önce yerine getirilmesi gereken sorumlulukları yerine getirmede problemler
olmuştu. Peygamberimiz’in geçide yerleştirdiği ve her ne pahasına
olursa olsun buradan ayrılmayacaksınız dediği elli okçu görevlerini yarıda
bırakıp mevzîlerini terk etmişlerdi; Sebep buydu.
Allah’ın yardımı kulun gücünün bittiği yerde gelir. Biz, Allah’ın yardımını
talep ederken, bunun için duâ ettiğimizde sahip olduğumuz gücümüzü
sonuna kadar kullanıp kullanmadığımıza bakalım. 696
Duâ Etme Şekli ve Duâ Âdâbı
Rasûlullah (s.a.s.) duâ eden bir adamın, duâ sırasında, Allah’a hamd
etmediğine ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’e salât u selâm getirmediğine şâhit olmuştu.
Hemen: “bu kimse acele etti” buyurdu. Sonra adamı çağırıp: “Biriniz
duâ ederken, Allah Teâlâ’ya hamd ve senâ ederek başlasın. Sonra Peygamber’e
salât okusun. Sonra da dilediğini istesin.” buyurdu. 697
Duâya hemen muradını söyleyerek değil; Allah’ın adını anarak, Allah’a
hamd ederek Rasûlüne (s.a.s.) salât u selâm getirerek başlamak gerekir.
Hamdele ve salveleyi Arapça okuyamayanlar Türkçe şöyle derler: “Hamd,
âlemlerin rabbi Allah içindir. Peygamberimiz (s.a.s.)’e, O’nun ailesine ve
tüm sahâbelerine salât ve selâm olsun.” Ayrıca, duâya başlamadan önce tevbe-
istiğfar edilmesi ve duâya kişinin kendisiyle başlaması tavsiye edilmiştir.
Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Kişinin yaptığı duâlar içinde en hayırlısı
şudur: ‘Ey Allah’ım, Senden dünya ve âhirette âfiyet istiyorum.” 698
696 Hasan Eker, a.g.e., s. 48 vd.
697 Tirmizî, Deavât 66; Ebû Dâvud, Salât 358; Nesâi, Sehv 48
698 İ. Canan, Kütüb-i Sitte, 17/504
• 272 •
Ahmed Kalkan
“...Allah’tan avuçlarınızın içiyle isteyin, sırtlarıyla istemeyin. Duâyı tamamlayınca
avucunuzu yüzünüze sürün.” 699
Duâ esnasında gözü göğe dikmemeli ve gaflet ile duâ etmemelidir. Hz.
Peygamberimiz buyurmuştur ki: “Bazı kimseler, namazda gözlerini göğe dikerek
duâ etmekten vazgeçsinler. Yoksa, Allah onların gözlerini kör eder.” 700
Duâ esnasında ısrar ile duâ etmek ve duâyı üç defa tekrarlamak da duânın
kabul edilmesine dair gözetilmesi gereken şartlardandır. İbn Mes’ud
(r.a.) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s.) duâ ettiği zaman üç kere tekrar
ederdi. Allah’tan bir şey istediği zaman üç kere isterdi. 701
Duâ ettikten bir müddet sonra, yerine gelmediğini görünce “duâ ettim
de duâm kabul edilmedi” dememek lâzımdır. Rasûlullah (s.a.s.): “Acele edip
‘duâ ettim, kabul edilmedi’ demedikçe her birinizin duâsı kabul edilir.” buyuruyor.
702 Duâ ederken Allah’ın kabul edeceğinden emin olarak yapmak
gerekir. Hz. Peygamber: “Allah’a duâyı size icâbet edeceğinden emin olarak
yapın. Şunu bilin ki, Allah gafletle oyalanan kalbin duâsını kabul etmez.”703
Duâ yapıp bitirdikten sonra “âmin” demek gerekir.
Allah’a duâ ederken veya zikrederken, yani gerçek anlamıyla ibâdet halinde,
sesi yükseltmek doğru değildir, dinimizce hoş görülmemiştir. Çünkü
kendisine duâ ettiğimiz, zikrettiğimiz, yani ibâdet ettiğimiz varlık, içimizden
geçirdiğimiz düşünceleri dahi bilen, haberdar olan ve işiten bir varlıktır.
O halde bize bu kadar yakın olan bir varlığa seslenirken sesi yükseltmek,
bağırıp çağırmak; ihlâsın sınırlarından gösterişe, duâ Hûdutlarından şikâyet
ve dâvâya geçen bir tecavüzü gösterir. 704
Hz. Peygamber’e Allah’ı sormuşlardı. Cevaben Allah buyurdu ki: “Kullarım
sana Beni sorduklarında: Ben muhakkak ki yakınım, Bana duâ ettiğinde
duâ edenin duâsına icâbet ederim.“705 Duâ ederken seslerini aşırı şekilde
yükseltenleri gören Rasûlullah, şöyle buyurmuştu: “Ey insanlar! Kendinize
699 Ebû Dâvud, Salât, 358
700 Müslim, Salât 26
701 Müslim, Cihad 39
702 Buhârî, Müslim
703 Tirmizî; K. Sitte, İ. Canan, 3/531
704 Bak. 2/Bakara, 186; 31/Lokman, 19; 7/A'râf, 55; 17/İsrâ, 110; 7/A'râf, 205
705 2/Bakara, 186
• 273 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
gelin. Çünkü siz bir sağırı veya uzaktaki birini çağırmıyor, ancak herşeyi işiten
ve çok yakın bulunan birine duâ ediyorsunuz. Sizin kendisine duâ ettiğiniz
size bineğinizin boynundan daha yakındır.“706 Kul, duâsında Allah ile
arasında hiçbir engel hiçbir vasıta bulunmadığını böylece bilir; duâ ederken
yalnızca Allah’ı düşünür. Kalp başka birşey ile meşgulken duâ etmek
manasızdır. “Âmin” diye bağırıp çağırmak da manasızdır. İnsan duâ ederek
Allah’a yöneldiğinde, dileği, Allah’tan istediği şeylerin gerçekleşmesine yardımcı
olacak sebeplerin yaratılmasıdır. Yani kul eylemiyle yakınlaşmazsa,
ettiği duânın mânâsı olmaz. Tembelliği huy edinmiş biri rızık için duâ edebilir,
ama önce çalışması lâzımdır... Duâda riya olmaz. Duânın hemen kabul
edilmesinde acele edilmez. Hiçbir duâ boşa gitmez. En güzel sözlerden
biri “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh“tır.
Gönülden, gizlice, bağırmadan, samimiyetle duâ edilir. “Rabbınıza gönülden
ve gizlice yalvarın. Doğrusu o, aşırı gidenleri sevmez.“707 Secîli, kafiyeli,
yazılı duâlarda riya vardır. Başkalarına duâ ediyor görüntüsü vermek
de böyledir. Bu şekilde ağlayarak duâ edenin gözyaşları öteki insanları etkilemek
içindir ve duâsı riyadır. Özel olarak komutlu duâ da böyledir. 708
“Duâ dilinin Arapça olması gerekir” diye bir şart yoktur. Ana dili
Arapça olmayan müslümanlar mutlaka Arapça ifadelerle duâ yapmak zorunda
değillerdir. Çünkü insan Allah’a duâ ederken halini ve ihtiyaçlarını
arz ediyor demektir. Bu münasebetle insan ne dediğini, neye duâ ettiğini,
ne istediğini bilmeli. Eğer ana dili Arapça olmadığı halde Arapça biliyorsa
mesele yok; duâsını varsın Arapça yapsın. Ama Arapça anlamıyorsa, bir
yerlerden ezberlediği ve mânâsını da bilmediği Arapça cümleleri tekrar
etmesi anlamsız ve bilinçten uzak bir hareket olacaktır. Duâlarımızı yaparken
anladığımız dili kullanmamız daha uygun olur. Eğer toplulukla beraber
duâ ediyorsak insanların anladığı dili kullanarak duâlarımıza şuur katmaya
çalışmış oluruz. Duâ dili, mutlaka Arapça olmalıdır gibi bir anlayış yanlıştır.
Duâda söylediği kelimelerin anlamını bilmeden insan, gönülden duâya
katılamaz.
706 Buhârî, Cihad 131; Deavât 51, Tevhid 9; Ebû Dâvûd, Vitr 26; Ahmed bin Hanbel, IV, 394, 402, 418;
Müslim, IV, 2076
707 7/A'râf, 55
708 M. Sait Şimşek, a.g.e., c. 1, s. 418
• 274 •
Ahmed Kalkan
Duâ ederken ayrıntılardan kaçınıp özlü ifadeler kullanmak gerekir.
Günlük hayatımızda istek ve ricalarımızı bir üst yetkili makama arz ederken
dilekçe yazarız. Yazılan bu dilekçelerin kısa ve özlü ifadelerle yazılmış
olması esastır. En azından işin âdâbı budur. Allah’a yaptığımız duâlar da, isteklerimizi
Allah’a ileten bir dilekçe gibidir. Duâların özlü olmasına dikkat
etmek gerekir. Yani az kelimelerle çok mânâ ifâde edecek tarzda duâ etmeliyiz.
Hâşâ Cenâb-ı Allah anlamaz gibi ayrıntılara girmek, izaha kalkışmak
yakışmaz. Hz. Âişe’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a.s.) lafzı
kısa olup çok mânâları içine alan (cevâmiu’l-kelîm) duâları sever, diğerlerini
terk ederdi. 709
Duâ ederken secî yapmaktan kaçınmak gerekir. Secî yapmak; nesirde
kafiyemsi ses benzerlikleri meydana getirmektir. Bir diğer ifade ile, bir
şey söylerken cümlelerin sonlarını kulağa hoş gelecek şekilde birbirleriyle
uyum içinde bitirmektir. Duâ ederken böyle bir çabadan kaçınmak gerekir.
Çünkü bu bir zorlamadır. Kişi, gayretlerini, Allah’a ihlâsla yönelmek,
O’nun karşısında acz ve yoksulluğu duymaya çalışmak yerine, cümleleri
uyum içinde şiirimsi bir hava vererek söylemeye sarf edecektir. Bu ise duâda
amaçtan sapmadır. Secî yapmada doğallık yoktur. Hem, mânâ yönünden
kısırlık getirebilir. Ancak, kendiliğinden gerçekleşen secînin mekruh
olmayacağı kabul edilmiştir. Nitekim hadiste bunun örnekleri vardır. Biri
şöyledir: “Ey Kitabı indiren, hesabı çabuk gören, hizibleri dağıtan Allah’ım...”
710.
Allah’ın İsimleriyle (Esmâü’l-Hüsnâ) Duâ Etmek
Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor: “En güzel isimler Allah’ındır. O’na o
isimlerle duâ edin. O’nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları terk edin.
Onlar yaptıklarının cezasını görecektir.”711 Duâ eden kimse, isteklerine uygun
düşecek şekilde Allah’ın isimlerini kullanarak duâ etmelidir. Meselâ;
rızkın genişletilmesi, açlıktan ve geçim sıkıntısından kurtulmak isteniyorsa
“Razzâk” ve “Kerim” isimleriyle Allah’a duâ edilir. Eğer duânın konusu günahtan
bağışlanma ise “Rahmân”, “Rahîm”, “Ğafûr” ve “Afüvv” isimleriyle
duâ edilir. Yine, zâlimlerin ve İslâm düşmanlarının cezalandırılması talep
709 Ebû Dâvud, Duâ, hadis no: 1479
710 Kütüb-i Sitte, 11/506
711 7/A'râf, 180
• 275 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
ediliyorsa “Kahhâr”, “Müntakim” isimleriyle duâ edilir. Bu kelimeler, âdeta
bir kapının anahtarı gibidir. Biz, duâ edeceğimiz zaman isteğimize uygun
isimlerle Allah’ın kapısını çalıp, bu anahtarlarla açmaya çalışalım.
Tabii, bu noktada Allah’ın güzel isimlerini (esmâü’l-hüsnâ) mânâlarıyla
birlikte şuurlu bir şekilde bilme zorunluluğu ortaya çıkıyor. Allah, mü’minlerin
velîsi (dost ve yardımcısı) olduğuna göre, bir mü’min olarak bu isimleri
bilmemek önemli bir eksikliktir. 712
Duâda Zaman ve Mekân
Duâ bir çeşit ibâdettir. Hatta ibâdetin özüdür, rûhudur. İbâdet, hayatta
olduğu müddetçe insanın her an aslî görevi olduğuna göre, duânın da belli
bir vaktinin olmaması gerekir. Yani, her zaman duâ zamanıdır. Duânın yasak
olduğu bir zaman yoktur. Ancak, bir kısım âyet ve hadislerde bazı vakit
ve durumların duânın kabul edilmeye daha uygun olduğu belirtilmiştir.
“Onlar (takvâ sahipleri) seher vakitlerinde bağışlanma dilerler.” 713
Hadis-i şeriflerden duânın kabule yakın olduğu diğer zamanları da şöyle
sayabiliriz: Gecenin son üçte biri, gece yarısı, secde edilen zaman, farz
namazların arkasından yapılan duâ, ezan okunduğu vakit, cihad (savaş)
esnasında, Cuma günü Cuma namazı anlarında meçhul bir zaman, oruçlunun
iftar vakti, ezanla kamet arasındaki vakit, arefe günü, kadir gecesi.
Duânın yapılamayacağı bir zaman olmadığı gibi, yapılamayacağı bir
mekân da yoktur. Her mekân duâ mekânıdır. Sokakta, çarşıda, otomobilde,
trende, büroda, okulda, işyerinde, mutfakta, yatakta duâ edilebilir. Fakat,
dağlarda, ormanlarda, ya da odanın sessizliğinde daha iyi duâ edilebilir.
Tüm mekânlar duâ mekânı olmasına rağmen, sessiz mekânlar duâ için en
elverişli, en uygun mekânlardır.
712 Hasan Eker, a.g.e. s. 17 vd.
713 51/Zâriyat, 18
• 276 •
Ahmed Kalkan
Duâsı Kabul Edilen Kimseler
Rasûlullah (s.a.s.) buyuruyor: “(Allah’ın kabul ettiği) üç müstecab duâ
vardır. Bunların kabul edilmeye mazhariyetleri hususunda hiçbir şüphe yoktur:
Mazlumun duâsı, misafirin duâsı, babanın evlâdına duâsı” 714
Yine Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Kabul edilmeye mazhar olmada
gâib kimsenin gâib kimse hakkında yaptığı duâdan daha süratli olanı yoktur.”
715 Bu hadise göre, Allah’ın derhal kabul buyuracağı duâlardan biri de,
bir mü’minin, başka bir mü’min kardeşi için gıyabında yapacağı duâdır.
Bu hususta Müslim’in rivâyet ettiği şu hadis daha açıktır: “Müslüman
kimsenin, kardeşi için gıyâbında yaptığı duâ kabul edilir. Duâ edenin başucunda
ona müvekkel bir melek vardır. ‘Kardeşi için hayır duâ yaptıkça bu melek:
Âmin, istediğin şeyin bir misli de sana olsun.’ der.” Başka bir hadis-i şerif
şöyledir: “Üç kişi vardır ki duâları reddedilmez (kabul edilir). Âdil imam
(adâletten ayrılmayan müslüman devlet başkanı), iftarını yaptığı zaman
oruçlu ve zulme uğrayanın duâsı.” 716
Kimler İçin Duâ Edilmez?
İslâm’ın tamamını, bir kısmını veya bir hükmünü inkâr eden veya hafife
alan, alaya alan kimseler müslüman sayılmayacaklarından böyle kimselere
hayatlarında “Allah râzı olsun” gibi duâ türünden şeyler söylenmez.
Ancak “Allah sana hidâyet etsin” şeklinde duâlar yapılabilir. Yine bu tür
insanlar vefat ettiklerinde “Allah rahmet etsin” de denilmez. Bunların cenaze
namazları kılınmaz. Bilindiği gibi, cenaze namazı ölüye yapılan duâdan
ibârettir. Cenaze namazı, bazılarımızın zannettiği gibi, her ölene kılınmaz;
müslümana cenaze namazı kılınır. “Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan
sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret dilemek Peygamber’e
ve mü’minlere yaraşmaz.” 717
714 Tirmizî, Ebû Dâvud, İbn Mâce
715 Buhâri, Müslim, Tirmizî
716 Tirmizî, Cennet 2
717 9/Tevbe, 113; Ayrıca Bak. 19/Meryem, 47 ve 9/Tevbe, 114
• 277 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Duâların Kabul Edilmesi
Rasûlullah buyurdu ki: “Acele etmediği müddetçe her birinizin duâsına
icâbet olunur. Ancak, şöyle diyerek acele eden var: ‘Ben Rabbime duâ ettim,
duâmı kabul etmedi.”718 Bir başka rivâyette de Efendimiz şöyle buyurur:
“Bir müslüman günah ve sıla-i rahmi (akrabalarla münasebeti) koparmak
suçu olmadan Allah azze ve celle’ye duâ ederse, Allah şu üç şeyden birini
ona mutlaka verir: Ya onun duâsını çabucak kabul eder ya da duâsını onun
için âhirette azık yapar veya duâsı nisbetinde ona kötülüklerin gelmesini önler.”
Orada bulunanlar: ‘öyleyse çok duâ edelim’ dediklerinde, Allah Rasûlü:
“Evet, Allah çok duâyı kabul edendir.” 719
Duâyı terk etmeye sevk edecek bir aceleciliği Rasûlülllah hoş görmez.
Duâya kulluğun bir gereği olarak bakıp devam etmek gerekir. Tüm ibâdetlerin
mutlaka karşılığı olduğu gibi, duânın da karşılığı olacaktır. Meselâ;
namaz kıldığımızda dünyada karşılığını, mükâfatını almamız gerekiyor
mu? Esas karşılığını âhirrette ümid ediyoruz. Duâ da böyledir. Dünyada
kabul edilmese bile, karşılıksız kalacak değildir. Âhirette sevâbın takdir
edilmesi bir karşılıktır ve duânın kabulü mânâsındadır. O halde hayatımız
boyunca duâ etmeye devam etmeliyiz.
Usûlüne uygun yazılmayan bir dilekçe dahi, yazıldığı makam ne kadar
basit olursa olsun kabul edilmezken, şartlarına riâyet edilmeyen duâ nasıl
tutsun? Duâyı ihmal etmek doğru olmadığı gibi, duâları usûlüne uygun
yapmamızın da gerektiğini hatırdan çıkarmamalıyız.
Duâ, Allah’a çıkarılmış dâvettir. Duâ, insanın kendi kendine yetmediğini
bilmesidir. Duâ, insanın iki ayaklı bir yürek olup tepeden tırnağa
“istemek” kesilmesidir. Duâ, var gücünü, olanca çabasını harcayıp bitiren
insanın Allah’a saldığı “imdat” sayhasıdır. Yürekten “bittim yâ Rab!” diyene
“dayan, yettim kulum!” diyecektir Allah. Var mı biten, gerçekten var gücünü
harcayan, tüm çabasını ortaya koyan ve tükendiği yerde “bittim yâ
Rab!” diyen? Kim o? Hiç kuşkunuz olmasın ki, onun imdadına yetişilecek
“Allah’ın yardımı ne zaman?” diyen ve yardımı hak edene “Allah’ın yardımı
elbet pek yakındır” diyen bulunacaktır.
718 Buhârî, Müslim
719 İbn Kesir Terc. 3/718
• 278 •
Ahmed Kalkan
Kuldan istemenin bile âdâbı, erkânı, bir usûlü varken; Allah’tan istemenin
bir âdâbı, bir usûlü olmasın mı? Ettiğimiz duâlar, Allah’a gönderdiğimiz
mektupsuz zarflara benziyor. Zarf var, fakat mazruf yok. Bu şu demektir:
Ceset var fakat ruh yok, kabuk var fakat öz yok, maske var fakat yüz yok.
Yaşarmayan bir göz, kızarmayan bir yüz, hissetmeyen bir öz, eyleme
dönüşmeyen binbir söz ile Allah’a yazılan dâvetiyeler nasıl varsın yerine?
Yanmayan, özlemeyen, sızlamayan, inlemeyen, duymayan bir yüreğin feryadı
mı olur?
Taş kesilmiş sevgi fukarası yürekler “duâ” gibi muhteşem bir mesajı
hangi enerjiyle iletirler adresine? Sesini sahibine dahi duyuramayan, sahibinin
sesini duymaktan âciz olan bir yürek, öteleri sarsacak bir sayhayı
nasıl koyverir gök kubbeye? Oysa ki duâ, güftesi sevgi, bestesi mahrûmiyet
ve ıstırap olan bir özge şarkıdır. Bu şarkıyı söyleyecek olanın mazlum
olması yetmez, kendi mazlûmiyeti zâlimlerin zulmüne yakıt olmamış biri
olmalıdır. Kendi omuzlarını zâlimlerin yükselmesi için basamak kılmamış
olmalıdır.
Bu şarkıyı terennüm edecek birinin, olanla olması gereken arasındaki
farkı iyi bilmesi şarttır. Eğer bunu bilirse, duâyı bir çocuğun annesinden
ısrarla isteyişi gibi isteyecek, İlâhî kapının eşiğine başını koyarak ısrar edecek,
tekrar edecektir; tıpkı her gün onlarca kez okuduğu Fâtiha’da olduğu
gibi...
Duâ, Allah’a çıkarılmış bir dâvetiyedir demiştik. Dâvet edenin bir adresi,
bir âidiyeti bulunmalıdır ki, icâbet edecek olan onu orada bulsun. Bu
adres, insanın Allah karşısındaki esas duruşudur. Allah karşısında esas duruşunu
bozan, ya da esas duruşu olmayan, dâvet edip de adresinde bulunmayan
sorumsuz gibidir. Kim inanır onun duâsında samimi olduğuna? Diyelim
ki adresinde bulundu. Bu kez de, dâvetine tecellî ve inâyetiyle icâbet
edecek Allah’a sunacak bir yüreği olmalı. Mekânsız’a yürekten özge mekân
olur mu? Deniz dibine dönmüş, çöplükten beter hale gelmiş, eline geçen
dünyalığı içine attığı bir mahzene dönmüş bir yüreğe konuk edilir mi O?
Tıpkı şairin dediği gibi:
Sür çıkar ağyârı dilden ta tecellî ede Hak,
Padişah konmaz saraya hâne mâmur olmadan.
• 279 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Kulun gücünün bittiği yerde Allah’ın yardımı başlar. Gücünüzün bittiği
noktada olup olmadığınızı kontrol ettiniz mi? Eğer hâlâ gücünüz varsa, o
bitinceye kadar koşmanızı, soluğunuzun tükendiği noktada hiç ummadığınız
bir yerden önünüze kapı açılacağını düşündünüz mü?
Tâif dönüşü Muhammed (s.a.s.) son tedbiri de tükenmiş bir halde kan
revan içinde doğduğu toprakların varoşlarına gelip dayanmış, fakat girememişti.
İşte o an gücünün bittiği andı. Gidecek bir kapısı, başvuracak bir
dayanak, sığınak, tutamak ve barınağı kalmamıştı. Aklın tedbirinin bittiği
yerde muhabbetin kollarına bırakmıştı kendisini ve bir duâ yapmıştı. Bu
duâ öyle bir sevgiyle yapılmıştı ki, doğrudan hedefini bulmuş ve nübüvvet
sürecinin gün dönümü olmuştu.
Ufuk insan’ın Mekke’ye bakan yamaçlardan birinde yaşlı gözlerle yaptığı,
tarihin akışını değiştiren ufuk duâ şöyleydi:
“Allah’ım! Kuvvetimin tükendiğini Sana arz ediyorum. Gücümün azaldığını,
insanların gözünde küçük düştüğümü Sana şikâyet ediyorum! Ya
Erhame’r-râhimîn! Sensin ezilmişlerin Rabbi! Sensin benim Rabbim! Beni
kimlerin eline bıraktın? Bana gaddarlık yapan yabancıların eline mi? Yoksa
dâvâmı ipotek edecek bir düşmana mı? Eğer Sen bana gücenmedinse, kesinlikle
bunlara aldırmıyorum. Lâkin iyiliğin beni rahatlatacaktır. Senin nuruna
sığınırım, karanlıkları aydınlatan nuruna... Gelecek azâbından, bana ulaşacak
öfkenden kaçıp kurtulacak bir sığınak arıyorum. Sana sığındım, yeter ki
râzı ol. Güç ve kuvvet Sendendir, yalnız Senden.” 720
Duâda Tevessül
Tevessül; aracı kılmak mânâsında olup, kendisiyle herhangi bir gayeye
ulaşmak için aracı kılınan sebebe de vesile denilir. Vesile edinilen şey, amel
ve şahıs olmak üzere iki kısma ayrılır: Amel ile tevessül; şahıs ile tevessül.
Amel ile tevessül: Bir kimse sâlih bir amelini vesile edinerek Allah’a
duâ edip herhangi bir dilekte bulunabilir. Hz. Allah şöyle buyuruyor: “Ey
iman edenler! Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun
720 İbn Hişam, Sîre II/29-30; Mustafa İslâmoğlu, Akit, 7. 2. 2000
• 280 •
Ahmed Kalkan
yolunda cihad edin ki kurtuluşa erebilesiniz.”721 Bu âyet, mücerret iman ile
yetinmeyip, Allah’tan korkmayı, fena ahlâktan ve fena amelden sakınmayı
emretmekte; Allah’a yaklaşmak için, haramlardan kaçmanın yanında
farzları yerine getirmeyi, bunun da ötesinde güzel işler yaparak kendimizi
Allah’a sevdirmeyi tavsiye etmektedir.722 Bu âyetteki “vesile” kelimesini “Allah’ın
râzı olacağı ameller” olarak anlamak gerekir.
Şahıs ile tevessül: Allah’ın sevdiği bir kul olarak bilinen bir kimseyi vesile
edinerek Allah’tan talepte bulunmak mânâsına gelir. Bu da üç şekilde
olabilir:
1. Vesile kılınan Hz. Peygamber (s.a.s.) ise, çoğunluk bunu câiz görmüştür.
2. Peygamberimiz’in dışındaki bir şahıs ise; bunu da iki kısımda ele almak
gerekir:
a- O an için hayatta olan sâlih ve muttakî birini vesile edinerek Allah’tan
talepte bulunmak. Bu da o şahsı alıp birlikte duâ etmek şeklinde
olur. Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer dönemlerinde, bu iki zatın; Peygamberimiz’in
amcası Hz. Abbas’ı önemli duâlarında yanlarında bulundurdukları
ve onunla tevessül ettiklerine dair rivâyetler vardır.723 Fakat, bu rivâyetlerde
dikkatimizi çeken nokta, bu iki halifenin, o an için vefat etmiş olan Hz.
Peygamber’i vesile edinerek (“onun -yüzü- hürmetine”, “onun yüzü suyu
hürmetine” diyerek) duâ etmiyorlar da, Rasûl’e o gün için en yakın olan
ve hayatta olan amcasına tevessül ediyorlar. Vesile edilecek kişinin hayatta
olup olmaması önemli olmasaydı, o iki güzide sahabe, o gün vefat etmiş
olan Rasûlûllah’a tevessül ederlerdi. Ama böyle yapmâdilar. Bu noktanın
gözden kaçırılmaması gerekir. Dolayısıyla, bugün hayatta olup da sâlih ve
muttakî olduğu, Allah’a yakın olduğu zannedilen şahıslarla birlikte biz de
duâ edebiliriz. Buna kimse itiraz edemez. Çünkü sâlih ve muttakî kimselerin
duâlarının kabul edilmeye daha yakın olduğunu Kur’an’dan öğreniyoruz:
“Allah, ancak müttakîlerin (yaptığı şeyi) kabul eder.” 724
721 5/Maide, 35
722 Bak. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y., III/1669
723 Bu konudaki hadisler için, Bak. S. Buhâri, Tecrid, III/287 ve s. 228
724 5/Mâide, 27
• 281 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
b- Vefat etmiş olduğu halde, Allah dostu ve Allah’a yakın olduğu zannedilen
bir şahsı vesile edinerek Allah’tan talepte bulunmak: Bu şekilde ölmüş
birini vesile edinerek duâ edilebileceği konusunda Kur’an’da da, sünnette
de en küçük bir delil yoktur. Kur’an’da Rabbimiz duâ mâhiyetinde yüzlerce
âyet vahyederek bize duânın nasıl yapılacağını da öğretmiştir. Bu âyetlerin
hiçbirinde Allah ile kul arasına bir şey konularak duâ ettirilmemiş,
doğrudan doğruya Allah’a duâ yapılacağı gösterilmiştir. Peygamberimiz’in
duâlarına baktığımızda, onun duâlarını hep vasıtasız, herhangi bir şeyin
“yüzü hürmetine” olmaksızın, direkt Allah’a yaptığını görmekteyiz. Şüphesiz
Rasûlüllah bizim için örnektir. Biz, dinimizi onun örnekliğinde öğrenmek
zorundayız. Yine Peygamberimiz’in hayatında ona iman etmiş, onunla
beraber yaşamış ve Kur’an’da Allah’ın övgüsüne mazhar olmuş sahâbilerin
de duâ ederken, ölmüş herhangi bir şahsı (buna Rasûlullah da dâhildir)
vesile edinerek duâ ettiklerini görememekteyiz. Bu konuda hiçbir rivâyet
yoktur. Meselâ; Sahâbilerin, Rasûlullah’ın vefatından sonra, “Onun yüzü
(suyu) hürmetine...” diyerek duâ ettiklerini bilmiyoruz.
Kısacası, vefat etmiş şahısları vesile edinerek duâ etmek Kur’an ve sünnetin
ruhuna uymamaktadır. Hayatta olanlarla birlikte duâ etmek de nihayet
bir ruhsattır. Yoksa, duânın gereklerinden biri değildir. Elmalılı bu
konuda şöyle der: “Duâ hakkındaki Bakara 186. âyetinde cevap, tashih edilmeden
doğrudan doğruya buyrulmuş, vasıta kaldırılmış, yakınlık da duânın
kabulü ile açıklanmıştır ki, bunda büyük bir nükte vardır: Cenâb-ı Allah,
duâda kulu ile kendisi arasına bir aracının girmesini istemiyor ve sanki
şöyle diyor; ‘kulum vâsıtaya duâ vaktinin dışında muhtaç olabilirse de, duâ
vaktinde Benimle onun arasında vâsıta yoktur, Ben ona yakınım.” 725
Sâlih kimselerin adını anarak, onları vesile edinerek duâ yapmanın
daha doğru olduğunu iddia edenlerin bu konuda ileri sürdükleri gerekçe
şudur: “Biz günahkâr insanlarız. Bizim dışımızda Allah’a yakınlık sağlamış,
O’nun yanında hatırı sayılan kimseler vardır. Bizler dünya hayatında bir
büyüğün yanına işimizi yaptırmaya giderken nasıl ki onu tanıyan, onun
da sevdiği kişilerle gittiğimizde işimizin gerçekleşme şansı daha yüksekse,
aynı şekilde Allah’tan herhangi bir talepte bulunurken de tek başına gitmektense
O’nun sevdiği kullarıyla gitmek daha iyi olur. Ayrıca, meselâ, bir
cumhurbaşkanıyla görüşmek istediğimizde nasıl onunla direkt görüşemi-
725 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 2/Bakara, 186. âyetin tefsiri
• 282 •
Ahmed Kalkan
yor ve önce sekreteri, yardımcısı gibi kimseleri geçerek ona ulaşıyorsak,
kâinatın yöneticisi olan Allah ile de direkt görüşmek olmaz. Mutlaka arada
Ona yakın olan, Onun sevdiği birilerinin olması gerekir. Biz tek başına müracaat
edemeyiz.”
Bir defa Cenâb-ı Allah’ı, herhangi bir varlıkla kıyaslamak yanlıştır.
O’nun eşi ve benzeri yoktur. Dünyadaki devlet başkanlarının sekreteri ve
yardımcısı olduğu halde Allah’ın yardımcısı ve sekreteri yoktur, O tektir.
Yine dünyada halk ile devlet başkanı arasındaki ilişkilerde resmiyet geçerli
olduğu halde, insanlar ile Allah arasında resmiyet yoktur. Bir insan, aynı
anda çok sayıda, meselâ milyonlarca kişinin derdini dinleyemez. Onun
için sıra ve randevu ile onları kabul edip çok uzun zaman içinde ancak
onlarla görüşebilir. Hatta onların tümüne de sıra gelmeyebilir. Görüştüklerinin
taleplerini dinleyebilse de çözüm getirmeye gücü yetmez. Allah için
böyle bir acziyet sözkonusu olamaz. Sonra, insanların kendilerinin günahkâr
olduğunu, dolayısıyla tek başına Allah’ın huzuruna gidemeyeceklerini
söyleyerek mutlaka tevessüle gerek duymaları sadece duygusal bir zandır,
bir felsefedir. Hâlbuki Cenâb-ı Allah günahkârların günahlarını itiraf edip
tevbe etmelerinden çok hoşlanıyor. Rasûl-i Ekrem, şöyle buyuruyor: “Kulun
tevbe etmesi ile Allah’ın hoşnutluğu ıssız bir çölde devesini kaybedip sonra
onu bulan sizden birinizin sevincinden daha fazladır.” 726
Dinde sadece iyi niyet duyguları yeterli değildir. İyi niyetle birlikte yapılan
işin şeklinin de dinin ölçülerine uyması gerekir. Yukarıda ifade ettiğimiz
“Ben çok günahkârım. Allah’ın yanına bu halimle tek başıma gidemem...”
gibi duygular görünürde Allah karşısında tevâzu ve zilleti ifade ediyor.
Evet bu duygular zâhirde ve kuru mantıkla insana güzel gelebilir. Ama
bu duygulardan hareketle sanki Allah’ın huzuruna çok günahkâr olanlar
tek başına gidemezmiş gibi bir sonuca varılmaktadır. Hâlbuki Cenâb-ı Allah,
Kitabının hiçbir yerinde “çok günahkâr iseniz tek başınıza değil; sevdiğim
kişilerle beraber tevbe ve duâ edin” demiyor. Rasûlullah’tan da, bu
konuda bize herhangi bir şey ulaşmamıştır. Görüldüğü gibi, sadece zanlarımızla
hareket ediyoruz. Hâlbuki din, zanlar üzerine değil; nasslar üzerine
kurulur.
726 Riyâzu’s-Sâlihîn, s. 53
• 283 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Biz, Allah’a yakın olmayı arzu ediyorsak, bu, Allah’a yakın olmuş herhangi
bir kişiye, bedenen yakın olmakla gerçekleşmez. Allah’a yakın olmuş
kimseler nasıl yaşıyorlarsa biz de ancak onlar gibi yaşamak sûretiyle Allah’a
yakın olabiliriz. Âlimler, müttakîler, kendilerine tâbi olanlara Allah’ın
râzı olacağı yolu ve yaşamı gösterirler. Onlar da gösterilen bu hayatı amele
dönüştürürse kendileri de Allah’a yakın olurlar. Yoksa mücerred onların
yanında bulunmakla bu gerçekleşmez. Kaldı ki, Peygamber dışında hiçbir
kimsenin Allah’a yakın olduğunu, O’nun dostu/velîsi olup O’nun rızâsını
kazandığını kesin olarak bilemeyiz. Bu, sadece bir tahminden ibârettir, bir
zandır. “Zan da hakikatten bir şey taşımaz.”727 Şüphesiz Allah’a yakın bildiğimiz
şahıslar da bu yakınlıklarını Allah’ın râzı olacağı amellere borçludurlar.
Yani Allah’a sâlih amel işleyerek yakınlık kazanmışlardır. Peygamberimiz,
kızına şöyle söyler: “Yâ Fâtıma! Nefsini ateşten kurtar. Çünkü ben, senin için
Allah’tan bir şeyi savamam.”728 Görüldüğü gibi, Allah’a yakın olmak için,
Peygamberimiz’in kızı dahi olmak yetmiyor. Mutlaka Allah’ın râzı olacağı
ameller içinde olmak gerekiyor.
Kısacası, Kur’an ve sünnetin bizden yapmamızı istediği en uygun ve en
güzel duâ, herhangi bir kimseyi vesile edinmeksizin, direkt Allah’a yalvararak
yapmamız gereken duâlardır.
Duânın İstismar Edilmesi
Daha önce de söylenildiği gibi, duâ kulun kendisini sürekli Allah’a
muhtaç hissedip, Allah’ın huzurunda zillet ve yoksulluk duyguları içinde
elini açıp O’nunla diyaloga geçmesi ve O’na ihtiyaçlarını arz etmesidir.
Rasûlüllah’ın bir rahatsızlık duyduğu zaman, İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini
yatmadan önce okuduğu, ellerine üfledikten sonra vücudunu baştan ayağına
kadar meshettiği ve bunu üç defa tekrar ettiği rivâyet edilmektedir.729
Yine, Hz. Âişe (r.a.) “Rasûlüllah, ehlinden biri hastalandığı zaman Muavvizeteyn’i
(Felak ve Nâs sûrelerini) okur, üflerdi. Ben de O hastalandığı zaman
Ona aynısını yaptım.” diyor. 730
727 53/Necm, 28
728 Buhâri, Müslim, Tirmizî
729 Hak Dini Kur'an Dili, 9/6351
730 Buhâri; Müslim; -Tac Terc. 3/742-
• 284 •
Ahmed Kalkan
Hiçbir rivâyette Peygamberimiz’in, duâ cümlelerinin herhangi bir
şeye yazılıp boyuna veya vücudun herhangi bir yerine asılmasını tavsiye
ettiğini görmemekteyiz. Ancak, ne zaman başladığını bilmemekle birlikte
Rasûlullah’tan yillâr sonra, duâların herhangi bir cisme yazılarak muska
şeklinde vücudun herhangi bir yerinde (genellikle boyunda) taşıma uygulamasının
başladığını biliyoruz. Bu mesele, âlimler arasında tartışmalı
olup, böyle bir uygulamaya câiz diyen birtakım âlimler olmakla birlikte,
cevaz vermeyen âlimlerin delilleri daha kuvvetlidir. Kadı Ebûbekir, Tirmizî
şerhinde şöyle diyor: “Kur’an âyetlerinin yazılarak insan üzerinde taşınması
Rasûlullah’tan bize ulaşmış bir sünnet değildir. Sünnet olan, hasta kimseye
okunmasıdır, boyuna asılması değil.” 731
Sünnet olmayan ve bazı âlimlerin de cevaz vermediği âyet ve duâların
(veya belirsiz işaretlerin) yazılıp muska şeklinde taşıma uygulaması, daha
sonraki dönemlerde birtakım kötü niyetli insanların istismarına yol açmış
ve bu insanlar tarafından kazanç yolu haline getirilmiştir.
Hayatlarını hevâları istikametinde sürdürürken Allah’a pek ihtiyaç
duymayan, Allah’ın hayatına müdâhale etmesine müsaade etmeyip istediği
gibi yaşayan insanlar bile, satılan bu muskaları alıp çeşitli durumlarda bu
muskaların veya Allah’ın kendilerini korumasını bekliyorlar. Bilindiği gibi,
duâ bir çağrıdır, dâvettir. Bir varlığa ne kadar çok ihtiyaç hissediyorsanız
onu o kadar çağırırsınız (duâ edersiniz). Duâ, boyuna asılmakla yapılmaz.
Duâ, hissetmektir; duymaktır. Tamamen ruhun bir eylemidir. Duâ olayını
maddîleştirmek doğru değildir. Duâyı muskacılık şeklinde uygulamanın
bir başka sakıncası da şudur: Muska taşıyan kimseler başlangıçta şifayı Allah’tan
beklemiş olsalar bile, zamanla bu duygular, takınılan muskaya yönelerek
o cisim kutsallaştırılıyor. Sanki şifanın Allah’tan değil de; o cisimden
kaynaklandığına dair duygular oluyor ki, bu çok tehlikeli ve tevhide aykırı
hususlar içermektedir. Hatta, bazen insanlar arasında, birbirlerine muska
verip de, “al bunu tak; bu çok iyi bir muskadır. Ben çok faydasını gördüm.”
gibi ifadelerin sarf edildiğini çoğumuz biliriz. Böylece o cisimler kutsallaştırılmaktadır.
731 A. Rızâ Karabulut, Ruhlar Âlemi, s. 103
• 285 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Kısacası; biz duâ olayının Kitap ve sünnetin ruhuna uygun bir şekilde
asr-ı saâdette Peygamberimiz’in uyguladığı şekilde ve istismar etmeden ve
istismarcılara fırsat vermeden icrâ edilmesini tavsiye ediyoruz.
Yusuf el-Karadavî’nin muska konusunda yazdıklarından kısa bir alıntı
yapalım: “Tevhid inancı, Allah’ın kâinatta yarattığı sebeplere başvurmayı
reddetmez. Ancak, tevhid inancına ters düşen; belâyı defetmek veya belâ
gelmeden ondan korunmak maksadıyla Allah’ın câiz görmediği gizli sebeplere
sığınmaktır. Meselâ, mavi boncuk takmak veya asmak şirktir. Araplar,
câhiliye döneminde cinlerin şerrinden korunmak veya göz değmesini önlemek
amacıyla mavi boncuk takarlardı. İslâm, bu inancı ortadan kaldırdı.
Ve Allah’tan başka hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin zarar ve musibetleri
kaldıramayacağını onlara tebliğ etti. İmam Ahmed bin Hanbel, şu hadisi
nakleder: “Kim temîme (nazar için boncuk) takarsa, Allah, onun işini tamamlamasın.
Kim bir ved’at (katır boncuğu) takarsa, Allah onu korumasın.”
Başka bir rivâyette, “Kim temîme (nazar boncuğu) takarsa müşrik olur.”
Temîme takmanın anlamı: Nazar boncuğunun hayır getirip şerri defedeceğine
inanarak kalbini ona bağlamaktır. Bunun şirk olmasına gelince,
zararı defetmek için Allah’tan başkasına yapılan bir istek vardır. Hâlbuki
Allah şöyle buyurur: “Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, hiç kimse
onu gideremez. Ve eğer sana bir hayır ihsan ederse, zaten O her şeye kadirdir.”
732 Halkın muska çeşitlerine isim verdiği “camia”, “hirz”, “hicap” ve bunlara
benzer şeyler; mavi boncuk kabilinden olup şirke götüren büyük suçlardandır.
Güç yetiren her müslümana, bunları kaldırıp atmak vâciptir.
Muska, sadece Allah’ın âyetleri veya yüce isim ve sıfatları ile yazılmışsa,
yasaklanan muskalar arasına girer mi, yoksa onlardan istisna edilip takılması
câiz mi? Bu konuda selef ihtilâf etmiş, kimi ruhsat vermiş, kimi de
men etmiştir. Bizim tercih ettiğimiz görüş ise, ileri süreceğimiz delillerden
dolayı, Kur’an âyetleri yazılmış olsa da, bütün muskaların câiz olmadığıdır.
732 6/En'âm, 17
• 286 •
Ahmed Kalkan
Hiçbir Muska Câiz Değildir. Çünkü;
1- Muskaların her çeşidi yasaklanmıştır. Bu konudaki hadisler, âyetle
yazılan muskaları istisna etmemiştir.
2- Sebeplerin önünü kapatmak ilkesi (seddü’z-zerîa): İçinde Kur’an
yazılan muskaların takılması câiz görülürse, diğer muskaların takılmasına
kapı açılır. Şer kapısı açıldı mı, bir daha kapanması zor olur.
3- İnsanları Kur’an’a önem vermemeye sevk eder. Çünkü böylece insanlar,
yazılan âyetleri pis yerlerde, tuvalette, cünüp, hayız ve benzeri durumlarda
üzerlerinde bulundururlar.
4- Muskacılıkta Kur’an’la istihzâ etme ve onun amacına ters faâliyet
gösterme durumu da vardır. Çünkü Allah, insanları karanlıktan çıkarıp
nûra kavuşturmak ve en doğru yola iletmek için Kur’an’ı indirdi. Nazardan
koruması, kadınlara ve çocuklara muska veya tılsım olarak asılması için
indirmedi.
Üfürükçülük: Tevhid inancına ters düşen hususlardan biri de üfürükçülüktür.
Câhiliye devrindeki insanlar, cinlerden yardım bekleyerek, bazı
musibet ve felâketleri önlemek amacıyla, Arapça olmayan anlamsız bazı
kelimeleri, ağızlarında geveleyip dururlardı. İslâm geldi, bunları yasakladı.
Nitekim hadis-i şerifte: “Şüphesiz üfürükçülük, mavi boncuk, muska, her
türlü sihir ve tılsım şirktir.” 733 buyurulmaktadır.
Rivâyete göre; Bir gün Abdullah bin Mes’ud, hanımının boynunda bir
ip gördü. Bu nedir?” deyince, hanımı: “sıtma için okunmuş bir iptir.” dedi.
İbn Mes’ud, ipi çekerek kopardı, attı. Sonra şöyle dedi: “Andolsun ki, Abdullah
ailesi şirkten uzaktır. Rasûlullah’tan işittim, buyurdu ki; “Şüphesiz
üfürükçülük, nazar boncuğu, muska, sihir ve tılsım şirktir.” Hanımı dedi ki:
“Gerçekten gözüm atıyordu, filan yahûdiye tedavi için gidip geliyordum.
Gözümü afsunladı; atması durdu. Abdullah bin Mes’ud dedi ki: “Bu, şeytanın
işidir. Şeytan eliyle dokunuyor, afsunladığı zaman elini çekiyor. Hâlbuki
Rasûlullah’ın okuduğunu okusaydın, sana kâfi idi. Allah’ın rasûlü şu
duâyı okurdu: “Ağrıyı kaldır ey insanların rabbi! Şifa ver, Sen şifa verensin.
733 Ebû Dâvud, İbn Mâce
• 287 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Şifandan başka şifa yoktur. Hiçbir ağrıyı ihmal edip bırakmayacak şekilde
şifa ver.” 734
Duâda Neler İstemeliyiz?
Herkes, ihtiyacına göre Rabbinden dilediğini ister. Fakat, istediğimiz
şeyin hayırlı olup olmadığını belirlememiz gerekir. Dünyevî isteklerimizin
hayırlı olduğundan emin değilsek; isteklerimizin hayırlısının verilmesini,
hayırlıysa verilmesini ifade etmeliyiz. Dünyalık hayırlardan önce ve daha
çok, âhiretteki hayır ve güzellikleri istememiz tavsiye edilir. Öncelikle Allah’tan
affımızı, mağfireti, iki dünyadaki âfiyeti istemeliyiz.
Tavsiye edilecek duâların başında şu da vardır: “Allah’ım, Senin Peygamberin
Senden hangi hayırları istediyse; ben de o hayırların tümünü
Senden isterim. Yine, Peygamberin Senden hangi şerlerden sığındıysa,
ben de o şerlerin tümünden Sana sığınırım. Sen, yegâne duâ edilen ve
duâlara icâbet edensin. Güç, kuvvet; sadece, yüce ve ulu Allah’ındır. Başka
güç ve kuvvet kaynağı yoktur.” Yine, nasıl duâ edip, neleri istememiz
gerektiğini Allah, Kur’an’ında göstermektedir. Rasûlullah (s.a.s.) da güzel
duâlarıyla bizim için örnektir. Biz, neyi ve nasıl istememiz gerektiğini de
Kur’an ve sünnetten öğrenmeliyiz. Onun için Kur’an ve Sünnetteki bazı
duâ örneklerini öğrenmekte fayda vardır.
Fâtiha, Kur’an’ın özeti olduğu gibi; Fâtiha sûresindeki duâ da, duâların
en kapsamlısı ve güzel bir özetidir. Namazda ve namaz dışında bu duâyı da
bolca etmeliyiz: “(Yâ Rabbi,) Bize hidâyet ver, bize doğru yolu göster: Kendilerine
lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların
ve sapmışların yolunu değil.” 735
734 Yusuf El-Karadavî, Tevhid'in Hakikati, Saff Y., s. 70-75
735 1/Fâtiha, 6-7).
• 288 •
Ahmed Kalkan
Kur’ân-ı Kerim’in Dilinden Duâ Örnekleri 736
“(Allah’ım,) Ancak Sana kulluk/ibâdet eder ve ancak Senden yardım isteriz.
Bize hidâyet ver, bizi dosdoğru yola eriştir. Kendilerini nimete erdirdiğin
kimselerin; gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir.”737
“Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah’ın temellerini yükseltiyor
(şöyle diyorlardı:) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz
Sen işitensin, bilensin.” “Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden
de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibâdet usullerimizi göster,
tevbemizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak
Sensin.” 738
“Rabbimiz, bize dünyada da iyilik, güzellik (hasene) ver. Âhirette de iyilik,
güzellik ver. Bizi cehennem azâbından koru.” 739
736 Kur’ân-ı Kerim’den Bazı Duâ Örnekleri:
a. Hidayet İçin Duâ: Fatiha, 5-7; Bakara, 128-129; Al-i İmran, 8, 53, 193; Yusuf, 101.
b. Hayırlı Nesil İçin Duâ: Bakara, 128-129; Al-i İmran, 38-41; A'raf, 189; İbrahim, 40; Furkan, 74; Ahkaf, 15.
c. Tevbenin Kabulü İçin Duâ: Bakara, 128, 199, 285-286.
d. Günahların Affı İçin Duâ: Al-i İmran, 16-17, 193; İbrahim, 41; Furkan, 65.
e. Allah'ın, Azaptan Koruması İçin Duâ: Bakara, 201; Al-i İm. 16, 191-192; Furkan, 65.
f. Kıyamet Gününde Selâmet İçin Duâ: Al-i İmran, 194; Şuara, 87-89
g. Yıldırım Çarpmasına Karşı Duâ: Ra'd, 13.
h. Salihlerle Dostluk İçin Duâ: Şuara, 83; Neml, 19.
i. Allah'tan Hayır İstemek: Şuara, 84.
j. Allah'tan Cennet Nimeti İstemek: Şuara, 85; Hadid, 21.
k. Allah'ın Salih Amel Nasip Etmesi İçin Duâ: Neml, 19; ahkaf, 15.
l. Sahabenin Binek ve Yol Duâsı: Zuhruf, 13-14.
m. Allah'ın Şükür Nasip Etmesi İçin Duâ: Neml, 19.
n. Etmesi İçin Duâ: Neml, 19.
o. Yağmur Duâsında İstiğfar Etmek: Nuh, 10-12.
p. Meleklerin Mü'minler İçin Duâsı: Mü'min, 7-9; Şura, 5.
q. Nuh a.s.'ın Mü(minler İçin Duâsı: Nuh, 28.
r. Peygamberimiz'e Salevat Getirmek: Ahzab, 56.
s. Tebliğde Etkili Söz İçin Musa a.s.'ın Duâsı: Taha, 24-28.
t. Allah'tan İlim İstemek: Taha, 114
u. Gücün Dışında Birşeyle Veya Unutmaktan Dolayı Allah'ın Sorumlu Tutmaması İçin Duâ: Bakara, 286.
v. Allah'ın Rahmetini İstemek: Bakara, 218, 286; Al-i İmran, 8, 159; A'raf, 23, 149, 151;
w. Yunus, 86; İsra, 24, 28, 57; Kehf, 10; Enbiya, 83; Mü'minun, 109, 118; Neml, 19; Zümer, 9; Mü'min,7
x. Kâfirlere Karşı, Allah'ın Yardımını İstemek: Bakara, 286; Enfal, 45; Yunus, 85-86; Mü'min, 56;
Mümtehıne, 5.
737 1/Fâtiha, 5-7
738 2/Bakara, 127-128
739 2/Bakara, 201
• 289 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı sağlam tut ve o kâfir
millete karşı bize yardım et.” 740
“…İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş Sanadır.” “Allah
her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı
(hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya
düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin
gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği
işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın.
Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!”741
“Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize
katından bir rahmet ver. Şüphesiz sen çok bağışlayansın. Rabbimiz, sen mutlaka
insanları asla şüphe olmayan bir günde toplayacaksın. Allah sözünden
dönmez.” 742
“Rabbimiz, biz iman ettik. Bizim günahlarımızı bağışla. Bizi ateş azâbından
koru.” 743
“Orada Zekeriyya, Rabbine duâ etti ve dedi ki: Rabbim! Bana tarafından
hayırlı bir nesil bağışla. Şüphesiz sen duâyı hakkıyla işitensin.”744
“Rabbimiz, indirdiğine inandık. Peygamber’e uyduk. Bizi şâhit olanlarla
beraber yaz.” 745
“Rabbimiz, bizim günahlarımızı ve işimizde taşkınlığımızı bağışla. Ayaklarımızı
sâbit tut. Kâfir toplumuna karşı bize yardım eyle.” 746
“Bir kısım insanlar, mü’minlere: “Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı
asker topladılar; aman sakının onlardan!” dediklerinde bu, onların imanlarını
bir kat daha arttırdı ve dediler ki: Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!” 747
740 2/Bakara, 250
741 2/Bakara, 285-286
742 3/Âl-i İmrân, 8-9
743 3/Âl-i İmrân, 16
744 3/Âl-i İmrân, 38
745 3/Âl-i İmrân, 53
746 3/Âl-i İmrân, 147
747 3/Âl-i İmrân, 173
• 290 •
Ahmed Kalkan
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit)
Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler
(ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih
ederiz. Bizi cehennem azâbından koru!” “Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi
cehenneme koyarsan, artık onu rüsvay etmişsindir. Zâlimlerin hiç yardımcıları
yoktur.” “Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, “Rabbinize inanın!” diye imana
çağıran bir dâvetçiyi (Peygamberi, Kur’an’ı) işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz!
Bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle
beraber al.” “Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vaadettiklerini de
ikram et ve Kıyâmet gününde bizi rezil-rüsvay etme; şüphesiz sen vaadinden
caymazsın!” 748
“Rasûle indirileni duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı
gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki: Rabbimiz! İman ettik,
bizi (hakka) şahit olanlarla beraber yaz.”749
“Rabbimiz, Biz kendimize zulmettik/yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve
bize merhamet etmezsen mutlaka biz ziyana uğrayanlardan oluruz.” 750
“Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce de şöyle derler: Ey Rabbimiz!
Bizi zâlimler topluluğu ile beraber bulundurma!” 751
“Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi müslümanlar olarak vefat ettir.”
752
“Pişman olup da kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını görünce dediler
ki: Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsan mutlaka ziyana uğrayanlardan
olacağız!” 753
“Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla. Bizi rahmetin içine koy. Sen merhametlilerin
en merhametlisisin.” 754
748 3/Âl-i İmrân, 191-194
749 5/Mâide, 83
750 7/A'râf, 23
751 7/A’râf, 47
752 7/A'râf, 126
753 7/A’râf, 149
754 7/A'râf, 151
• 291 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti. Onları o
müthiş deprem yakalayınca Mûsâ dedi ki: Ey Rabbim! Dileseydin onları da
beni de daha önce helâk ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği
(günah) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? Bu iş, senin imtihanından
başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola
iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların
en iyisisin! (Hz. Mûsâ’nın, kavmini temsilen seçip Allah’ın huzuruna getirdiği
kimseler, Allah ile kendi arasındaki konuşmayı işitince, onunla yetinmediler
ve: “”Ey Mûsâ, Allah’ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız”” dediler.
Bunun üzerine orada şiddetli bir deprem oldu ve bayılıp düştüler. Hz. Mûsâ,
Allah’a yalvardı da bu âfet kaldırıldı.)” “Bize, bu dünyada da iyilik yaz âhirette
de. Şüphesiz biz sana yöneldik. Allah buyurdu ki: Kimi dilersem onu
azâbıma uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatır. Onu, sakınanlara, zekâtı
verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” 755
“Rabbimiz, bizi zâlimler yanında bir fitne unsuru kılma, onlarla bizi imtihan
etme. Rahmetinle bizi şu kâfirler topluluğundan kurtar.” 756
“(Nuh) dedi ki: Ey Rabbim! Ben senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten
Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen,
ben ziyana uğrayanlardan olurum!” 757
“(Yusuf) dedi ki: Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden
daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve
cahillerden olurum!” 758
“Ey Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen)
olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da
âhirette de benim velîmsin, sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni
sâlihler arasına kat!” 759
755 7/A’râf, 155-156
756 10/Yûnus, 85-86
757 11/Hûd, 47
758 12/Yusuf, 33
759 12/Yusuf, 101
• 292 •
Ahmed Kalkan
“Hatırla ki İbrahim şöyle demişti: Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli
kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!” 760
“Rabbim, beni ve zürriyetimi namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz, duâmı
kabul buyur. Rabbimiz, hesabın görüleceği gün beni, anamı, babamı ve
mü’minleri bağışla.” 761
“Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve şöyle de:
Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara
(öyle) rahmet et!” 762
“Ve şöyle niyaz et: Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla;
çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana tarafından, hakkıyla
yardım edici bir kuvvet ver.” 763
“Rabbimiz, katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster ve bizi
başarılı kıl.” 764
“Hiçbir şey için “Bunu yarın yapacağım” deme.” “Ancak Allah dilerse (yapacağım
de). Unuttuğun zaman Allah’ı an ve de ki: Umarım Rabbim beni,
doğruya daha yakın olana eriştirir.” 765
“Rabbim, benim göğsümü aç. İşimi kolaylaştır. Dilimden düğümü çöz ki
sözümü anlasınlar.” 766
“Gerçek hükümdar olan Allah, yücedir. Sana O’nun vahyi tamamlanmazdan
önce Kur’an’ı (okumakta) acele etme ve de ki: Rabbim, benim ilmimi
artır.” 767
“Eyyub’a gelince; Hani o Rabbine şöyle niyaz etmişti: Başıma bu dert geldi
(Sana sığındım). Sen, merhametlilerin en merhametlisisin.” 768
760 14/İbrâhim, 35
761 14/İbrahim, 40-41
762 17/İsrâ, 24
763 17/İsrâ, 80
764 18/Kehf, 10
765 18/Kehf, 24
766 20/Tâhâ, 25-28
767 20/Tâhâ, 114
768 21/Enbiyâ, 83
• 293 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Zünnun’a (Yunus’a) gelince; … Lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî küntü
mine’z-zâlimîn: Sen’den başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten
ben zâlimlerden oldum.”769
“Zekeriyyâ’yı da (an). Hani o, Rabbine şöyle niyaz etmişti: Rabbim! Beni
yalnız bırakma! Sen, vârislerin en hayırlısısın, (her şey sonunda senindir).” 770
“(O peygamber) dedi ki: Rabbim! beni yalanlamalarına karşılık bana
yardımcı ol!” 771
“(Rasûlüm!) De ki: Rabbim! Eğer onlara vaad edilen tehdidi (azâbı)
mutlaka göstereceksen;” “Rabbim, (bu durumda) beni zâlimler topluluğunun
içinde bulundurma.” 772
“Ve de ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım!” “Onların
yanımda bulunmalarından da sana sığınırım, Rabbim!” 773
“Zira kullarımdan bir zümre şöyle demişlerdi: Rabbimiz! Biz iman ettik;
öyle ise bizi affet; bize acı! Sen, merhametlilerin en iyisisin.” 774
“(Rasûlüm!) De ki: Bağışla ve merhamet et Rabbim! Sen merhametlilerin
en iyisisin.” 775
“Rabbimiz, bizden cehennem azâbını uzaklaştır. Doğrusu onun azâbı sürekli
ve acıdır. Orası şüphesiz kötü bir yer ve kötü bir duraktır.” 776
“Rabbimiz, bize gözümüzün aydınlığı olacak eşler ve zürriyetler bahşeyle
ve bizi takvâ sahiplerine imam, önder kıl.” 777
769 21/Enbiyâ, 87
770 21/Enbiyâ, 89
771 23/Mü’minûn, 39
772 23/Mü’minûn, 93-94
773 23/Mü’minûn, 97-98
774 23/Mü’minûn, 109
775 23/Mü’minûn, 118
776 25/Furkan, 65-66
777 25/Furkan, 74
• 294 •
Ahmed Kalkan
“Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat.” “Bana, sonra gelecekler
içinde, iyilikle anılmak nasip eyle!” “Beni, Naîm cennetinin vârislerinden
kıl.” 778
“(İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme.” 779
“Artık benimle onların arasında sen hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki
mü’minleri kurtar.” 780
“Rabbim! Beni ve ailemi, onların yapageldiklerinden kurtar.” 781
“(Süleyman) onun(karıncanın) sözünden dolayı gülümsedi ve dedi ki: Ey
Rabbim! Beni, gerek bana gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye
ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kulların
arasına kat.” 782
“Mûsâ dedi ki: Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim (başıma iş açtım).
Beni bağışla! Allah da onu bağışladı. Çünkü, çok bağışlayıcı, çok merhametli
olan ancak O’dur.” 783
“(Mûsâ) Korka korka, (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı ve şöyle dedi:
Rabbim! Beni zâlimler güruhundan kurtar.” 784
“Bunun üzerine (Mûsâ) onların yerine (davarlarını) sulayıverdi. Sonra
gölgeye çekildi ve şöyle dedi: Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra
(lütfuna) muhtacım.” 785
“(Lût) dedi ki: Rabbim, şu fesatçılar güruhuna karşı bana yardım eyle!”
786
“Arş’ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler), Rablerini
hamd ile tesbih ederler, O’na iman ederler. Mü’minlerin de bağışlanmasını
778 26/Şuarâ, 83-85
779 26/Şuarâ, 87
780 26/Şuarâ, 118
781 26/Şuarâ, 169
782 27/Neml, 19
783 28/Kasas, 16
784 28/Kasas, 21
785 28/Kasas, 24
786 29/Ankebût, 30
• 295 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
isterler (ve derler ki): Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır.
O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem
azâbından koru!” “Rabbimiz! Onları da, onların atalarından, zevcelerinden,
nesillerinden iyi olanları da kendilerine vaadettiğin Adn cennetlerine koy.
Şüphesiz azîz ve hakîm olan sensin!” “Bir de onları, her türlü kötülüklerden
koru. O gün sen kimi kötülüklerden korursan muhakkak ki onu rahmetine
mazhar etmiş olursun. Bu en büyük kurtuluştur.” 787
“Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle
taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay
sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim!
Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve râzı olacağın yararlı iş
yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben
sana döndüm. Ve elbette ki ben müslümanlardanım.” 788
“Rabbimiz, biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik. Fakat
onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz, onlara iki kat azab ver. Onları büyük
bir lanete uğrat.” 789
“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce
gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı
hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”
790
“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir
örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: “Biz sizden ve Allah’ı bırakıp
taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya
kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.” Şu
kadar var ki, İbrahim babasına: “Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim.
Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez” demişti.
(O mü’minler şöyle dediler:) Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana
yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.” “Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için deneme
konusu kılma, bizi bağışla! Ey Rabbimiz! Yegâne galip ve hikmet sahibi,
ancak sensin.” 791
787 40/Mü’min, 7-9
788 46/Ahkaf, 15
789 33/Ahzâb, 67-68
790 59/Haşr, 10
791 60/Mümtehıne, 4-5
• 296 •
Ahmed Kalkan
“Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabbiniz
sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve Onunla birlikte iman edenleri
utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar.
Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nurları aydınlatıp gider de
şöyle derler: Ey Rabbimiz! Nûrumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü
sen her şeye kadirsin.” 792
“Rabbim! Beni, ana-babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, iman
eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla, zâlimlerin de ancak helâkini
arttır.” 793
“Rabbim, beni, anamı, babamı, mü’min olarak evime gireni, mü’min erkek
ve kadınları bağışla. Zâlimlerin de sadece helâkini artır.” 794
“De ki: Ben ağaran sabahın Rabbine sığınırım; Yarattığı şeylerin şerrinden.
Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden. Ve düğümlere üfürüp büyü
yapan üfürükçülerin şerrinden. Ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden
sabahın Rabbine sığınırım!” 795
“De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine, İnsanların Melikine (mutlak
sahip ve hâkimine), İnsanların İlâhına. O sinsi vesvesenin şerrinden, O ki
insanların göğüslerine (kötü düşünceler) fısıldar. Gerek cinlerden, gerek insanlardan(
olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allah’a sığınırım!)” 796
“Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur. Şüphesiz Sen işitensin, bilensin.” 797
792 66/Tahrîm, 8
793 66/Tahrîm, 28
794 71/Nûh, 28
795 113/Felak, 1-5
796 114/Nâs, 1-6
797 2/Bakara, 127
• 297 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Kur’an’da Peygamberlerin ve
Sâlih Kimselerin Duâları
Hz. Âdem ve Eşinin Duâsı: 7/A’râf, 23, 189
Hz. Nûh’un Duâsı: 11/Hûd, 47; 71/Nûh, 26-28
Hz. Eyyûb’un Duâsı: 21/Enbiyâ, 83
Hz. Yûnus’un Duâsı: 21/Enbiyâ, 87
Hz. Yusuf ’un Duâsı: 12/Yûsuf, 101
Hz. Şuayb’ın Duâsı: 7/A’râf, 89
Hz. Mûsâ’nın Duâsı: 7/A’râf, 126, 151, 155, 156; 10/85-86, 88; 20/Tâhâ,
25-28; 28/Kasas, 16
Hz. Süleyman’ın Duâsı: 27/Neml, 19
Hz. Zekeriyyâ’nın Duâsı: 3/Âl-i İmrân, 38; 21/Enbiyâ, 89
Hz. Lût’un Duâsı: 26/Şuarâ, 169; 29/Ankebût, 30
Hz. İbrahim’in Duâsı: 14/İbrâhim, 35-41; 26/Şuarâ, 83-89; 37/Sâffât,
100
Hz. İbrâhimve İsmail’in Duâları: 2/Bakara, 127-129; 23/Mü’minûn, 93-
94, 97-98, 118
Ashâb-ı Kehf ’in Duâsı: 18/Kehf, 10
Havârîlerin ve Hz. İsa’nın Ümmetinin Duâsı: 3/Âl-i İmrân, 53; 5/Mâide,
83
Rahmân’ın Kullarının Duâsı: 25/Furkan, 65-66, 74
Allah Yolunda Çarpışanların Duâsı: 3/Âl-i İmrân, 147
Temiz Akıl Sahiplerinin Duâsı: 3/Âl-i İmrân, 191-194
• 298 •
Ahmed Kalkan
Cennettekilerin Hamd ve Duâları: 7/A’râf, 47; 35/Fâtır, 35; 39/Zümer,
74; 66/Tahrîm 8
Meleklerin İstiğfâr, Salât ve Duâları: 40Mü’min, 7-9
Kur’an’ın Mü’minlere Tavsiye Ettiği Duâlar: 1/Fâtiha, 5-7; 2/Bakara,
201, 250, 285-286; 3/Âl-i İmrân, 8, 9, 16; 17/İsrâ, 80, 108, 111; 20/Tâhâ, 114;
23/Mü’minûn, 109; 46/Ahkaf, 15; 59/Haşr, 10; 60/Mümtehıne, 4-5; 113/Felak,
1-5; 114/Nâs, 1-6.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) Hayatında Duâ
Rasûlullah’ın (s.a.s.) hayatına baktığımız zaman, duânın onun hayatının
her noktasına serpiştirilmiş bir eylem olduğunu görüyoruz. Duâ, onun
hayatında âdeta bir hayat tarzına dönüşmüştür. O, yatarken, kalkarken, yemekten
sonra, tuvalete girerken ve çıkarken, elbise giyerken ve çıkarırken,
bineğe binerken, hasta iken, sıhhatli iken, sefere çıkarken, seferden döndükten
sonra, sevinçli ve üzücü olaylar karşısında, namazın içinde, namazdan
sonra, bir cenaze esnasında, birinin yeni elbise giydiğini gördüğünde,
evden çıkarken, eve girerken, hoşuna giden bir mal gördüğünde, belâya uğrayanları
gördüğünde, gök gürültüsü işittiğinde... Bunlar gibi daha hayatın
birçok alanında duâ ile iç içe yaşıyordu. Rûhun gıdasının duâ olduğundan
O, rûhunu gıdasız bırakmıyordu.
Şimdi Peygamberimiz’in genel olarak yaptığı duâlardan örnekler verelim:
“Allah’ım! Ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten, fayda vermeyen bilgiden
ve kabul olunmayacak duâdan sana sığınırım.” 798
“Allah’ım! Bize dünyada da bir hayır, âhirette de bir hayır ver. Bizi cehennem
azâbından koru.” 799
“Allah’ım, dinimi doğru kıl; o benim işlerimin ismetidir. Dünyamı da doğru
kıl; hayatım onda geçmektedir. Âhiretimi de doğru kıl; dönüşüm orayadır.
798 Tirmizî, Nesâi
799 Buhâri, Müslim, Ebû Dâvud
• 299 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Hayatı benim için her hayırda artma (vesilesi) kıl. Ölümü de her çeşit şerden
(kurtularak) rahata kavuşma kıl.” 800
“Allah’ım, yeterince helâlinden vererek beni haramından koru. Lutfunla
ver. Başkasına muhtaç etme.” 801
“Allah’ım! Âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, düşkünlük derecesine
varan ihtiyarlıktan, cimrilikten Sana sığınırım. Keza, kabir azâbından da
Sana sığınırım. Hayat ve ölüm fitnesinden de Sana sığınırım.” 802
“Ey Rabbim, hatamı, bilmezliğimi, bütün işimdeki israfımı ve Senin,
benden daha iyi bildiğin kusurlarımı ört. Ey Allah’ım, hatalarımı, bilerek ve
bilmeyerek yaptığım kusurlarımı ve şaka şeklinde olan eksiklerimi ve bende
olan bütün kusurları affet. Ey Allah’ım, benim peşin, açık ve gizli yaptığım her
şeyi affet. Önce yaptıran ve sonra bıraktıran Sensin. Sen her şeye kadirsin.”803
“Ey Allah’ım! Ben Senden doğru yolu, takvâyı, iffet ve istiğnâyı (insanlara
muhtaç olmamayı) dilerim.” 804
“Ey Allah’ım! Sana teslim oldum. Sana inandım. Sana dayandım. Sana
döndüm. Senin kudretinle mücadele ettim. Ey Allah’ım, beni saptırmaman
için Senin kuvvet ve şerefine sığınırım. Senden başka ilâh yoktur. Sen, ölmeyen
dirisin. Cinlerle insanlar ise hepsi ölüme mahkûmdurlar.” 805
“Ey Rabbim! Bana yardım et; aleyhime yardımda bulunma. Beni muzaffer
kıl; başkasını bana muzaffer kılma. Benim için düşmana tuzak kur;
aleyhime tuzak kurma. Beni doğruya yönelt ve hidâyeti bana kolaylaştır. Taşkınlık
gösterene karşı bana yardım et. Ey Rabbim, beni, Seni çok zikreden,
Sana çok şükreden, Senden çok korkan, Sana çok itaat eden, Sana karşı huşû
ve tevâzûda bulunan, Sana çok çok dönüp yalvaran kul eyle. Ey Rabbim, tevbemi
kabul et. Günahımı yıkayıp temizle. Duâmı kabul et. Hüccetimi sâbit kı.
Lisanıma doğruluk, kalbime hidâyet ver. Kalbimin kirini gider.” 806
800 Müslim
801 Tirmizî
802 Buhâri, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvud
803 Buhâri, Müslim
804 Müslim, Tirmizî
805 Müslim
806 Tirmizî, Ebû Dâvud
• 300 •
Ahmed Kalkan
“Ey Allah’ım, Seninle günahlarımız arasında perde olmak üzere haşyet
ihsan et. Cennetine ulaştıracak itaat ve ibâdeti nasip kıl. Dünya musibetlerini
bize kolaylaştıracak yakînî iman (kesin inanç) ver. Hayatımız boyunca
kulaklarımız, gözlerimiz ve kuvvetimizden bizi faydalandır. Öldükten sonra
da onların yaptıklarından faydalanmamızı devam ettir. İntikamımızı yalnız
bize zulmedenlere karşı kıl. Bize düşmanlık edenlere karşı bize yardım et.
Dinimizde bizi musibete uğratma. Dünyayı, yönelip de meşgul olduğumuz
şeylerin en büyüğü kılma. Bilgimizin de son noktası dünyadan ibâret olmasın.
Başımıza da şefkat ve merhametten yoksun kimseleri Mûsâllat etme!” 807
“Ey Allah’ım! Bana öğrettiğin şeylerden beni faydalandır. Faydalı olacak
şeyleri bana öğret ve ilmimi arttır. Her hal üzerine hamd Allah’a mahsustur.
Cehennemliklerin hal ve sıfatlarından Allah’a sığınırım.” 808
“Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi, dininin üzerinde sâbit kıl.” 809
“Allah’ım, Senden dünya ve âhirette âfiyet istiyorum.” 810
“Ey Allah’ım, Senden her işte sebât, takvâya azîmet, nimetine şükür, güzel
ibâdet, doğru bir lisan ve temiz bir kalp dilerim. Senin bildiğin bütün şeylerden
sana sığınırım. Senin bildiğin hayrı diler ve Senin bildiğin günahlardan
Sana sığınırım. Muhakkak ki, Sen bütün gizli olanları çok iyi bilensin.”
“Ey Allah’ım, bana Seni sevmeyi ve sevgisi Senin nezdinde bana faydalı
olacak kimseleri sevmeyi nasib et. Ey Allah’ım, sevdiğim şeylerden bana
verdiklerini Senin sevdiğin hususlarda kullanmakta bana kuvvet ver. Ey Allah’ım,
sevdiklerimden alıp götürdüğün şeyleri de, Senin sevdiğin hususlarda
(faydalı olmak için) bana kuvvet ver.” 811
“Ey Allah’ım, tembellikten, fazla ihtiyarlıktan, günah işlemekten, borçlanmaktan,
kabir imtihanından ve azâbından, ateşin fitnesinden ve azâbından
Sana sığınırım. Yine, zenginlik fitnesinin şerrinden ve mesih deccal fitnesinden
sana sığınırım.” 812
807 Tirmizî
808 Tirmizî
809 Tirmizî
810 Tirmizî
811 Tirmizî
812 Buhâri, Müslim
• 301 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Ey Allah’ım, hatalarımı kar ve dolu suyu ile yıka. Beyaz elbisenin kirini
temizlediğin gibi kalbimi hatalardan temizle. Doğuyu Batıdan uzaklaştırdığın
kadar beni de hatalardan uzak kıl.” 813
“Ey Allah’ım, işlediğim ve işlemediğim amellerimin şerrinden Sana sığınırım.”
814
“Ey Allah’ım, kulağımın şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin şerrinden,
kalbimin şerrinden ve menîmin şerrinden Sana sığınırım. 815
“Ey Allah’ım, fakirlikten, (hayır ve tâat) azlığından ve zilletten Sana sığınırım.
Birine zulmetmekten ve zulme uğramaktan da Sana sığınırım.” 816
“Ey Allah’ım, şikaktan (hakka karşı koymaktan), nifaktan ve kötü ahlâktan
Sana sığınırım. Ey Allah’ım, Sana açlıktan sığınırım; Çünkü o, insandan
ayrılmayan çok kötü bir şeydir. Hıyanetten de Sana sığınırım; Zira o, görünmeyen
kötü ve gizli bir günahtır.” 817
“Ey Allah’ım, rahmetini niyaz ederim. Bir an bile beni nefsimle baş başa
bırakma. (Din ve dünyaya ait) bütün işlerimi ıslah et. Senden başka bir ilâh
yoktur.” 818
“Allah’ım, ben nefsime çok zulmettim. Günahları da ancak Sen mağfiret
edersin. İlâhî katından bir mağfiretle beni affeyle. Şüphesiz ki Sen çok mağfiret
edici ve pek merhametlisin.” 819
“Allah’ım! Gücümün zayıflığını, tâkatimin ağırlığını, insanlar arasında
horlanmamı Sana şikâyet ederim. Sen, merhamet edenlerin en merhametlisisin.
Sen mustaz’afların Rabbisin. Sen, benim Rabbimsin. Beni kime havâle
ediyorsun? Uzakta olup bana hücum edene mi? Yahut işlerimi kendisinin
eline verdiğin düşmana mı? Eğer Senin, üzerimde gazâbın yoksa gerisine
aldırmam. Yalnız, âfiyetin, benim için daha geniş ve daha elverişlidir. Karan-
813 Buhâri, Müslim, Ebû Dâvud
814 Müslim, Ebû Dâvud
815 Tirmizî, Nesâi, Ebû Dâvud
816 Ebû Dâvud, Nesâi
817 Ebû Dâvud, Nesâi
818 Ebû Dâvud
819 Buhâri, Müslim
• 302 •
Ahmed Kalkan
lıkların kendisiyle aydınladığı, dünya ve âhiret işlerinin kendisiyle düzeldiği
vechinin nuruna sığınırım. Gazâbının üstüme gelmesinden, öfkenin bana inişinden
Sana sığınırım. Rızânı alana kadar eşiğine yüz sürmeye râzıyım. Güç
ve kuvvet yalnız Senin elindedir.” 820
Sünnet Olan Duâlar
Uykudan önce: “Ey Allah’ım senin adınla ölür ve dirilirim.”
Uyandıktan sonra: “Bizi uyku gibi bir ölümle öldürdükten sonra dirilten
Allah’a hamd olsun. Dönüş ancak O’nadır.”
Sabahleyin: “Allah’ım senin yardımınla sabaha çıktık, senin yardımınla
akşamladık, senin yardımınla yaşıyor, senin yardımınla ölüyoruz. Kabirden
kalkış sanadır.”
Akşamleyin: “Allah’ım, senden dünya ve âhirette selâmet isterim. Allah’ım,
senden dînim, dünyam, ehlim ve malım hakkında beni bağışlamanı
ve selâmete çıkarmanı isterim. Allah’ım, benim ayıplarımı örtüver. Korktuklarımdan
emin kıl. Allah’ım, Önümden arkamdan, sağımdan solumdan ve
üzerimden gelecek belâları defederek beni koru. Altımdan gelecek ani belâlardan
senin azametine sığınırım.”
Evden Çıkarken: “Allah’ın ismiyle Allah’a güvendim. O’nun gücünden
başka hiçbir güç yoktur.”
Ezandan sonra: Ezanı tekrarlamak, salât ve selâm etmek ve “Allah’tan
başka ilâh yoktur o tektir ortağı yoktur, Muhammed kulu ve Rasûlüdür, Rab
olarak Allah’a, din olarak İslâm’a, peygamber olarak Muhammed’e râzı oldum”
demek.
Sıkıntılarda: “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksanlıklardan
tenzih ederim. Muhakkak ben zalimlerden oldum.” demek sünnettir.821
820 Rasûlullah'ın Tâif'ten taşlanarak dönerken yaptığı duâ; İbn Hişam, Sîre II/29-30
821 M. Sait Şimşek, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/419;
• 303 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Kur’an’ı hayata geçirmek;
İşte dosdoğru yol, hidâyet.
Kur’an dışı hayat sürmek;
Gazâbı hak etmek ve dalâlet.
- 6. Âyet -
 الصَِّاطَ اْلُسْتَقِي َ  إهْدِنَ
Dosdoğru yola :  الصَِّاطَ اْلُسْتَقِي َ Bize hidâyet ver, bizi ulaştır  : إهْدِنَ
“Bize hidâyet ver, bizi dosdoğru yola ulaştır.” (1/Fâtiha, 6)
 إهْدِ نَ Bize Hidâyet Ver, Yol Göster, Bizi Ulaştır
Hidâyet, doğru yolu bulma, açıklama, ilham etme, muvaffak kılma anlamlarına
gelmektedir. Terim olarak hidâyet; küfür, şirk ve sapıklıklardan
kurtularak, İslâm’ın aydınlık yoluna girmektir. Hidâyet, lütuf ile olan rehberlik
demektir. Allah Teâlâ’nın, lütuf ve keremiyle, kuluna sonu hayır ve
mutluluk olacak isteklerinin yollarını göstermesi veya yola götürüp muradına
erdirmesidir. Sadece yolunu ve sebeplerini göstermeye irşâd; neticeye
erişinceye kadar yola götürmeye de tevfîk denir. Hidâyette istenen, hayra
ulaştırmaktır. Meselâ, hırsıza yol göstermeye hidâyet denmez. Hidâyeti
buldurmaya “ihtidâ” veya “hüdâ” denmektedir. Allah’ın güzel isimlerinden
biri de “el-Hâdî”, yani hidâyet veren, hidâyete erdirendir.
 الصَِّاطَ الُْسْتَقِ ي َ Sırât-ı Müstakîme, Dosdoğru Yola
Kur’ân-ı Kerim’de 32 âyette geçen bu tamlama, yol anlamındaki sırât’la;
doğru, sapmaz, şaşırtmaz anlamındaki müstakîm kelimesinin birleşmesinden
oluşmaktadır. Kur’an’ın, hedefe götürücü ve erdirici yol olarak gördüğü
yol, sırât’tır. Sırât, lügatte cadde, anayol, işlek ve büyük yol anlamına gelir.
“Es-sırât”: “Allah’ın yolu” demektir. Müstakîm ise, hiçbir yerinde meyil
• 304 •
Ahmed Kalkan
ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru demektir. Sırât-ı müstakîm:
Dosdoğru olan yol anlamındadır. Sırât-ı müstakîm (doğru yol): İki nokta
arasındaki en kısa çizgiye denir. Dünya noktasından Cennet noktasına en
kısa yoldan eğilip bükülmeden, yalpalamadan gidilecek yolun adıdır.
Hidâyet
Allah, hâdîdir; yani kendisini tanıma yollarını kullarına gösterip tanıtan,
onları Rubûbiyetini ikrar edici kılan, necat (kurtuluş) yolunu gösterip
açıklayan, her yaratığın bekası ve varlığını sürdürmesi için gerekli olan cihetlere
yönelten zattır. Bundan fazla olarak, kullarından dilediğini tevhid
nuruyla müşerref kılar, istediğini dosdoğru yola hidâyet eder. Ayrıca bütün
diğer yaratıkları faydalarına olan yöne sevk eder, rızık arama yollarını, zararlardan
sakınmalarını ilham eder. İmam Gazali, bu ikinci nevi hidâyete
bazı örnekler verir: Yeni doğan yavruya memeyi tutmasını, civcive çıkar
çıkmaz daneleri toplamasını, arıya yuvasını altıgen şeklinde yapmasını
vb. gibi her canlı için en uygun şartı ilham eder. Hidâyetin zıddı dalâlettir.
Dalâlet; sapmak, şaşmak, karanlıkta kalmak, bocalamak ve kaosa yenik
düşmek anlamlarına gelir. Dalâlet, doğru yoldan bile bile veya iğfale kapılarak
sapmaktır. “İhdinâ” kelimesinin Türkçeye çevrildiğinde en uygun
tabir: “bize hidâyet et” ifadesidir. Merhum Elmalılı’nın açıklamasına göre:
“İhdinâ” kelimesini “göster” diye tercüme etsek, götürmek kalır. “Götür”
deyince, letâfet kalır ve hiç biri tam anlamı ifade etmez. En uygunu Türkçeye
de yerleşmiş olduğu şekliyle “bize hidâyet et” ifadesidir. Yani hidâyet, tek
kelimeyle tam olarak tercüme edilemez.
Çölün ortasında yolunu şaşırıp kaybeden bir kimseyle, bir rehber yardımıyla
gideceği yeri, yönü rahatça tayin edip bulan kimse bir değildir. Bu
bakımdan hidâyetin tam karşısına da şaşırmışlık, sapmışlık anlamına gelen
“dalâlet” kavramının yerleştirildiği görülür. Çünkü her şey kendi zıddına
nispetle daha gerçek mânâ ifade eder. O halde, insanı hayat çölünde ya da
yolunda doğru istikamete götürecek, sapmalardan koruyacak yön tayin
edici kılavuz nedir? Elbette ki Allah’ın hidâyeti (yol göstermesi)dir. “De ki:
Hidâyet/doğru yola kılavuzluk; ancak Allah’ın hidâyetidir.”822 Yolun doğrusunu
göstermek Allah’a aittir. Yolun eğri olanı da vardır. Allah dileseydi hepinizi
hidâyete iletirdi.” 823
822 6/En'âm, 71
823 16/Nahl, 9
• 305 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Hidâyet, bir yolu göstermek ve o yolda sebatı sağlamada yardımcı olmaktır.
Yalnız göstermek, dinin anladığı mânâda hidâyeti ifade etmez.
Gösterilen yolda sebata yardım etmek de vahyin hidâyetinin bir parçasıdır.
O yüzden daha çok hidâyete ermiş insanların okuduğu Fâtiha sûresi 5.
âyetindeki “ihdinâ” kelimesine, bazı müfessirler; “bize verdiğin hidâyette
sebatımızı nasib et” anlamı vermişlerdir.
“İhdinâ” derken hidâyetin yalnız ve yalnız Allah’a ait olduğunu bildiğimizi
de itiraf etmiş oluyoruz. Allah (c.c.), Rasûlüne: “Sen sevdiklerine hidâyet
veremezsin. Ancak Allah dilediğine hidâyet verir”824 buyurarak hidâyeti
Rasûlü’nün bile veremeyeceğini bildirir.
Peygamberler ancak hidâyete vesile olurlar, insanlara yol gösterirler.
“Muhakkak sen Sırat-ı Mustakyım’e yol göstermektesin.”825 Rabbimiz vahiyle
peygamberlerine yol göstermiştir. Biz de o vahyin ışığında yürüyoruz.
Biz kimseye hidâyet veremeyiz. Ama İslâm nuruna davet eder, yol gösteririz.
Gözlere nur vermek Allah’a aittir. Doktorlar da nur vermiyor, sadece
gözü perdelenenlerin nurunu açıyor. Hidâyet gönül işidir. Kişinin kafasına
tabanca dayayarak iman ettiremezsiniz. Böylesi hidâyete ermiş gibi görünür
ama gönülden inkâr eder. Yine kişinin kafatası açılarak içinden iman
sökülemez, o bir gönül işidir. Gönle de yalnız onu Yaratan hâkim olur.
Bizim tebliğimiz bir kişinin hidâyetine sebep olursa bu bizim için yeryüzü
dolusu altına sahip olmaktan daha hayırlıdır. Bu bize biraz ters gibi
gelebilir. Ama yeryüzü, insan için yaratılmıştır. Yeryüzünün tamamı insanın
haksız yere akıtılmış bir damla kanına denk olmaz.
Dinimizin insana verdiği değer bu!...
Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz haksız yere herhangi bir kişiyi öldürenin
bütün insanları öldürmüş gibi olduğunu haber verirken826 öldürülenin
mü’min veya kâfir olmasını ayırt etmez. Hâlbuki uygar sayılan Avrupalının,
Amerikalı’nın gözünde bir varil petrol, Hıristiyan olmayan milyarlarca
insanlardan daha değerlidir. İşte böyleleriyle aynı safta, aynı kulüpte, aynı
pakt’ta olmamak için “Gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil” diyoruz.
827
824 28/Kasas, 56
825 42/Şûra, 52
826 [43] Maide 32
827 Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 75-76
• 306 •
Ahmed Kalkan
Kur’an’da Hidâyet
Hidâyet, Kur’an’ın en önemli kavramlarından birisi olmakla beraber,
aynı zamanda zıddı olan dalâletle birlikte Kur’an’da en çok zikredilen kelimelerdendir.
Hidâyet kelimesinin kökü olan “Hdy” kelimesi ve türevleri
Kur’an’da 317 yerde geçer.828 Hidâyetin zıddı olan dalâlet kelimesinin kökü
“d-l-l” ve türevleri ise toplam 191 yerde kullanılır. Hâdî, hidâyet eden, hidâyet
yaratan, istediğini hayırlı ve kârlı yollara muvaffak kılan anlamına gelir.
Kur’an’a göre mutlak Hâdî, Allah’tır. Mutlak Hâdî olan Allah’ın insanlara
olan hidâyetinin ise dört şekilde olacağı beyan edilmektedir:
828 A- Hidâyet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
a. Hidâyet, Allah'tan korkanlar içindir: Bakara, 150.
b. Hidâyeti Allah Verir: Bakara, 213, 272; A'raf, 30, 43; Nahl, 9; Sebe', 50; Müddessir, 55-56; İnsan, 29-30;
Tekvir, 29.
c. Allah, Kâfirlere ve Münafıklara Hidâyet Vermez: Bakara,264; Zümer,3; Münafıkun,6
d. Allah'ın Muradı Hidâyettir: Nisa, 26; Yunus, 25; Hadid, 9.
e. Allah, Dilediğine Hidâyet Verir: En'am, 39; Yunus, 25; Ra'd, 27; İbrahim, 4; Nahl, 93; Hacc, 16; Nur, 35,
46; Kasas, 56; Fatır, 8, 22; Şura, 13; İnsan, 30.
f. Allah, Hidâyet Ettiği Kimsenin Göğsünü İslâm İle Açar: En'am, 125; A'raf, 179.
g. Allah Dileseydi Bütün İnsanlar İman Ederdi: Yunus, 99-100; Ra'd, 31, Nahl, 9; Secde, 13.
h. Allah'ın Hidâyet Ettiği Kimseyi Saptıracak Yoktur: Zümer, 37.
i. İnsana Doğru Yol Gösterilmiştir: İnsan, 3; A'la, 3; Leyl, 12-14.
j. İnsana Hayır ve Şer Diye İki Yol Gösterilmiştir: Beled, 10; Şems, 8.
k. Hidâyette Olanlar: Bakara, 5; Necm, 30, 32.
l. Hidâyete Ulaşmanın Yolu: Bakara, 186.
m. Hidâyeti Kabul Edenler, Kendileri İçin Eder: Yunus, 108; İsra, 15; Meryem, 76; Neml, 92; Zümer, 41.
n. Allah'ın Hidâyet Verdiği Kimseler Doğru Yoldadır: İsra, 97; Kehf, 17.
o. Allah'ın Hidâyetine Tabi Olanlar: Taha, 123; Kasas, 85; Muhammed, 17; Müddessir, 55; İnsan, 29; Tekvir,
27-28.
p. Hidâyet Yolu, Allah Yoludur: Şura, 53.
q. Hidâyet İçin Dua: Fâtiha, 5-7; Bakara, 128-129; Al-i İmran, 8, 53, 193; Yusuf, 101.
r. B- Dalâlet (Sapıklık) Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
s. Allah Dilediğini Saptırır: En'am, 39; Ra'd, 27; İbrahim, 4; Nahl, 93; Fatır, 8.
t. Allah'ın Saptırdığı Kimseyi Hiç Kimse Doğru Yola Getiremez: Nisa, 88, 143; Maide, 41, Ra'd, 33; Nahl, 37;
İsra, 97; Kehf, 17; Hacc, 18; Nur, 40; Rum, 29; Zümer, 19, 23, 36; Casiye, 23; Zariyat, 9.
u. Allah, Dalâlette (Sapıklıkta) Bırakmak İstediği Kimsenin Göğsünü Yukarı Çıkıyormuş Gibi Daraltır:
En'am, 125.
v. Dalâlette Olanları Allah Bilir: Necm, 30.
w. Peygamberin ve Mü'minlerin Yolundan Ayrılanlar: Nisa, 115; Kasas, 85.
x. Şeytanı Dost Edinenleri, Allah Dalâlette Bırakır: A'raf, 30.
y. Allah'ın Saptırdığı Kimseler, En Büyük Zararda Olanlardır: A'raf, 178, 186.
z. Dalâleti (Sapıklığı) Seçen, Kendi Aleyhine Seçmiştir: Yunus, 108; İsra, 15; Neml, 92; Sebe', 50; Zümer, 41.
aa. Dalâletten Korunmak İçin Dua: Fâtiha, 5-7.
• 307 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
1- Hidâyetin bütün mahlûkata şâmil olması. Bu, Allah’ın onlara akıl,
zekâ ve zarûri bazı bilgiler ihsan etmesidir. 20/Tâhâ, 50 ve 87/A’lâ, 3 âyetlerinde
bu tür hidâyetten bahsedilir.
2- Peygamber ve Kitaplarla insanları çağırdığı hidâyet. “Onları, buyruğumuz
ile, insanları doğru yola götüren (yehdûne) önderler yaptık.”829 âyetinde
olduğu gibi.
3- Bu hidâyeti kabul eden ve doğru yolda olanlara tevfik hidâyeti, onları
bu hidâyete muvaffak kılması. “Hidâyeti kabul edenlerin (ihtedev), Allah
hidâyetlerini artırır.”830 “Allah, iman edenlere hidâyet etti.”831 âyetlerinde olduğu
gibi.
4- Âhirette cennete hidâyet edip iletmesi. “Hamd Allah’a olsun ki, bizi
buna hidâyet etti.”832 âyetinde olduğu gibi.
İnsan, bir başkasını, bu dört hidâyet çeşidinden sadece dâvet ve yolu tanıtmak
sûretiyle hidâyete sevkedebilir. Hz. Peygamber’e hitaben: “Muhakkak
ki sen, dosdoğru yola hidâyet edersin.”833 “Her millet için hidâyet eden
(yani, dâvet eden) vardır.”834 gibi âyetlerde kasdolunan hidâyet, bu nevidendir.
Gerekli istidatları, tevfik ve âhirette mükâfat verme şeklinde olan öbür
hidâyet çeşitlerine ise: “Sen istediğini hidâyete erdiremezsin”835 (Hitap özellikle
Hz. Peygamber’edir) gibi âyetler işaret eder.
Allah’ın; zâlimler, kâfirler, fâsıklar hakkında menettiğini bildirdiği her
âyette, üçüncü nevi, yani “hidâyeti kabul edenlere mahsus olan tevfik hidâyeti”
söz konusudur.
Cennete koymak ve âhirette mükâfat vermekten ibâret olan dördüncü
kısma giren hidâyet ise şu gibi âyetlerdedir:
829 21/Enbiyâ, 73
830 47/Muhammed, 17
831 2/Bakara, 213
832 7/A'râf, 43
833 42/Şûrâ, 52
834 13/Ra'd, 7
835 28/Kasas, 56
• 308 •
Ahmed Kalkan
“İman ettikten, Peygamber’in hak olduğuna şehâdet ettikten, kendilerine
apaçık deliller geldikten sonra inkâr eden bir topluluğa, Allah nasıl hidâyet
eder?” 836 “Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet etmez.”837 “Onların hidâyetleri
sana düşmez, fakat Allah dilediğine hidâyet eder.” 838
Hâdî, câhiliyye devrinde, yolları iyi bilen ve insanlara yol gösterip varacakları
yerlere götüren kimseye denilmektedir. Kur’an, sâlih amelle hidâyet
arasında yakın bir münasebet olduğunu açıklar. Tevbe-iman-sâlih amel üçlüsünün
neticesinde hidâyete ulaşılmaktadır.839 Başka bir ifadeyle hidâyet,
tevbe-iman-sâlih amelin doğal neticesidir. Hidâyete ermenin, iman ve sâlih
amellerle olacağını şu âyette de görmekteyiz: “İman edenler ve sâlih ameller
işleyenleri imanlarına karşılık Rableri onları hidâyete erdirir, doğru yola
eriştirir.”840 Başka bir âyette de hidâyet ve ıslah arasında bir ilginin varlığı
görülmekte olup şöyle buyrulmaktadır: “Onları hidâyete erdirir, doğru yola
eriştirir ve durumlarını düzeltir.”841 Âyette doğru yola eriştirilen ve durumları
düzeltilenler, sûrenin baş tarafında ifade edildiği gibi, iman eden ve
sâlih amel işleyenlerdir. 842
Hidâyet, Yön Bulmak; İman,
Yönü Bulduran Kuvvet
İnsan hayatının en önemli meselesi yön bulmaktır. İman, yönü bulduran
kuvvettir. Ancak bulunan yönde yürüyebilmek, bizi yol problemiyle
karşı karşıya getirir. Yönün işe yaraması, bu yönde yürümemizi sağlayacak
yolu gerekli kılar. Bu bakımdan Kur’an, yol konusu üzerinde çok durmaktadır.
Kur’an’da geçen sırat, sebil, tarik ve şeriat kelimelerinin hepsi -aralarında
nüanslar olmasına rağmen- yol anlamındadır.
Hidâyetin neticesi iman; dalâletin neticesi imansızlıktır. İnsanın kalbi,
hem imana, hem de küfre doğru eğilmeye elverişlidir. Kalbin imanla küfürden
birini tercih etmesi için mutlaka çekici bir sebep icabeder. Hidâyeti
836 3/Al-i İmran, 86
837 2/Bakara, 258
838 2/Bakara, 272; Suad Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 199-200
839 20/Tâhâ, 82
840 10/Yûnus, 9
841 47/Muhammed, 5
842 Ömer Dumlu, Kur'ân-ı Kerim’de Salâh Meselesi, D.İ.B. Y., s. 63-64
• 309 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
de dalâleti de ancak Allah yaratır. Yani gönüllere imanı sevdiren sebepleri
Allah yarattığı gibi, küfür tarafını tutturan sebepleri yaratan da O’dur. Kullarından
istediğine hidâyet; istediğine dalâlet verir. Allah’tan başka insanları
hidâyet ve bahtiyarlığa eriştirecek yahut dalâlet ve hüsrâna düşürecek
hakiki bir fâil yoktur. Allah’ın hidâyet ettiğini kimse saptıramaz. Allah’ın
saptırdığını kimse doğru yola getiremez.
Yalnız, burada şu noktayı iyi bilmek lâzımdır ki, Allah Teâlâ’nın bir kulunda
dalâlet yaratması, o kulun, kendi arzusu ile sapıklık yolunu tutmuş
olmasındandır. Yoksa, kul irâdesini, yeteneklerini dalâlete yöneltmedikçe
Allah onu cebren dalâlete sevk etmez. Yani, halk tabiriyle “belâ isteyen
belâsını; Mevlâ isteyen Mevlâ’sını bulur.” Nitekim, insanlarda hidâyet ve
iman asıldır. Dalâlet ve küfür sonradan ârız olmuştur. Cüz’î iradenin sû-i
isti’mâlinden doğmuştur. Dalâlet ve küfür fıtrata muhâlefettir. Hastalıktır.
843 Sağırlıktır, dilsizlik ve körlüktür.844 Küfür ve dalâlet, zarara asla uğramayacak
bir ticareti/kazancı845 istememek ve müflis tüccar olmaktır. “Onlar
hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazançlı
olmamış ve kendileri de hidâyete erememiş, doğru yola girememişlerdir.” 846
Kaalû Belâ denilen bezm-i elestte, yani hilkat sabahında, ruhlar meclisinde
Allah, hepimizden ahd ve misak aldı. O’nun huzurunda doğru yola
gideceğimize hep bir ağızdan söz verdik. Gerçi biz bu mâcerayı hatırlayamıyoruz,
ama onu Allah, kitabında bildirmiş, bu sûretle kat’i olarak mâlum
olmuştur. Hatırlayamamak, inkâr vesilesi olamaz. Biz üç günlük kısa hayatımızda
bile, nice mühim ve hayatî olayları unutup duruyoruz. İşte ezelî
iman, Allah’ın bir hidâyeti ve bu mâceranın tatlı bir hâtırası ve insanlarda
her türlü fazilet ve ahlâk sermayesidir. Dünyaya çıkma zamanı gelince her
ruh için cismânî ve rûhânî kuvvetlerle mücehhez bir ceset bağışlaması,
dünyaya kitaplar indirmesi, peygamberler göndermesi, dünyada gördüğü,
işittiği, fikren mülâhaza ettiği her hâdisede bir hikmet dersi göstererek ezelî
iman nurunu kuvvetlendirip parlaklığını arttırması, hep Allah Teâlâ’nın kat
kat hidâyetleridir ki, kul, hidâyet istedikçe ve hidâyete uydukça Allah’ın hidâyeti
de daima artar durur. “...Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize
süslemiş, sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir.
İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” 847
843 2/Bakara, 10
844 2/Bakara, 18
845 35/Fâtır, 29; 61/Saff, 10-11
846 2/Bakara, 16
847 49/Hucurât, 7; Ali Osman Tatlısu, Esmâü’l Hüsnâ Şerhi, Yağmur Y., s. 247-248
• 310 •
Ahmed Kalkan
Hidâyet İsteği ve Hidâyette Devam
Fâtiha sûresinde “ihdinâ” (bize hidâyet et)”848 diye duâ ediliyor. Dalâlette
bulunanların hidâyet istemesi, hidâyetin meydana gelmesini istemek;
hidâyette bulunanların hidâyet istemesi de sebat ve hidâyet mertebesinde
yükselmeyi istemek anlamındadır. Bizi hidâyet üzere sâbit kıl, hidâyetten
ayırma demektir. Şu âyette buna benzer duâ ifadesi vardır: “Ey Rabbimiz,
bizi hidâyete ulaştırdıktan sonra, kalplerimizi saptırma.”849 Nice âlim ve âbid
vardır ki, onun kalbine küçük bir şüphe düşmüş, böylece de Hak’tan sapmış,
ayağı kaymış ve dosdoğru yoldan, müstakim dinden dönmüştür. Müslümanca
bir hayat önemlidir ama, müslümanca ölmek çok daha önemlidir.
“Başka türlü değil, sadece müslüman olarak ölün”850 Biz, her an hidâyette kalabilmek,
doğru yoldan sapmamak için Allah’ın yardımına muhtacız. Zaten
sûredeki tüm cümleler istimrârı (devamlılığı) ifade etmektedir. Hamdler,
sürekli O’na; ibâdetler, tâatler, ve duâlar da kesintisiz O’nadır.
Hidâyet, bizi hakka götüren her türlü meziyet, araç, akl-ı selim, Peygamber
ve Kitap’tır. Müstakim yolda kalabilmemiz, kesintisiz olarak bunlara
sahip olmakla mümkündür. Sürekli akl-ı selim sahibi olmak, vahiyle
irtibatlı bulunmak, Peygamber’e bağlı kalmak; dosdoğru yolu bulmak kadar,
o yolda kalmak için de önemlidir. Öte yandan müslüman daha ileriye,
en ileriye tâliptir. Zarardan kurtulmak için, mü’minin iki günü birbirine
denk olmamalıdır. İlmî ve amelî yönden de kendini sürekli yenilemeli, hidâyet
yolunda mesafe katetmeye, dosdoğru yolun en ilerisinde yer almaya
gayret etmelidir. İşte bu duâmızla biz, Rabbimiz’den hidâyetimizin artırılmasını
da istiyoruz. 851
Bu âyetten hemen önce “Ancak Senden yardım isteriz.” denilmişti. İşte,
bu duânın nasıl yapılacağını göstermek için duâya başlanıyor: “Hidâyet eyle
bizi doğru yola...” Bu talep ve duâ, istiânenin öneminin ve genişliğinin tatbik
sahasını gösteriyor. Duâ ve isteğe ne sûretle başlayacağımızı, Allah’tan
ne istememiz gerektiğini, bizim için en büyük ve en değerli şeyin ne olması
gerektiğini öğretmek için böyle duâ etmemiz telkin edilmiş oluyor.
848 1/Fâtiha, 6
849 3/Al-i İmran, 8
850 2/Bakara, 132
851 Bak. 35/Fâtır, 32
• 311 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“İhdinâ” (Bizi hidâyete erdir) ifadesi, ne istediğimizi anlatmaya yetebilirdi.
Ama bununla yetinilmedi. Nereye hidâyet edilmesi, hangi yola Allah’ın
bizi iletmesini istediğimiz de “es-sırâta’l-müstakîm” ifadelerinde açıklanmış
oldu: “Dosdoğru yola. Öyle yol ki...”
“Niçin “bana hidâyet et” değil de; “bize hidâyet et” diye çoğul edatı kullanıldı?”
denilecek olursa, şöyle cevap verilir: Duâ, daha genel olduğu zaman,
kabul edilmeye daha yakın olur. “Müslümanlar arasında duâsı kabul
olunacak mutlaka birisi vardır. Allah, birisinin duâsını kabul edince, diğerlerinin
duâsını geri çevirmez” denilmiştir. Peygamber Efendimiz, “Allah’a,
kendisiyle isyan etmediğiniz dillerle duâ edin.” buyurdu. Sahâbe: “Yâ Rasûlallah,
hangimizin öyle dili vardır?” deyince de, O: “Birbirinize duâ edersiniz.
Çünkü sen onun lisanı ile, o da senin lisanınla Allah’a isyan etmemiştir.”
buyurmuştur. Kul, sanki şöyle der: “Senin Rasûlünün ‘cemaat, birlik rahmet;
ayrılık ise azabtır.’852 buyuruyor. Sana hamdetmek isteyince de, bütün
hamdleri dile getirerek “el-hamdü lillâh” dedim. İbâdeti dile getirdiğimde,
bütün herkesin ibâdetini dile getirerek “iyyâke na’büdü (ancak Sana ibâdet
ederiz)” dedim. Yardım talebinde bulununca da, herkesin yardım talebini
söyleyerek “ve iyyâke nesteıyn (ancak Senden yardım isteriz)” dedim. Şüphesiz
hidâyeti istediğimde, onu herkes için isteyerek “ihdinâ (bize hidâyet
ver)” dedim.” Ayrıca, çoğul zamiri kullanılan bu ifade tarzında, müslümanların
cemaat halinde olmaları gerektiğine işaret vardır. Onlar toplu halde
bir şeye karar verirlerse, bu doğru ve Allah katında değeri olan bir hüküm
olur. Toplu haldeki bu müslümanlara Allah, yeryüzünü vâris kılıp, onları da
yeryüzünde halifeler kılmıştır. 853
“İhdinâ” derken, hidâyetin yalnız ve yalnız Allah’a ait olduğunu bildiğimizi
de itiraf etmiş oluyoruz. Allah, Rasûlüne: “Sen sevdiklerine hidâyet
veremezsin. Ancak Allah, dilediğine hidâyet verir.”854 buyurarak hidâyeti
Rasûlünün bile veremeyeceğini bildirir. Peygamberler ancak hidâyete vesile
olurlar, insanlara yol gösterirler. “Muhakkak sen, sırât-ı müstakîme yol
göstermektesin.”855 Rabbimiz vahiyle peygamberlerine yol göstermiştir. Biz
de o vahyin ışığında yürüyoruz.
852 Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/278
853 35/Fâtır, 39; 21/Enbiyâ, 105
854 28/Kasas, 56
855 42/Şûrâ, 52
• 312 •
Ahmed Kalkan
Peygamberler ve onların tebligâtı hidâyettir. 856 Peygamberlerde örnekleşen
hidâyeti elde etmenin bir niyet ve gayret ürünü olduğu da Kur’an tarafından
beyan ediliyor. 857
Peygamberlerce gösterilen hidâyete varışı engelleyen negativitelerin
başında zulüm gelir. Kur’an birçok âyetinde “Allah zâlimlere hidâyet nasip
etmez” diyor.858 Engellerden biri de nankörlüktür.859 Fısk (bozuk, rezil yaşayış)
da hidâyete ulaşmayı engeller.860 Kur’an; yalancılık ve israfın da hidâyete
varmayı engellediğini beyan ediyor. 861
Kur’an, hidâyetle tebliğ (gerçeği duyurup göstermek) ilişkisi üzerinde
ısrarla durmaktadır. Ve Kur’an’ın bu konuda açık beyanı şudur: Tebliğ bir
cebrî (baskıya dayalı) hidâyet yolu değildir. O halde hiç kimse: “Şu benim
gösterdiğim en doğrusudur ve bu yüzden sizi bunu kabule zorlayacağım”
diyemez. Bu öylesine açık bir gerçektir ki, Son Peygamber’e bile: “Sana düşen
sadece tebliğdir.” 862; “Sen istediğini hidâyete erdiremezsin.” 863; “Sen insanları,
imana girinceye dek zorlayacak mısın?” 864 denilebilmiştir.
Allah, hidâyetini istediği kişiyi, İslâm’a ve huzura ısıtır, gönlünü bu işe
çevirir. 865
Hidâyet Vermek Sadece Allah’a Ait
Biz kimseye hidâyet veremeyiz. Ama İslâm nûruna dâvet eder, yol gösteririz.
Gözlere nur vermek Allah’a aittir. Doktorlar nur vermiyor, veremiyor;
sadece gözü perdelenenlerin nurunun açılmasına vesile oluyor. Hidâyet
gönül işidir. Kişinin kafasına tabanca dayayarak iman ettiremezsiniz.
Böylesi, hidâyete ermiş gibi görünür, ama gönülden inkâr eder. Yine, kişi-
856 21/Enbiyâ, 73; 17/İsrâ, 9; 2/Bakara, 185; Âl-i İmrân, 41, 138; 5/Mâide, 44, 46; 6/En’âm, 91, 154; 7/A'râf,
154; 10/Yûnus 57, vs.
857 29/Ankebût, 69
858 bk. 3/Âl-i İmrân, 86; 5/Mâide, 51; 6/En’âm, 144; 9/Tevbe, 19, 109; 28/Kasas, 50; 46/Ahkaf, 10; 61/Saff, 7;
62/Cumua, 5)
859 bk. 5/Mâide, 67; 9/Tevbe, 37; 16/Nahl, 107; 39/Zümer, 3
860 bk. 5/Mâide, 108; 61/Saff, 5; 63/Münâfıkûn, 6
861 bk. 39/Zümer, 3; 40/Mü’min, 28
862 Âl-i İmrân, 20
863 28/Kasas, 56
864 10/Yûnus, 99
865 6/En’âm, 125; Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 182
• 313 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
nin kafatası veya kalbi açılarak içinden iman sökülemez. İman, hidâyet bir
gönül işidir. Gönle de yalnız onu Yaratan hâkim olur. Bizim tebliğimiz, bir
kişinin hidâyetine sebep olursa, bu bizim için yeryüzü dolusu altına sahip
olmaktan daha hayırlıdır. Bu, bize biraz ters gelebilir. Ama, yeryüzü, insan
için yaratılmıştır. Yeryüzünün tamamı, insanın haksız yere akıtılmış bir
damla kanına denk olmaz. Dinimizin insana verdiği değer bu!... “Kim, bir
cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız
yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı
kurtarırsa, ihyâ ederse (hidâyetine vesile olursa) bütün insanları kurtarmış,
ihyâ etmiş gibi olur.”866 Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz haksız yere herhangi bir
kişiyi öldürenin bütün insanları öldürmüş gibi olduğunu haber verirken867
öldürülenin mü’min veya kâfir olmasını ayırt etmez. Medenî zannedilen
Avrupalının, Amerikalının gözünde ise, bir varil petrol, hıristiyan olmayan
milyarlarca insandan daha değerlidir. İşte böyleleriyle aynı safta, aynı
zihniyet ve aynı paktta olmamak için “gazaba uğrayanların ve sapıkların
yoluna değil” diyoruz. 868
“Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip sonra hidâyet edendir.”869 “Ne zaman
Benden bir “hüdâ” gelir de, kim Benim “hüdâ”ma uyarsa, böyleleri için
korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir.”870 Yeryüzündeki hayatında insanın
önüne iki yol açılmış bulunuyor. Bu yollardan birisi, Allah’a giden yol,
diğeri ise, Allah’ın yolu dışındaki sayısız yollar. Allah, yarattığı kullarına
karşı son derece merhametli olduğu için, insanlara sürekli olarak “hüdâ”sını
göndermiştir. Nitekim “hidâyet” kelimesinin bir anlamı “hediye”dir. Allah’ın
insanlara yol göstermesi, onlara hüdâsını göndermesi, bütünüyle
O’nun hediyesidir. İnsana düşen, Allah’ın hediyesini kabul etmektir.
Bu hediyeyi Allah, her insana doğrudan doğruya değil de, aralarından
seçtiği elçileri vasıtasıyla gönderir. İblis, dünya hayatının geçimliliğini insan
için yegâne amaç haline getirir. Bunun sonucunda, yalnızca tutkuları
peşinde koşan ve yeryüzünde fesat çıkaran insanın doğru yolu bulması için
Allah, elçilerini gönderir ve onlarla beraber Kitap indirir.
866 5/Mâide, 32
867 5/Mâide, 32
868 M. Toptaş, Şifâ Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 75-76
869 20/Tâhâ, 50
870 2/Bakara, 38
• 314 •
Ahmed Kalkan
Hidâyet İçin Kulun Çabası Gerekir
İnsanın, saptığı yollardan ayrılıp, Allah’ın yoluna girebilmesi için,
öncelikle böyle bir zorunluluğu duyması, yani bu yola girmek için çabalaması
gerekir. Bu çabalama Allah uğrunda cihaddır. Böyle bir çabanın
içinde olan, yani, ya kendi kendilerine, ya da elçilerinin çağrısıyla böyle
bir çabanın içine giren insanlara, elçiler getirdikleri Kitab’ın âyetlerini
okurlar. Ne ilginçtir ki, elçilere ilk inananlar, şirkin kirlerine bulaşmamış
ve şirkin yarattığı ortamdan son derece rahatsızlık duyanlar olmuşlardır.
Yani, Kur’an’ın deyişiyle, kulakları bütünüyle sağır, gözleri bütünüyle kör
olmamış, bunun sonucunda kalpleri hepten kararmamış, yani, ölmemiş
insanlardır bunlar. İnsanı öldüren, kalbi karartan günahlardır. Şirkin her
türlü kirlerinin içine bulaşarak, karanlıklar içinde hayaller ve kuruntular
üzerinde bir ‘bilgi’ oluşturan ve bunu gerçek bilgi sanan insanların iman
etmesi kolay olmaz. İblis, insanlara yaptıklarını süsler, onlara vaad eder,
içlerine kuruntular eker. “Elbette Senin kullarından belirlenmiş bir pay alacağım’
dedi; ‘onları mutlaka saptıracağım, boş kuruntulara sokacağım ve onlara
emredeceğim.’ (İblis) Onlara vaad eder, ümit verir.”871 İşte, şeytanın vaadine,
verdiği ümitlere ve emirlerine bağlanıp, tutkularına kapılan insanlar
‘ölmüş’ insanlardır. Bunlar, fâsıktırlar, fâcirdirler... Elçilerin getirdiklerine
inanmazlar; onları yalanlarlar, iman edenleri de vazgeçirmeye çalışırlar.
Onların bu durumuna, Kur’ân-ı Kerim’de “çok uzak bir dalâl” denir.
İblisin temelde insanlar üzerinde bir hükmü yoktur. O sadece vaad
eder; kuruntular ve ümitler verir. Ona uyanlar, aslında tutkularına, arzularına,
hevâlarına uyanlardır. Böyleleri, kurdukları dünyalarını sürdürebilmek
için birtakım putlar icat ederler. Bu putlar, bazı şekiller olabildiği
gibi, özellikle günümüzde çok yaygın olduğu biçimiyle, aldatıcı birtakım
“bilgi”ler, eğlenceler, şarkılar, sporcular, bilim, teknik, sosyal bilgiler, ilerleme,
eğitim, medeniyet, kültür, çağdaşlık gibi kelimeler de olabilir. Bunlar,
Allah’la ilişki koparılarak değerlendirildiğinde; Allah’ın yolundan sapmış,
tutkularına köle olmuş insanların, başkalarını da saptırmak için icat ettikleri
putlara dönüşür. 872
871 4/Nisâ, 118-120
872 Bak. 14/İbrahim, 35-36; 25/Furkan, 17-18
• 315 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Öte yandan, şirkin yol açtığı ortamdan memnun olmayan ve çıkış yolu
arayan insanlar dalâl içinde olmalarına rağmen, elçilerin okuduğu âyetlerle,
kalplerindeki kirleri gidermeye girişirler, tezkiyeye başlarlar. Bu şekilde
arınmaya koyularak hüdâya tabi olmak isteyenlerin bu çabasına “ihtidâ”
denilir. (İhtidâ etmediği halde, böyle görünen dönmeler vardır. Sabataycılar
da denilen bu dönmeler -avdetîler- 2. Meşrûtiyet döneminde ve T.C.’de
etkin faâliyetlerde bulunmuşlar, Osmanlı’nın ve müslümanların başını çok
ağrıtmışlardır. Özellikle Selanik, dönmeleriyle meşhur idi. Hâlâ Hâriciye’de
ve basında dönmelerin ciddi etkinlikleri vardır.) İhtidânın başlangıcı elçilere
ve Allah’tan getirdiklerine inanmak ve okudukları âyetlerle kalplerini
arıtma uğraşısı içine girmektir. “Eğer sizin iman ettiğiniz gibi iman ettilerse,
şüphe yok, ihtidâ etmişlerdir.”873 “Eğer müslüman olup teslim olmuşlarsa, şüphe
yok, ihtidâ etmişlerdir.”874 Beri taraftan, elçilerin çağrılarına kulak vermeyip
uzak bir dalâl içinde olanların peşinden gidenlerin, kendilerini dalâlete
sürükleyenlere karşı tavırları şöyle anlatılır: “Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği
gün, “keşke” derler, Allah’a itaat etseydik, Rasûl’e itaat etseydik! Rabbimiz,
doğrusu biz efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de, onlar
yolu saptırdılar.” 875
Kalplerini arıtanlar; Allah’a yapışır, Rasûllerin öğretilerine kulak verir
ve bu öğretiler üzerinde gitmeye, hayatlarını sürdürmeye çalışırlarsa, Allah
da onların hidâyetini artırır, onları sırât-ı müstakîmde sâbitleştirir. “Allah,
İhtidâ edenlerin hidâyetlerini artırdı ve onlara takvâlarını verdi.”876 İhtidâlarında
sâbit olup, imanlarından dönmeyenler ve sâlih amellerde bulunanların
sonunda kalpleri de hidâyete erer. Kalp hidâyete erince, insan bütünüyle
hüdâya ulaşmış, yani artık tam anlamıyla hidâyet bulmuş demektir. “Kim
Allah’a iman ederse, Allah kalbini hidâyete erdirir.”877
Allah’ın hidâyete erdirdiği insanlar, yine İblis’in iğvâlarına kapılıp dalâlete
düşebilirler. Dalâlet, doğru yoldan her türlü sapmayı içine alır; İster bilerek,
ister bilmeyerek, ister unutarak, ister kasten olsun. Sırât-ı müstakîmde
olmamak veya sırât-ı müstakîmi bilmemek de dalâlettir.
873 2/Bakara, 137
874 3/Âl-i İmran, 20
875 33/Ahzab, 66-67) (Ayrıca bak. 7/A'raf, 38-39
876 47/Muhammed, 17
877 64/Teğâbün, 11
• 316 •
Ahmed Kalkan
Kur’an, hidâyetin Allah’ın elinde olduğunu, Allah’ın hidâyet vermediğine
kimsenin hidâyet veremeyeceğini, eğer Allah dileseydi herkesin hidâyet
üzere olacağını söylemektedir.878 Kişinin bâtıl yolu bırakıp, hidâyete yönelmesi,
Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi ve yardımı ile olur. “De ki: Ey insanlar, size
Rabbiniz tarafından bir hak geldi. Kim ihtidâ eder, doğru yola giderse, kendi
lehine doğru yola gitmiş olur. Kim de dalâlet içinde olursa, saparsa; kendi
aleyhine sapmış olur. Ben üzerinize vekil değilim.”879 “Allah kimi saptırırsa,
artık onu hidâyete, doğru yola sevk edecek hiçbir kimse bulunmaz.” 880
Hidâyet, öncelikle Allah’tandır ve tek hidâyet edici O’dur. Fakat Rasûller
Allah’ın hidâyetiyle hidâyet edici, yani insanları Allah’ın yoluna yönelticidirler.
Bu yönelişi tam bir hidâyet üzerinde oluşa çevirmek yine Allah’ın
elindedir. Peygamber ne kadar isterse istesin, insanlara hidâyet veremez.
Allah’ın izniyle insanlar hidâyete erer veya sapıklıkta devam eder. Aynı şekilde
İblis de insanlara vesvese vererek, emrederek, kuruntular ve ümitler
içinde yürüterek onları dalâlete çağırır. Ama, yine, insanı sapıklığa iten Allah’tır;
yani, nihai belirleyici O’dur. İnsansa iradesini kullanarak sapar; yani
Allah, İblisin vaadlerine kanarak, tutkularına esir olan insanları, kendileri
istedikleri ve o yöne yöneldikleri için saptırır. İnsanları doğruya yönelten,
yani hidâyete götüren imamlar olarak Rasûller göndermesi, temelde yine
Allah’ın hidâyet etmesi olduğu gibi, İblisle de saptırması, yine Allah’ın saptırmasıdır;
yani, Allah insanın gerek hidâyete ermesi, gerekse sapması için
gerekli her türlü şartı yaratır; sonra, hidâyete ermeğe çabalayan insanları
hidâyete ulaştırır; sapıklıkta ısrar edenleri de kendi hallerine bırakır:
“Onları (elçileri) emrimizle hidâyete götüren imamlar kıldık.” 881
“Muhakkak sen, sırât-ı müstakîme ihtidâ ettirirsin.”882 Buna karşılık;
“Muhakkak sen, sevdiğine hidâyet edemezsin. Ancak Allah dilediğine hidâyet
eder.” 883
878 Örnek olarak bak. 6/En'am, 149; 16/Nahl, 9, 93; 7/A'râf, 30; 13/Ra'd, 31; 4/Nisâ, 88; 28/Kasas, 56; 42/Şûrâ,
52; 18/Kehf, 17; 39/Zümer, 37; 2/Bakara, 142, 213, 272; 10/Yûnus, 25; 14/İbrahim, 4...
879 10/Yûnus, 108
880 13/Ra'd, 33
881 21/Enbiyâ, 73
882 42/Şûrâ, 52
883 28/Kasas, 56
• 317 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Sen, görmüyorlarsa, körlere hidâyet mi vereceksin?” 884
“Yeryüzündekilerin çoğuna itaat edersen, seni Allah’ın yolundan saptırırlar.”
885
Dalâlet, “an” harf-i cerriyle kullanıldığında “yitmek, yok olup gitmek”
anlamlarına gelir. Kâfirlerin dünya hayatındaki amelleri, küfürleri, iftiraları,
hepsi âhirette kendilerinden sıyrılıp gidecektir. Böylece onların hiçbir
değerlerinin olmadığı anlaşılacak ve kendilerine hiçbir bakıma yarar getirmeyecek,
tam tersine zarar verecektir. Dünya hayatında Allah’a koştukları
eşler de, aynı şekilde kendilerinden kaybolup gidecektir: “Uydurdukları
şeyler kendilerinden kaybolup gitti.” 886
Kur’an’ı başından başlayarak okuyan kimsenin, Yüce Allah’tan ilk isteği
hidâyettir. Bu isteğe cevap da, ardından verilmektedir: Hidâyeti isteyene
“işte Kur’an!”887 denilmektedir. Dosdoğru yol, hidâyet Kur’an yoludur.
Hidâyette Kulun Rolü
Kur’an’ın tamamını dikkatlice okumayanlar yüzeysel bir bakış açısıyla
kaderci bir anlayışa kapılır ve hidâyetin, kişinin hiçbir etkisi olmadan,
tamamen Allah tarafından takdir edildiğini zannederler. Kuşkusuz Allah’a
inanan her mü’min Allah’ın iradesinin her türlü iradenin üstünde olduğuna;
Allah’ın dilemesinin önünde hiçbir engel bulunamayacağına kesin
olarak inanır. İnsan da diğer yaratıklar da Allah’a muhtaçtırlar. Yaratıkların,
kendilerinden kaynaklanan hiçbir şeyi yoktur. Organları da, fiilleri de,
yararlandığı şeylerin hepsi de Allah tarafından yaratılmıştır. Hidâyeti de
veren O’dur. Ancak, hidâyeti dileyen bir kimseye Allah engel olur ve onu
sapıklıkta kalmaya zorlar mı? Ya da hidâyeti bulmak istemeyeni Allah zorla
hidâyete sürükler mi?
Daha açık bir ifade ile, Yüce Allah, kulları arasında ayırım yaparak kimilerini
kayırır ve kimilerini cezâlandırmak için başka şeylere yönelir mi?
Allah’ın dilemesinin önünde hiçbir engel olamayacağına kesin olarak ina-
884 10/Yûnus, 43
885 6/En'âm, 116
886 6/En'âm, 24; 10/Yûnus, 30; A. Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 141-142
887 2/Bakara, 2
• 318 •
Ahmed Kalkan
nan mü’min, durup dururken Allah’ın, kulları arasında bir ayırım yapmadığına;
O’nun âdil olduğuna da kesin olarak inanır. “Kim yararlı iş işlerse
kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı
zâlim değildir.” 888 “Bu, yaptığınızın karşılığıdır. Yoksa Allah, kullara asla
zulmetmez.” 889
Aslında Allah, hidâyeti, bir bakıma yaratılışla iç içe ve her bir canlıya
kendisine özgü bir tarzda vermiştir. “O, her şeyi ölçüyle yapıp, yol göstermiştir.”
890 Böylece her canlının kendine has yolda ilerlemesiyle, kâinatın
sistemi bozulmadan devam etmektedir. İnsana gelince, o diğer canlılardan
daha farklı bir konumdadır. Çünkü Allah, ona bir değil; iki yol göstermiş
ve onu irâde hürriyeti içerisinde imtihan etmek istemiştir: “Biz ona eğri ve
doğru iki yol göstermedik mi?” 891
Böyle geniş bir serbestliğe sahip olan insan soyunun, doğru yolu çeşitli
sebeplerle bulanık görmesi ya da yolunu şaşırması tehlikesine karşı -ki bu,
insanlık tarihi boyunca sürekli vuku bulmuştur.- Allah sürekli elçiler göndererek
kendi doğru yolunu, yönünü insanlığa göstermiştir. İnsanlar ise
elçilerle gelen bu yol pusulasına karşı olan tavırlarına göre; ya doğru yolda,
ya da yanlış/eğri yolda hayatlarını tüketmektedirler. Bu durum, yeryüzü
sisteminin Allah tarafından alabora edilip ortadan kaldırılacağı ve yerine
bu dünyadaki yol tercihinin cevabını oluşturan yeni bir düzen oturtulacağı
Kıyâmet saatine kadar da devam edecektir. Çünkü Allah insanları bu konuda
serbest bırakmıştır. Aksi takdirde insanın diğer varlıklarla farkı kalmazdı.
“Bize düşen, yalnızca yol göstermektir.” 892
Kur’an’ın insanlara verdiği en büyük ders tevhiddir. Tevhid, yâni Allah’ın
birliği... Ne zâtında, ne sıfatlarında, ne mülkünde ne icraatında ortağı
bulunmaması. Kur’an’ın bu dersini dinleyenler, putları bırakmış Allah’a
dönmüş, teslisi (üç ilâh safsatasını) atıp tevhide ermişlerdir.
Fâtiha’nın ilk âyetinde “Allah’ın bütün âlemlerin Rabbi” olduğu haber
verilir. Sema ve arz birer âlem olduğu gibi, dünya ve âhiret, gece ve gündüz,
canlılar ve cansızlar da ayrı birer âlem... Keza, her bir insan, hayvan ve bitki
888 41/Fussılet, 46
889 3/Âl-i İmran, 82
890 87/A'lâ, 3
891 90/Beled, 10
892 92/Leyl, 2; Kur'an Okulu 2, Hanif Y. s. 92
• 319 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
de birer küçük âlem. Bütün bu âlemlerin başlangıçlarını, ilk tohumlarını
yaratan ve onları rahmet ve hikmetiyle, irâde ve kudretiyle safha safha terakki
ettirerek son ve mükemmel şekline erdiren Allah’tır. Bütün bu âlemler
O’nun mülkü olduğu gibi, onlarda cereyan eden her türlü hâdiseyi, ister
hayır, ister şer olsun, yaratan da O’dur.
Zeminin yüzünde gece ve gündüzü O yarattığı gibi, gözlerde, uykuyu
ve uyanıklığı ve nihayet insan kalbinde dalâlet ve hidâyeti yaratan da O’dur.
Zira, O’ndan başka yaratıcı yoktur.
Basar, yâni gözün görmesi gibi, basiret de Allah’ın büyük bir ihsanı.
Birincisi ile insanın maddî gözü açılıyor ve insan dağlarla, ovalarla, yıldızlarla
münasebet kuruyor. Diğeri ile de insanın kalp gözü açılıyor. Maddî
olmayan o göz ile, maddeden münezzeh olan Allah’ın varlığı görülüyor ve
O’na iman ediliyor. Ve kalp kâinatı çok gerilerde bırakacak bir vüs’ate, bir
genişliğe kavuşuyor.
İşte, gözde görmeyi yaratmak Allah’a mahsus olduğu gibi, kalpte imanı
ve hidâyeti yaratmak da yine O’na mahsus. O halde Allah’ın dilediğine hidâyet
vereceğine dair âyetleri okurken, öncelikle meselenin tevhid yönünü
dikkate alacak, her hayır gibi hidâyetin de O’nun elinde olduğuna iman
edeceğiz.
“Doğrusu, lütuf muhakkak Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir. Ve
Allah Vâsi’dir, Alîm’dir.” 893 Âyetin sonunda Vâsi’ ve Alîm isimlerinin zikredilmesi
ne kadar mânâlıdır. Evet, Allah Vâsi’... Yâni O’nun rahmeti, ilmi,
inâyeti insan idrâkinin kavrayamayacağı kadar geniş ve her şeyi kaplamış...
Ve O, her şeyi hakkıyla bilen mutlak Alîm. Öyle ise lütfu, ihsanı, keremi ve
hidâyeti kime vereceğini O bilir. Bu veriş rastgele değil, bir ilim ve hikmet
iledir. Bu hakikati ders veren bir diğer âyet: “Doğrusu sen sevdiğine hidâyet
veremezsin. Fakat Allah kimi dilerse ona hidâyet verir. Ve hidâyete erecekleri
en iyi O bilir.” 894
Evet, bizim başka varlıklar hakkındaki bilgimiz çok sınırlı... Canlı ve
cansız her şey bütün faaliyetlerini Allah’ın ilim ve murakabesi altında sürdürüyor.
Şu uçan kuşu seyredelim. Kim bilir yuvasından nasıl bir his ile
893 3/Âl-i İmrân, 73
894 28/Kasas, 56
• 320 •
Ahmed Kalkan
ayrılmıştı... Şimdi havada süzülürken nasıl bir zevk ve huzur duyuyor?
Uçuşan diğer kuşları hangi gözle seyrediyor? Yerdeki binaları, insanları,
arabaları nasıl değerlendiriyor? Acaba karnı ne derece tok yahut aç? Akşam
yaklaşınca, yuvasına doğru yol alırken hangi hislerle dolu olacak? Yuva
yaptığı çatıyı gördüğünde içinden neler geçecek? O günkü mesaisini bitirmiş,
diğer kuşlarla havada son birkaç tur daha atarken o küçük ve temiz
kalbi nasıl bir hazla dolacak? Bunlar ve benzeri nice haller o kuşun ruhunu
sarmış durumda. O, kendi iç âleminin bütün incelikleri ile ancak ve ancak
Yaratıcısı’nın, Rabbinin nazarı, himayesi, rahmeti ve murakabesi altında...
Bir ceylan, bir kelebek, bir karınca bu kuştan farklı mı? Her biri kendi
âleminde ayrı bir ömür sürmekte... Bedeni, kâinatla irtibat kurarken, ruhu
ve hissiyatı, bilemeyeceğimiz bir keyfiyetle, Allah’a teveccüh ve tevekkül etmekte...
Bir de şu taksi şoförünü düşünelim. Kim bilir nereye gidiyor? Hangi
derdin sahibi? Hangi hedef için yanıp tutuşuyor? İleride neler almayı plânlıyor?
Yoksa sürdüğü arabanın taksitlerinin çilesini mi çekmekte? Beden
sıhhati nasıl? Ruh huzuru ne âlemde? Düşkünlere karşı kalbi katı mı, yumuşak
mı? Rabbine teveccühü ne derece? Nefsine ne ölçüde güveniyor?
İnsan durmadan düşündüğüne göre, geçmiş günlerde neler düşündü ve şu
anda ne düşünüyor?
İşte meçhûlümüz olan böyle sayısız meseleler onun hususî dünyasını
meydana getirir. Biz o dünyanın cahiliyiz, Allah ise mâliki ve âlimi.
İşte kullarını böyle her halleri ile bilen Allah, hidâyete erecekleri de en
iyi Kendisinin bileceğini yukarıdaki âyetle haber veriyor.
Hidâyet ve dalâletle İlgili âyet-i kerimeler bir yönüyle de mü’minin
ruh terbiyesi ile ilgili... Bilindiği gibi mü’minin ruhu havf ve recâ (korku ile
ümit) sınırları arasında terakkisini sürdürür. Bu sınırları tecavüz ettiğinde
zarara düşer yahut mahvolur. Havf, Allah’tan korkma, O’nun azabından
kendini kesin şekilde emin bilmeme hâli... Recâ ise, Allah’ın rahmetinden
daima ümitvar olma, günahlarının O’nun affını hiçbir zaman aşamayacağını
düşünerek yeise, ümitsizliğe düşmeme durumu.
Kur’ân-ı Kerim, “Allah’ın dilediğini dalâlete götürebileceğini” beyan
etmekle mü’mine, yaptığı iyi amellerle övünmemesini ve onlara güvenme•
321 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
mesini öğüt verir. Diğer taraftan, kötü halleri ve günahları için de yeise
düşmemesini, “Allah’ın dilediğini hidâyete/doğru yola sevk edebileceğini”
hatırlatır.
Konunun bir de kader yönü var. Ona da kısaca temas edelim: Bir âyet
meali: “Bir de müşrikler (Allah’a eş koşanlar) dediler ki: Allah dileseydi ne biz
ne de atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye tapmazdık. Ve O’nsuz hiçbir şeyi
haram kılmazdık. Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı. Buna karşı
peygamberin vazifesi ancak açık bir tebliğ değil mi?” 895
“Her şeyin kader ile takdir edildiği” bir hakikat. Ama, bu takdir edilenlerden
birisi de insana cüz’î irâde verilmesi ve onun emir ve yasakları işlemekte
serbest bırakılması... Bu da bir takdir... Buna göre, insan ister İbadet
etsin, ister isyan yolunu tutsun, her İki halde de kader dairesi içinde... Bu
incelik, çoğu zaman gözden kaçıyor yahut yeterince anlaşılmıyor.
Cenâb-ı Hak, taşların cansız, bitkilerin yarı canlı olmalarını dilemiş;
hayvanlar âlemini ise his dünyasına kavuşturmuş. Bunların hepsi kader dairesinde...
İnsana gelince, onu mahrukatı içinde en güzel şekilde yaratmış...
Ona akıl, kalp, vicdan gibi nice ihsanlarda bulunmuş ve onu bir imtihana
tâbi tutmuş... Kendisine birtakım emirlerde bulunmuş ve önüne bir takım
yasaklar koymuş. İnsanı bu emir ve yasaklara uyup uymamakta serbest bırakmış.
Dilemiş ki, bu hürriyet içinde, gaflete dalmayan ve Rabbini unutmayan
kullarına, meleklerden daha üstün dereceler versin ve onları ebedî
saâdetlendirsin. Nefis ve şeytana tâbi olarak Rabbini unutanları ise azabına
uğratsın. İşte bu da bir takdirdir. Bu takdire karışmak kula yaraşmaz.
“Allah dikseydi bütün insanları hidâyete erdirirdi” sorusunu başka sorular
da takip eder. Meselâ, “Allah dileseydi bütün cansızları yarıcanlı yapabilirdi”
yahut “Allah dileseydi bütün ağaçlara görme, işitme verebilirdi”
veya “Allah dileseydi bütün hayvanları akıllı yaratabilirdi” gibi... Elbette,
Allah, dileseydi bütün bunları yapabilirdi. Ama dilememiş...
İnsan nevini, hepsi itaat üzere olan meleklerden ayrı bir mahiyette yaratmayı
dilemiş ve öyle yaratmış. Müşriklerin iddiasının zikredildiği aynı
sûrede şu âyet-i kerime de yer alıyor: “Allah dileseydi elbette hepinizi binek
ümmet yapardı. Fakat, O dilediğine dalâlet, dilediğine hidâyet verir ve mu-
895 16/Nahl, 35
• 322 •
Ahmed Kalkan
hakkak surette hepiniz bütün yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.”896 Bu
âyet-i kerimede birçok ders bir arada veriliyor: Allah, insanları melekler
gibi bir tek ümmet olarak yaratmayı dilememiş. Allah’ın irâdesi mutlak...
Ve insan bütün yaptıklarından sorumlu...
İnsan Allah’ın takdir sahasında ileri geri konuşarak haddini tecavüz
edeceğine, kendi irâdesine bırakılan işleri, istikamet üzere yapmaya çalışmalı...
Zira, o ancak bunlardan sorumlu...
“Şüphesiz Allah dilediğini saptırır. Dilediğini de hidâyete eriştirir. (Ey Resulüm)
Artık onlara üzülerek kendini harab etme. Allah onların yaptıklarını
şüphesiz bilir.”897 Hidâyete erecekleri de dalâlete düşecekleri de en iyi Allah
bilir... “Hâdî”, Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi. “Hidâyeti yaratan, doğru yolu gösteren
ve insanı o yolda muvaffak kılan” mânâsına geliyor...
Taşlara göz takmayan Allah, katı kalplerde de hidâyet yaratmıyor.
“Kalpleri Allah ‘ı anmak hususunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun. İşte
bunlar apaçık dalâlettedirler (sapıklıktadırlar).” 898
Kulun kendi cüz’î irâdesini hayra yahut şerre yöneltmesi ile kalbinde
hidâyet yahut dalâlet yaratılıyor. Bu hakikati, hiçbir vesveseye fırsat vermeyecek
kadar açıkça ders veren bir âyet-i kerime: “Muhakkak ki, Allah,
bir kavme verdiğini, onlar nefislerindekini bozmadıkça, değiştirmez.” 899 Bir
başka âyet: “Onlar öyle kimselerdir ki, hidâyet karşılığında dalâleti (sapıklığı)
satın almışlardır. Ticaretleri kendilerine bir kazanç sağlamadığı gibi, doğru
yolu da bulamamışlardır.” 900 Bu âyet-i kerimeden kulun, dalâlete kendi irâdesiyle
müşteri olduğunu açıkça anlıyoruz.
Hidâyet ve dalâletle ilgili âyetlerin her birinde bu hakikati görebiliriz.
Bunlardan bir kısmını zikredelim:
“Allah zâlimler topluluğunu hidâyete eriştirmez.” 901
896 16/Nahl, 93
897 35/Fâtır, 8
898 39/Zümer, 22
899 13/Ra'd, 11
900 2/Bakara, 16
901 2/Bakara, 258
• 323 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Allah kâfirler topluluğunu hidâyete eriştirmez.” 902
“Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete eriştirmez.” 903
Bu üç âyet-i kerimeden kalpte dalâlet yaratılmasının üç sebebini öğreniyoruz.
Hepsi de insanın kendi irâdesiyle ilgili: Zulüm, inkâr ve fısk.
Bir diğer âyet-i kerime : “... İnkâr edenler ise, ‘Allah bu misâlle neyi murad
etti?’ derler. O, bu misâlle birçoğunu saptırır, birçoğunu da doğru yola
getirir. Onunla saptırdığı ancak fâsıklardır ki, onlar Allah ‘a olan ahitlerini
kabulden sonra bozarlar; Allah’ın birleştirilmesini buyurduğu şeyi ayırırlar
ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar.”904 Bu âyet-i kerimelerden de, dalâlete
düşen fâsıkların üç sıfatını öğrenmiş bulunuyoruz.
Hidâyete gelince o, Allah’ın büyük bir İhsanı olmakla beraber, buna
mazhar olmak da bazı şartlara bağlı. Bu şartların birincisi:
“Bu, doğruluğu şüphe götürmeyen ve müttakîlere, Allah’a karşı gelmekten
sakınanlara doğru yolu gösteren (hidâyet kaynağı) bir kitaptır.”905 âyet-i
kerimesiyle “ittika” yâni “Allah’a karşı gelmekten sakınma” olarak beyan
ediliyor.
“De ki, hakikaten Allah dilediğini şaşırtıyor, kendisine gönül verene de
hidâyet buyuruyor.”906 âyetinde de hidâyet için kulun Hakk’a gönül vermesi,
cüz’î irâdesini hayra sarfetmesi şart koşuluyor.
Hidâyet ve dalâlete dair bütün âyetler Allah’ın Rahmân ve Rahîm olduğu,
Kur’ân-ı Kerim’in muttakîlere hidâyet olmak üzere inzal edildiği ve
Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) âlemlere rahmet olarak gönderildiği göz
önüne alınarak mütalâa edildiğinde, meselenin hiç de itiraza veya istismara
elverişli olmadığı açıkça görülecektir. 907
902 2/Bakara, 264
903 9/Tevbe, 24
904 2/Bakara, 26-27
905 2/Bakara, 2
906 13/Ra'd, 27
907 Alaaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, s. 118-125
• 324 •
Ahmed Kalkan
Hidâyet Türleri
İnsanda üç çeşit hidâyet vardır. Bunlardan birincisi içgüdüdür. Hayatının
ilk safhasında sadece içgüdüler ona kılavuzluk eder. İkinci safhada beş
duyu devreye girer. Ancak içgüdü hidâyeti de devam eder ve içgüdü yanıldığında
duyuların hidâyeti onları düzeltir. Üçüncü hidâyet ise, muhakeme,
yani akıl hidâyetidir. Akıl, içgüdülerle duyuların yanılgılarını düzeltir ve
onlara hakemlik yapar. İnsanı diğer hayvanlardan ayıran, bu hidâyete sahip
olmasıdır. Acaba akıl hidâyeti yanıldığında hangi hidâyet insana kılavuzluk
eder? Akıl da yanılabilir. Çünkü akıl, insana kılavuzluk ederken ilk iki hidâyetin
topladıkları malzemeyi kullanır. Bu sebeple eksik malzeme her zaman
için sözkonusu olabilir ve akıl hidâyeti yanılabilir. Ayrıca insan; sevgi, kin
ve nefret gibi duyulara da sahiptir ve aklın muhakemesine bunlar olumsuz
etkilerde bulunabilirler. İşte bu sırada, yanılmaz ve mutlak doğru olan hidâyet
gündeme gelir ki o da “vahiy”dir. Fâtiha sûresinde, kulun Allah’tan
istediği hidâyet, işte budur. 908
Kur’an’ın bizden istediği, peygamberlerin kişiliğinde örnekleşen hidâyeti
izlememizdir. Peygamberler ve onların tebliğatı hidâyettir.909 Peygamberlerde
örnekleşen hidâyeti elde etmenin bir niyet ve gayret ürünü olduğu
da Kur’an tarafından beyan ediliyor. 910
Cihad ve Tebliğ; Başkasının Hidâyeti İçin Çalışmak
Hidâyeti bulup o yolda yürüyen insanın, başkalarına bu hidâyeti ulaştırmak
istememesi, elinde bulunan imkân ve fırsatları değerlendirmemesi,
bir insanlık suçudur, büyük bir cinâyettir. Komşumuzun evi yanarken, yangını
söndürme gücümüz olduğu halde seyirci kalmak ne ise; hatta ondan
da daha kötüdür, cehenneme aday inanç ve yaşayışlara tepkisiz ve pasif bir
seyirci kalmak. Hidâyete dâvet etmediğimiz yakınlarımız ve ilişkide olduğumuz
insanlar, yarın yakamıza yapışıp bizden dâvâcı olabilirler endişesi
ile, başkalarına mesajı ulaştırmaya çalışmak zorundayız. 911
908 Sait Şimşek, Fâtiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Beyan Y., s. 56 vd.
909 21/Enbiyâ, 73; 17/İsrâ, 9; 2/Bakara, 185; 3/Âl-i İmran, 41, 138; 5/Mâide, 44, 46; 6/En'âm, 91, 154; 7/A'râf,
154; 10/Yûnus, 57...
910 29/Ankebût, 69
911 bak. 33/Ahzâb, 67
• 325 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
İslâm’ın hidâyet yolunu gizleyip açıklamayanlar, Kur’an’da şöyle uyarılır:
“İndirdiğimiz delilleri ve hidâyeti, biz insanlara Kitapta açıkladıktan sonra
onları gizleyenlere, işte onlara, Allah lânet eder. Hem de bütün lânet edebilenler
lânetler. Ancak, tevbe edip kendilerini düzelten ve Allah’ın indirdiğini
açıklayanlar müstesnâ. İşte onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri
çokça kabul eden ve çok merhamet edenim.” 912
Hidâyet İçin Gerekli Şartlar, Hidâyete Lâyık Olmak
Kimlerin doğru yolu bulduğu, kimlerin de yolu kaybedip şaşıranlar
olduğu sorusu, bizim için önemli olmalıdır. Cevabını âyetlerden bulalım:
“Allah, insanların bir bölümünü doğru yoluna eriştirdi. Fakat bir kısmı da şaşırmışlığı/
sapkınlığı hak etti. Çünkü bunlar, saptırıcıları Allah’tan başka veli
edinmişler ve kendilerini doğru yolu bulmuş sanmışlardı.”913 Bu âyette dikkati
çeken nazik bir nokta var; o da, insanların bulundukları yolun doğru ya
da eğriliği hakkında yanılabilecekleridir. Bu konuda yegâne ölçünün Allah
tarafından belirlendiği, dolayısıyla ancak Allah’a; yani O’nun indirdiklerine
uymakla bu problemi çözebilecekleri gerçeğidir. Buna da, tahmin etmekle
değil; görüp duyduklarını, bildiklerini tahkik ederek, doğruyu, güzeli arayıp
tâbi olmakla ulaşılabileceğini Rabbimiz bildiriyor: “Sözü dinleyip de
en güzeline uyanlar, işte onlar Allah’ın kendisine yol gösterdiği kimselerdir
ve onlar, temiz akıl sahipleridir.”914 Bir de bunun karşıtına bakalım: “Onlar
sadece zanna ve nefislerinin arzusuna, canlarının istediğine uyarlar; oysa,
andolsun ki onlara Rablerinden hidâyet edici, yol gösterici gelmiştir.”915 “Hevâ
ve hevesini ilâh edinen, bir ilim üzerine (bilgisi olduğu halde) Allah’ın dalâlette,
şaşkınlıkta bıraktığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği
kimseyi gördün mü? Artık onu Allah’tan başka kim yola getirebilir? Siz, yine
de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” 916
912 2/Bakara, 159-160
913 7/A'râf, 30
914 39/Zümer, 18
915 53/Necm, 23
916 45/Câsiye, 23
• 326 •
Ahmed Kalkan
Allah’ın hidâyet verdiği kimseler de şunlardır: “Allah, kendi rızâsını
gözetenleri onunla (Kur’an’la) kurtuluş yollarına ulaştırır. Onları izniyle karanlıklardan
aydınlığa çıkarır ve yol gösterir.”917 “Bunlar, namaz kılan, zekât
veren ve âhirete de tam olarak iman eden mü’minlere yol gösterici kılavuz
ve müjdedir.”918 “İman edenleri ve sâlih amel işleyenleri, imanlarına karşılık
Rableri doğru yola eriştirir.”919 “Güven, iman edip imanlarına zulüm katmayanlarındır.
İşte onlar, hidâyete eren, doğru yolu bulanlardır.”920 Dikkat
edilecek olursa, Allah’ın hidâyeti insana içten bir güç olarak verilmesine
karşılık ilk adım insan tarafından atılmalıdır. Bu tercihe göre Allah, insanı
fert ve toplum olarak denemekte, sonuçta ona yol göstermekte, ya da
şaşkınlık içinde bırakmaktadır. Burada hidâyet üzerinde ve sapıklık içinde;
daha doğrusu hidâyete lâyık olup olmama hakkındaki bilgilerimizi özetleyecek
olursak, sapıklık nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:
Allah’ın bazı kimselere hidâyeti nasip etmemesinin sebeplerinin başında
zulüm gelir. Kur’an, birçok âyetinde “Allah zâlimlere hidâyet nasip
etmez.” diyor.921 Saptırıcıları veli/dost edindiği halde, kendini doğru yolda
sanmak;922 hevâ ve hevesine uymak, zevklerine göre yaşamak;923 Allah’ı
zikirden, anmak, hatırlamak ve düşünmekten yüzçevirmek;924 dünya hayatından
başka bir beklentisi olmamak;925 babalarını, atalarını üzerinde
bulduğu dini ve din anlayışını körü körüne sürdürmek;926 zâlimlerden ve
nankörlerden olmak;927 iman edip peygamberlerin hak olduğuna şâhit olduktan
ve kendilerine belgeler geldikten sonra inkâr etmek.928 Hidâyetin
önündeki engellerden biri de nankörlüktür. 929
917 5/Mâide, 16
918 27/Neml, 2
919 10/Yûnus, 9
920 6/En'âm, 82
921 Bak. 3/Âl-i İmran, 86; 5/Mâide 51; 6/En'âm, 144; 9/Tevbe, 19, 109; 28/Kasas, 50; 46/Ahkaf, 10; 61/Saff, 7;
62/Cum'a, 5
922 7/A'râf, 30
923 45/Câsiye, 23
924 59/Haşr, 19
925 2/Bakara, 200
926 2/Bakara, 170
927 3/Âl-i İmran, 86
928 3/Âl-i İmran, 86
929 Bak. 5/Mâide, 67; 9/Tevbe, 37; 16/Nahl, 107; 39/Zümer, 3
• 327 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Fısk (fâsıklık, yani bozuk, rezil yaşayış) da hidâyete erişmeyi engeller.930
Kur’an, yalancılık ve israfın da hidâyete ulaşmayı engellediğini beyan ediyor.
931 Şeytana tâbi olmak,932 Peygamber’in yolundan ayrılıp başka yollara
uymak,933 Allah’tan korkup çekineceğine başka varlıklardan korkup çekinmek,
934 bütün bunlar hidâyetin engellerindendir.
Bunlara mukabil hidâyete ermek için gerekli şartlar da şunlardır: Sözü
dinleyip en güzeline, en doğrusuna uymak,935 Allah’ın rızâsını gözetmek,936
Allah’tan gelenleri bir ücret istemeden insanlara duyurmak,937 işlediği hata
ve günahlardan dönmek, tevbe etmek,938 Kur’an okumak, Allah’ın âyetlerine
uymak,939 iman edip imanına zulüm katmamak,940 sâlih amel işlemek,
namaz kılmak, zekât vermek,941 hidâyete yönelmiş olmak,942 Allah’tan başkasından
korkmamak,943 yalnızca Allah’a teslim olmak,944 düşünmek, ibret
almak. 945
Dünyaya geldikten sonra kendi güzel arzularıyla ezelî imanlarında sâbit
kalabilmek ve onu kuvvetlendirip nûrunu arttırmak bir kul için dünyada,
âhirette verilen nimetlerin en büyüğü ve en kıymetlisidir. Çünkü iman her
hayrın köküdür. İman olan kalpte her hayır bulunur. Dünya ve âhiretin
mutluluğu da ancak imanla meydana gelir. Bu kimseler, hakkı tanır, hakka
saygı gösterir. Hak söze boyun eğer. Haksızlığa ve zulme tahammül etmez.
Elinde kuvvet de olsa, teşvik de görse hakkı çiğnemez. Hak ile yaşar, hak
ile ölür. Hak’tan geldiği gibi, şaşmadan, sapmadan yine Hakk’a gider. İşte
Allah’a karşı sözlerinin eri olan hakperest yiğitler bunlardır.
930 bak. 5/Mâide, 108; 61/Saff, 5; 63/Münâfıkun, 6
931 bk. 39/Zümer, 3; 40/Mü’min, 28
932 22/Hacc, 4
933 4/Nisâ, 115
934 2/Bakara, 150
935 39/Zümer, 18
936 92/Leyl, 19-20
937 36/Yâsin, 21
938 20/Tâhâ, 82; 122
939 2/Bakara, 150; 4/Nisâ, 174-175
940 6/En'âm, 82
941 27/Neml, 2
942 47/Muhammed, 17; 42/Şûrâ, 13
943 2/Bakara, 150
944 3/Âl-i İmran, 20
945 20/Tâhâ, 128; 10/Yûnus, 43-44; 12/Yusuf, 111, 6/En'âm, 140
• 328 •
Ahmed Kalkan
Bir kısım insanlar da dünyaya gözlerini açar açmaz etrafında azgınları
görür. Çevresini Allah ile ilgisi olmayanlar bürür. Onların Allah’a karşı küfran
ve isyan hareketlerine bu da alışır. Kendi kötü arzusuyla fıtrî imanını
terk ediverir. Kazanmak için geldiği dünyada sermayesini de kaybeder. Hak
yolundan sapar. Hayatı, dünya yaşayışından ibâret zanneder. Bütün kuvvetiyle
dünyaya tapar, derken bir gün cehennemi boylar. İşte Hak’tan dönen,
dalâlet yolunu tutan, Allah’a vermiş olduğu sözünden cayan, nefsine uyan
azgınların sonu da budur.
Bilinmelidir ki, dünyada insanları iyiliğe çağıran hidâyet mürşitleri
bulunduğu gibi, kötülükleri süsleyerek iyiliktir diye yutturmaya çalışan
şeytanlar da vardır. Aramızda şeytan tabiatlı nice insanlar vardır ki, insanı
yoldan çıkarabilirler. Buna karşı melek tabiatlı insanlar da vardır.
Bunlar da insanın yolunu Allah’a ve rızâsına çevirirler. Bunlarla tanışıp
beraber olabilmek Allah’ın büyük lütfu ve hidâyetidir. 946
“Taşlara, göz takmayan Allah, katı kalplerde de hidâyeti yaratmıyor.”
“Hidâyet, kalp gözünün açılmasıdır.”
Hidâyet Konusunda Sünettullah
(Allah’ın Değişmeyen Kanunu)
“Sen onların dinlerine uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da senden
râzı olmazlar. ‘Asıl doğru yol (hüdâ), Allah’ın yoludur’ de.”947 Yüce Allah’ın
Hz. Muhammed’i (s.a.s.) kendisiyle gönderdiği yol (İslâm) evrensel, sağlam
ve dosdoğru olan dindir. Yol demeye elverişli gerçek yol (hidâyet) de odur.
Onun ötesinde gerçek doğru yol (hüdâ) yoktur. “Kim kendisine doğru yol
belli olduktan sonra Rasûl’e karşı gelir ve mü’minlerin yolundan başka bir
yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir
gidiş yeridir orası!” 948 Uyulması gereken hak yol, İslâm’dır. Ondan ötesi,
terk edilmesi ve varsa sökülüp atılması gereken yoldur. Kim ondan ötesine
tutunursa zarar eder. Allah o kimseyi terk ettiği gibi, yardımını da ondan
çeker ve o kişi zâlimlerden olur. “...Sana gelen ilimden sonra eğer onların
946 A. Osman Tatlısu, a.g.e. s. 250
947 2/Bakara, 120
948 4/Nisâ, 115
• 329 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir
yardımcı olur.” 949 “Sana gelen ilimlerden sonra onların keyiflerine uyarsan,
o takdirde sen mutlaka zâlimlerden olursun.”950 Rasûlullah’a “ilim” diye gelen,
Allah’ın yolu ve İslâmî emirlerden “şeriat” kıldıklarıdır. Farz-ı muhal,
yahûdi ve hıristiyanların heveslerine uysan, o takdirde zâlimlerden olursun.
Hitap Rasûlullah’a, maksat ümmetinedir. Bu âyette, bâtıllarında ısrarcı
olan hevâ ve heveslerine tâbi olan bâtıl ehline korkutma ve tehdit vardır.
Mü’minler bilmeliler ki, sağlıklı bir gerekçeyle de olsa, insanların hevâlarına
uymak, insanları bâtıl tehlikelere düşüren ve Hak yolu terk ettiren büyük
bir zulümdür.
“Kimler Benim hidâyetime uyarsa, artık onlara bir korku yoktur ve onlar
üzülmeyeceklerdir.”951 Bu âyetin tefsirinde İbn Kesir şöyle der: “Yani kendisiyle
kitapların indirildiği, peygamberlerin gönderildiği şeye yönelenlere,
âhiret hallerinden karşılaşacaklarında korku; dünya işlerinden kaçırdıklarına
da üzüntü yoktur.” Allah’ın hidâyetiyle yol bulanlar, ne gelecekten
korkarlar, ne de kaçırdıklarına üzülürler. Çünkü hidâyete tâbi olmak, onlara
hayırları kazanma yollarını kolaylaştırır, dünya ve âhiret saâdetini vaad
eder. İstikameti bu olana, her karşılaşacağı ve her rastladığı yahut kaybettiği
kolaylaşır. Çünkü o bilir ki Allah, onun takipçisidir.
“...Benden size hidâyet geldiğinde, kim Benim hidâyetime uyarsa o, sapmaz
ve sıkıntıya düşmez. Ama kim Beni zikirden, hatırlayıp anmaktan yüz
çevirirse, onun için dar bir geçim, sıkıntılı bir hayat vardır.”952 Hidâyetine/
Kur’an’a tâbi olanlar hakkında Allah’ın âdeti, dünyada rahat bir yaşantıyla
(bereketli, bol bir geçim) faydalandırmasıdır. “Erkek veya kadın, mü’min
olarak kim sâlih/iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel, hoş bir hayatla yaşatırız.
Ve mükâfatlarını elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.”953
Allah’ın hidâyetine uyanın durumu, sâlih amel işlemekle beraber mü’minliktir.
Yoksa Allah’ın hidâyetine tâbi olmuş sayılmaz. Onun yaşadığı “tertemiz,
güzel hayat” ise, herhangi bir sıkıntının olmadığı bir hayattır. Çünkü
bu, İbn Kesir’in de tefsirinde dediği gibi, hangi yönden olursa olsun, bütün
rahatlık şekillerini kapsar.
949 2/Bakara, 120
950 2/Bakara, 145
951 2/Bakara, 38
952 20/Tâhâ, 123-124
953 16/Nahl, 97
• 330 •
Ahmed Kalkan
Kaldı ki, sıkıntı, Kur’an’a uyan kimsenin kendisiyle faydalandığı temiz
yaşantıya aykırıdır. Öyle ise, “sapma”nın giderilmesi gibi, “sıkıntı” da ondan
bu dünyada giderilmiştir. Zira, Allah’ın hidâyetine uyan kimse, O’nun rızâsını
gözetir. Allah’ın kendisi için taksimine de, azımsamadan kanaat eder.
Çünkü o Allah’ın kendisine bahşettiği din nimeti sâyesinde bahtiyardır,
mutludur, rahat ve geniş bir yaşantı içindedir. Allah’ın, onu İslâm’la nimetlendirmesinden
sonra, onun, dünyaya ve dünyanın geçici metâına/faydasına
değil de, Allah’ın yanında olana yönelmesi, eline geçince terk etmeksizin
ve kaybedince üzülmeksizin bu hususta hırslı olmaması, kesinlikle onun
rahat bir yaşantı ve temiz bir hayat içinde olması demektir.
Allah’ın hidâyetinden yüz çevirenler hakkındaki âdetullah geçim
sıkıntısıdır, sıkıntılı bir hayattır. “Ama kim Beni zikirden, hatırlayıp anmaktan
yüz çevirirse, onun için sıkıntılı bir hayat, dar bir geçim vardır.”954
Allah’ın zikrinden maksat, O’nun Kur’an’ı ve dini İslâm’dır. Yüz çevirmekten
maksat ise Kur’an ve İslâm’ı terk etmek, ona uymamak ve hidâyeti başkasından
ummaktır. Allah’ın hidâyetinden yüz çeviren için, dünyada geçim
sıkıntısı vardır. Çünkü âyette geçen “dank” kelimesi darlık ve şiddet demektir.
Bu da dünyaya ve dünya metâının artmasına şiddetli arzu ve ihtiras,
azalmasından korku şeklindedir. Öyle ki, iç huzuru, gönül ferahlığı diye bir
şey yoktur. Aksine, hidâyetten, doğru yoldan saptığı için, görünüşte nimet
içinde olsa da, dilediğini yiyip dilediğini giyse ve dilediği yerde otursa da
göğsü dar ve sıkıntılıdır. Çünkü Allah’ın hidâyeti, kalbini imar etmedikçe
saâdeti de rahat bir geçimi de fark edemez. Bu, dünyadaki durum.
Âhiretteki duruma gelince, cezâ konusundaki sünnetullah, Allah’ın
âyetlerine ve hidâyetine gözlerini yumduğu için kıyâmet günü kör olarak
haşredilecektir. “Kim Beni zikirden, hatırlayıp anmaktan yüz çevirirse, onun
için sıkıntılı bir hayat, dar bir geçim vardır. Kıyâmet günü, onu kör olarak
haşrederiz.”955 Allah’ın hidâyetinden, âyetlerinden gözünü yuman, onu
unutmuş ve terk etmiş demektir. Dünyada Allah’ın âyetlerini görmezlikten
geldiği gibi, yaptığına uygun olarak âhirette körlük hali içinde terk edilecektir.
Çünkü cezâ, yapılanın cinsinden olur.
Hidâyetinden (Kur’an’dan) yüz çevirene, Allah, şeytanı kendisinden
ayrılmayan, kötü amelini süsleyen, hak yolundan alıkoyan ve ona doğru
954 20/Tâhâ, 124
955 20/Tâhâ, 124
• 331 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
yolda, hidâyet üzere olduğunu telkin eden arkadaş kılar. “Kim Rahmân’ın
zikrini görmezlikten gelirse, ona bir şeytanı saldırırız; artık o, onun arkadaşı
olur. O şeytanlar bunları yoldan çıkardıkları halde bunlar doğru yolda olduklarını
sanırlar.” 956
“O cennet ehlinin kalplerinde olan haset ve kini çıkarırız. Oturdukları
yerlerin altlarından ırmaklar akar. Şöyle derler: ‘Allah’a hamd olsun ki, bizi
hidâyeti ile buna kavuşturdu. Eğer Allah bize hidâyet etmeseydi kendiliğimizden
bunun yolunu bulamazdık.”957 Görülüyor ki, hidâyete, doğru yola gitmek
için, Allah’ın bize müdâhale etmesi gerekiyor. “Hidâyeti, duâ ve niyazla
Allah’tan isteyin. Çünkü hidâyet edici O’dur.”958 İbrahim (a.s.): “Rabbim bana
hidâyet etmemiş olsaydı, muhakkak sapıklar topluluğundan olacaktım.”959
der.
Peygamberimiz’in getirdiği Kur’an’ın bizzat kendisi hidâyet olduğu
içindir ki, onun tebliğcisi de rehber oluyor. “Gerçekten bu Kur’an, insanları
en doğru yola hidâyet eder, rehberlik eder.”960 Peygamberimiz de rehberlik
görevinin kendisine Allah tarafından verildiğini ifade etmiştir: “Allah, beni,
âlemlere rahmet ve rehber olarak gönderdi.” “Allah’ın benimle gönderdiği hidâyet
ve ilim, bol yağmura benzer. Bu yağmur bir toprağa düşer ki, onun bir
kısmı suyu kabul eder de çayır ve bol ot yetiştirir. Bir kısmı da kurak olur.
Suyu tutar da Allah onunla halkı faydalandırır. Ondan içerler, sulanırlar,
ekin ekerler. Bu yağmur, başka bir çeşit toprağa da isâbet eder ki, düz ve kaypaktır.
Ne suyu tutar, ne de çayır bitirir. Allah’ın dinini anlayıp da, Allah’ın
benimle gönderdiğinden faydalanan ve bunu bilip başkasına bildiren kimseye
karşı başını kaldırmayan ve Allah’ın benimle gönderdiği hidâyetini kabul etmeyen
kimse böyledir.” 961
“Vallahi, senin hidâyetinle (hidâyete vesile olmanla) bir tek kişiye hidâyet
verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülerden daha hayırlıdır.”
962
956 43/Zuhruf, 36-37; A. Zeydan, İlâhî Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), İhtar Y., s. 44 vd.
957 7/A'râf, 43
958 14/İbrahim, 21
959 6/En'âm, 77
960 17/İsrâ, 9
961 Buhârî, Kitabu'l-İlm 20; Müslim, Fedâil 15
962 Buhâri, Ashâbu'n-Nebî 9; Müslim, Fedâilu'l-Ashâb 34; Ebû Dâvud, İlim 10
• 332 •
Ahmed Kalkan
Sahâbeler, Peygamberimiz’e müracaat ederek: “Ey Allah’ın Rasûlü, Tâiflilerin
okları bizi yaralayıp parçaladı. Aleyhlerine Allah’a bir bedduâda bulunuverseniz!”
dediler. Rasûlullah (s.a.s.): “Allah’ım Tâiflilere hidâyet ver!”963
buyurdular.
Arayıp yönelmek bizden; yolu gösterip istikametimizde yardım Rabbimizdendir.
“Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz.
Allah, şüphesiz iyi davrananlarla beraberdir.”964 “İhdinâ’s-sırata’l müstakim:
Bizi dosdoğru yola ilet” 965
Allah Teâlâ, irâde-i cüz’iyyesini hidâyete, hak yola dönmek için kullanan
ve iyi hal gösteren kullarına hidâyeti, aydınlık yolu gösterir. Bir kimse,
hidâyeti Yüce Allah’tan istemeli ve bu hali ömür boyu korumak için, sâlih
amel işlemelidir.
“Rabbim Allah’tır” de, sonra dosdoğru ol;
Sırât-ı müstakîmdir, budur en doğru yol.
- 6-7. Âyetler -
„ مْ وَلاَ الضَّاِّل ي ن ‘ الَمغضُوبِ عَلَي ِ ‹ مْ غَي ِ ‘ أَنعَمت عَلَي ِ   صَِاطَ اَّلذِي نَ
dَeğil: ‹ غَيْ ِ kendilerine : م‘ عَلَيْ ِ nimet verdiklerinin : أَْنعَمْتَ   اَّلذِي ن yoluna : صَِاط ve sapanlarınkine : „ وََلالضَّاِّل ي نَ gazaba uğrayanların : مْ‘ اْلَغْضُوبِ عَلَيْ ِ
“Bize sırât-ı müstakîmi/dosdoğru yolu hidâyet et/göster. Kendilerine
nimet verdiklerin kimselerin yolunu, gazaba uğramışların ve dalâlettekilerin/
sapmışların yolunu değil!” (1/Fâtiha, 6-7)
مْ ‘ أَْنعَمْتَ عَلَيْ ِ   صَِاطَ اَّلذِي نَ
963 Tirmizî, Menâkıb, hadis no: 3937
964 29/Ankebut, 69
965 1/Fâtiha, 6
• 333 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Kendilerine nimet vererek lütuf ve ikramda bulundukların yoluna,
Kur’an’ın diğer bir âyetinde belirtildiği gibi; peygamberlerin, sıddîkların,
şehidler ve sâlihlerin yoluna (bizi ulaştır). Kendilerine nimet verilen kimseler
hakkında şöyle buyrulur:
أَْنعَمَ الّلُ   وَمَن يطِعِ الّلَ وَالرَّسُولَ فَأُوَْلئِكَ مَعَ اَّلذِي نَ ¯ وََلَدَْينَاهُْ صَِاطًا مُّسْتَقِي
وَحَسُنَ أُوَلئِكَ رَفِيقًا „ دَاء وَالصَّالِِي نَ º وَال شُّ َ „ وَالصِّدِّيقِ ي نَ „ م مِّنَ النَِّبيِّ ي نَ ‘ عَلَيْ ِ
“Ve onları sırât-ı müstakîme/dosdoğru bir yola iletirdik. Kim Allah’a ve
Peygamberi’ne itaat ederse, işte onlar Allah’ın nimetine eriştirdiği peygamberler,
sıddıklar, şehitler ve sâlihlerle birliktedirler. Ne iyi arkadaştır onlar. Bu,
Allah’ın büyük lütfudur.” 966
„ مْوَلاَ الضَّاِّل ي نَ ‘ الَمغضُوبِ عَلَي ِ ‹ غَي ِ
Gazaba uğrayanların ve dalâlette olan/sapanların yoluna değil. Nimet
kelimesi ve bunun kökü olan “n a m” kökü, değişik kullanımlarla Kur’an’da
toplam 144 yerde geçer. Mağdûb kelimesi ise Kur’an’da sadece Fâtiha sûresinde
geçer. Ama bu kelimenin kökü olan “ğ d b” değişik kullanımlarla toplam
24 yerde zikredilir. Dalâlet kelimesinin kökü “d l l” ve türevleri Kur’ân-ı
Kerim’de toplam 188 yerde geçer.
 الصَِّاطَ اْلُسْتَقِي َ
Sırât-ı müstakîm/Dosdoğru yol
Kur’ân-ı Kerim’de 32 âyette geçen967 bu tamlama, yol anlamındaki
sırât’la; doğru, sapmaz, şaşırtmaz anlamındaki müstakîm kelimesinin birleşmesinden
oluşmaktadır. Kur’an’ın, hedefe götürücü ve erdirici yol olarak
gördüğü yol, sırât’tır. Sırât, lügatta cadde, anayol, işlek ve büyük yol anlamına
gelir (Sırât kelimesi, değişik kullanımlarla Kur’an’da toplam 45 defa zikredilir).
“Es-sırât”: “Allah’ın yolu” demektir. Müstakîm ise, hiçbir yerinde
meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru demektir.
966 4/Nisâ, 68-69
967 Sırât-ı Müstakîm İfâdesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 32 Yerde:) 1/Fâtiha, 6; 2/Bakara, 142, 212;
3/Al-i İmran, 51, 101; 4/Nisâ, 68, 175; 5/Mâide, 16; 6/En'âm, 39, 87, 126, 153, 161; 7/A'râf, 16; 10/Yûnus,
25; 11/Hûd, 56; 15/Hıcr, 41; 16/Nahl, 76, 121; 19/Meryem, 36; 22/Hacc, 54; 23/Mü'minun, 73; 24/Nûr, 46;
36/Yâsin, 4, 61; 37/Sâffât, 118; 42/Şûrâ, 52; 43/Zuhruf, 43, 61, 64; 48/Fetih, 2, 20; 67/Mülk, 22.
• 334 •
Ahmed Kalkan
Sırât-ı müstakîm: Dosdoğru olan yol anlamındadır. Sırât-ı müstakîm
(doğru yol): İki nokta arasındaki en kısa çizgiye denir. Dünya noktasından
Cennet noktasına en kısa yoldan eğilip bükülmeden, yalpalamadan gidilecek
yolun adıdır.
İstikamet ve Sırât-ı Müstakîm
İstikamet: Hangi yaşta ve hangi seviyede olursak olalım, hiç birimiz
aldanmaktan veya aldatılmaktan hoşlanmayız. Bu sebeple her insan, kendi
idrâki ölçüsünde doğru ve doğruluktan yanadır. Hayatlarını yalan, hile ve
sahtekârlık üzerine kurmuş olan kimseler dahi, suç ortakları ile olan münasebetlerinde
menfaatleri icabı, doğruluğa büyük değer verirler.
Evet, ama doğruluk nedir? İslâm kültüründe insanî ve ahlâkî yaşayışa
esas olan doğruluğun zirvesi, istikamettir. “İstikamet”i; Arapçadaki kökü
“kavm” veya “kıyâm” ve aynı kökten türemiş olan “kaaim” ile birlikte mütâlaa
etmeliyiz. “Kavm”, “kıyâm”: Ayak üzere kalkıp durmak, bir işe başlamak,
doğru ve mûtedil olmak, zulme karşı ayaklanmak anlamına gelir. “Kaaim”:
Ayakta duran, bir nesne üzerine sâbit ve devamlı olan demektir. Bu kelimelerle
irtibatı olan “istikamet” ise; doğru ve mûtedil olmak, bir nesneye baha
ve kıymet takdir ve tayin eylemek mânâlarına gelir.
İstikamet kelimesini türemiş olduğu kelimelerle, bunların ihtivâ ettiği
mânâları mantıkî bir sıra içinde şöyle özetleyebiliriz:
1- Dilimizde kısaca “doğruluk” diye bilinen “istikamet” kelimesinin
lügat mânâlarından biri; herhangi bir şeyin değerini, kıymetini en iyi ve
en doğru şekilde takdir ve tâyin etmektir. Buna göre, doğrulukta istikamet
seviyesine erişmek isteyen bir kimsenin önce, doğruluğun ne olduğunu anlaması,
sonra da, ona kıymet biçecek ölçüde, imanla desteklenmiş bir akl-ı
selime sahip olması gerekir. İmanla desteklenmiş akıl diyoruz; zira, kendisini
ve kâinatı yaratanı idrâk edememiş, değer hükümlerini kazanamamış
bir akıl, beşerî ihtiras ve menfaatlerin kuklası olmaktan başka ne işe yarar!?
2- “İstikamet” kelimesinin kökünde; ayağa kalkıp durmak ve bir işe
başlamak mânâları da vardır. Bu iki anlamı birincisi ile telif edersek; istikamet
sahibi olmak isteyen kimse, önce onun değerini kavramalı, sonra da
• 335 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
karar verip idrâk ettiğini günlük hayatında yaşama gayreti içine girmelidir,
diyebiliriz. Zira yaşanarak hal edilmeyen değerler, birer fantezi olmaktan
öteye geçemezler.
3- “İstikamet”e esas olan mânâlardan biri de; sebat ve devamdır. Böyle
bir değere tâlip olan insanın, asla doğruluktan ayrılmaması ve önüne çıkacak
zorlu engellere rağmen, istikametin gereklerini yerine getirmede sebatkâr
ve devamlı olması lâzımdır. Aksi takdirde hedefine nasıl ulaşır?
4- “İstikamet”in en güçlü mânâsı; doğru olmaktır. Ancak, bu müstesnâ
değere esas olan doğruluk, herkesin kendi idrâkine bağlı kalmamalı; iman,
ahlâk, vicdan ve akl-ı selime muvâfık olmalıdır. Zira bu seviyeye erişmemiş
bir doğruluk anlayışı, sadece fikirde ve sözde kalır, davranış haline gelemez.
5- Sözlüklerde “istikamet” tarif edilirken, doğruluktan hemen sonra
“mûtedil olmak” mânâsının zikredilmiş olması da son derece mühimdir.
Bu, itidalsiz bir istikametin kemâle erişemeyeceğine işarettir. O halde, itidalle
bağdaşmayan ifrat-tefrit, şiddet ve taassuptan yakasını kurtarıp “her
şeyin hayırlısı, ortasıdır” fehvâsınca orta yolu bulamayan bir insan, ne kadar
doğru olsa da, istikamet zirvesine yükselemez, diyebiliriz.
6- Türkçe’de “istikamet”; doğrultu, yön mânâsına da kullanılmaktadır.
Meselâ, cihadda askerlere; “istikamet, karşı tepeler!” veya benzeri bir
ifadeyle, yön ve hedef tâyin edilmesi gerekir. İstikamet gösterilmeden hücuma
kaldırılacak birlikler, kısa zamanda dağılır ve hücum gücünden çok
şey kaybederler. Belki de bu sebepten Cenâb-ı Hak: “...Sizin ilâhınız bir tek
ilâhtır. Onun için, hepiniz O’na istikamet edin/yönelin...”968 buyurur ve iman
eden her insana tek istikamet tâyin eder.
İslâm’da istikametten gâye tevhiddir. Aksi halde, Allah her yerde mevcut
iken; ırkları, dilleri, mizaç ve seviyeleri birbirinden farklı milyonlarca
insanın, namazlarında, günde beş kere aynı kıbleye, aynı istikamete yönelmelerinin
farz oluşunu nasıl izah edebiliriz? İslâm tefekküründe, kısmen
zâhirî olan bu istikametin bir üst derecesi, belki de gâyesi; gönül Kâbemize
yöneliş ve bize bizden yakın olan Rabbimizi kendi özümüzde hissediştir.
Ancak, bu anlamda bir istikamet, her kişinin değil; er kişinin kârı olsa gerektir.
968 41/Fussılet, 6
• 336 •
Ahmed Kalkan
Nitekim, “O halde (Rasûlüm) sen beraberindeki tevbe edenlerle birlikte,
emrolunduğun gibi istikamet et/dosdoğru ol!...”969 İlâhî hitabına muhâtap
olan Rasûlullah Efendimiz, bu âyeti kast ederek: “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı”
970 buyurmuşlar. Zira emrolunduğu üzere istikamet etme seviyesi, Allah’a
kayıtsız şartsız bir teslimiyetin ifâdesiydi. Öyle ki, bu seviyede Cenâb-ı
Hak’tan başkasına meyledilemez ve O’nun emirlerine aykırı bir tercih de
yapılamazdı. Şüphesiz, her haliyle istikametin zirvesinde olan Rasûlullah’a:
“Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı” dedirtecek kadar zor gelen, İlâhî emrin kendisini
ilgilendiren tarafından ziyâde; çok sevdiği ümmetine âit kısmıdır. Zira
O, bizi bizden daha iyi tanıyor ve bizim için endişeleniyordu.
Sırât-ı Müstakîm: İslâm kültüründe ilmin gâyesi tevhid; amel ve ibâdetin
zirvesi, istikamettir. İstikamete erişenlerin yoluna da sırât-ı müstakîm
denir. Sözlüklerde sırât, yol, müstakîm de doğru diye belirtilmiştir, ama
bu “doğru”yu, düz bir hat olarak düşünemeyiz. Zaten, yuvarlak bir dünya
üzerinde böylesine müstakîm bir doğru çizmek de mümkün değildir. O
halde, istikametin türediği kök olan “kavm” veya “kıvam” kelimelerinin,
“ayağa kalkıp durmak” mânâsından hareketle “müstakîm”e; “aşağıdan yukarıya
yükselen doğru”dur, diyebiliriz. Bu durumda sırât-ı müstakîme de;
“dünya durağından mânen yükselerek Allah’a ulaşan en doğru ve en kısa
yol” mânâsını vermek mümkün olur. Bu anlamda bizi yücelere doğru yükseltmek
için Allah’ın gökten uzattığı ipi olan hablullaha/Kur’an’a sımsıkı yapışmak971
istikamet için, sırât-ı müstakîm için temel şarttır.
Sırât-ı müstakîm, bir zirvedir ve böylesine bir zirveye, elbette ki beşer
idrâkiyle ulaşılamaz. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah kimi dilerse,
onu sırât-ı müstakîme iletir”972 buyurulmuş ve bu seviyeye ancak, Cenâb-ı
Hakk’ın lütfuyla erişilebileceği açıkça beyan edilmiştir. O halde ne yapabiliriz,
bize düşen nedir? Bu soruların cevabını Fâtiha sûresinde buluyoruz.
Bu sûre, farz olan günlük beş vakit namazın her rekâtında okunur. Beş vakit
namazda, kırk rekât bulunduğuna göre, günde en az kırk defa okuduğumuz
bu sûrede Cenâb-ı Hak, istikamet ve tevhid yolunda mutlaka riâyet edilmesi
gereken üç önemli esası, açıkça beyan ediyor:
969 11/Hûd, 112
970 Tirmizî, Tefsir 57
971 3/Âl-i İmrân, 103
972 24/Nûr, 46
• 337 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Birincisi; bizleri, nefsimiz dâhil her türlü tehlikeden koruyan, hatalarımızı
bağışlayan, âlemlerin Rabbi ve hesap gününün mutlak sahibi Allah’a,
bahşettiği her türlü nimeti, O’nun rızâsı dâhilinde kullanmak sûretiyle şükretmektir.
973
İkincisi; ihtirasların yol açtığı her türlü kulluk ve kölelikten kurtulup;
“Ancak Sana kulluk/ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz”974 diyecek
seviyede bir teslimiyettir.
Üçüncü esas; hangi merhale ve makamda olursa olsun, kulun, kendisinde
bir varlık görmemesi ve bulunduğu her hali Hak’tan bilip; “Bizi sırât-ı
müstakîme; nimete erdirdiğin kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların
yoluna eriştir!”975 niyâzından bir an dahi gâfil olmamasıdır.
Bu esaslara sımsıkı sarılıp istikamet etme gayreti içinde olanlar, Kur’ân-ı
Kerim’de bakın nasıl müjdeleniyorlar: “Rabbimiz Allah’tır’ deyip de sonra istikamet
edenlere, hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.”976
Bu âyette sırât-ı müstakîm; Cenâb-ı Hakk’ın nimete erdirdiği kimselerin,
gazaba uğramayanların, sapmayanların yolu olarak târif ediliyor. Acaba,
böylesine yüceltilen insanlar kimlerdir?
Bu sorunun cevabını da yine Cenâb-ı Hak’tan öğreniyoruz: “Allah’a ve
Rasûl’e itaat edenler; Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar,
şehidler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır.” 977
973 1/Fâtiha, 1-4
974 1/Fâtiha, 5
975 1/Fâtiha, 6-7
976 46/Ahkaf, 13
977 4/Nisâ, 69; Hayri Bilecik, Mefhumlardan Tefekküre, Hülbe Y., s. 99 vd.
• 338 •
Ahmed Kalkan
Kur’an’da Sırât-ı Müstakîm
Kur’ân-ı Kerim’de 32 âyette geçen Sırât-ı müstakîm’in Kur’an’daki öteki
isimleri şunlardır: a- Es-sırâtu’s seviyy: Düz yol978 b- Sevâu’s-sırât: Yolun
doğrusu979 c- Sebîlu’r- Reşâd: Murada erdiren yol. 980
Sırât-ı Müstakîm’in Kur’ân-ı Kerim’deki zıddı (karşıtı): Sırât-ı cahıym:
Cehennem yolu’dur.981 Kur’ân-ı Kerim’de ayrıca ve açıkça bir sırât-ı Cennet’ten
söz edilmediğine göre, sırât-ı müstakîm “Cennet yolu” anlamını da
taşıyor demektir.
Sırât-ı Müstakîm’in Kur’ân-ı Kerim’deki Tanımları
a- İlâhî nimete ermişlerin yolu: “Bizi doğru yola hidâyet et; kendilerine
nimet verdiklerinin yoluna...”982 Kendilerine Allah’ın nimet verdikleri ise bir
başka âyette meâlen şöyle açıklanmaktadır: “Allah’a ve Rasûl’e itaat edenler;
Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle
beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır.” 983
b- Allah’ın yolu (sırâtullah): “...Ve elbette sen, doğru yola çağırıyorsun,
göklerin ve yerin sahibi Allah’ın yoluna.” 984
c- İslâm dini: “Sen onları doğru bir yola (İslâm’a) çağırıyorsun. Ama âhirete
inanmayanlar (bu senin çağırdığın) yol (İslâm)dan sapıyorlar.” 985
d- Allah’a kulluk: “Ey Âdemoğulları, ben size şeytana tapmayın; o, sizin
için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur (sırât-ı
müstakîm) diye bildirmedim mi?” 986
978 20/Tâhâ, 135; 19/Meryem, 43
979 38/Sâd, 22
980 7/A'râf, 146; 40/Mü'min, 38, 39
981 37/Sâffât, 23; 4/Nisâ, 168-169
982 1/Fâtiha, 6-7
983 4/Nisâ, 69
984 42/Şûrâ, 52-53
985 23/Mü'minûn, 73-74
986 36/Yâsin, 60-61
• 339 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
e- Sünnetullah: “Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, onun göğsünü
İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş
gibi dar ve tıkanık kılar. Allah inanmayanları küfür bataklığında bırakır.
İşte Rabbinin sırât-ı müstakîmi, dosdoğru yolu budur.” 987
f- Hz. İbrahim’in dini (Haniflik): “De ki; Rabbim, beni sırât-ı müstakîme
(doğru yola) iletti. Dosdoğru dine, Allah’ı birleyen İbrahim’in dinine.” 988
g- Adâlet: “...Aramızda hak ile hükmet, zulmetme. Bizi yolun ortasına
(adâlete) götür.”989 “Gerçekten Rabbin, doğru bir yol üzerindedir (O âdildir,
katında kimse zulme uğramaz).” 990
Tefsirlere baktığımızda “es-sırâtu’l-müstakîm”den maksadın ne olduğu
hakkında şu rivâyetleri görürüz: Allah’ın yolu, doğru yol, uygun yol, Allah’ın
kitabı, iman ve imana bağlı olan şeyler, İslâm ve İslâm şeriatı, Peygamberimiz’in
ve ashâbının büyüklerinin yolu, cennet yolu, sırât köprüsü
(cehennem köprüsü), ifrat ve tefrit arası mûtedil (dengeli, orta) yol. Âyette
söz konusu edilen doğru yol (sırât-ı müstakîm), hakka ulaştıran yoldur.
Hakka ve doğruya ulaştıran yol ise, peygamberlerin yoludur. Bütün peygamberler
insanları aynı yola dâvet etmişlerdir. Bu nedenle söz konusu edilen
yol ile kast edilenin, Peygamberimizin yolu olduğunu söyleyenler de
elbette isâbet etmişlerdir. Müfessirlerden bazıları, bununla Kur’an’ın, bazıları
da İslâm’ın kast edildiğini söylemişlerdir. Kuşkusuz İslâm da, Kur’an da
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in ve kendisinden önceki peygamberlerin yoludur.
Bu nedenle bu görüşlerin tümü arasında herhangi bir çelişki ve ihtilâf söz
konusu değildir.
Cadde, ana yol, büyük yol anlamlarına gelen “sırât”, İslâm terminolojisinde
ayrıca, Cehennem çukurlarının üzerinden geçip Cennet’e uzanan,
‘kıldan ince, kılıçtan keskin’ yol olarak da geçer. Bu yol, yani ‘kıldan ince,
kılıçtan keskin’ olan yol, bir bakıma, yalnızca Cehennem çukurlarından geçen
değil; insanın dünya hayatına gelişiyle başlayan yoldur. İnsanın, daha
doğrusu mü’minin yeryüzündeki hayatı sırattır. Bu hayatı yaşama, sırattan
geçmektir.
987 6/En'âm, 125-126
988 6/En'âm, 161
989 31/Sâd, 22
990 11/Hûd, 56
• 340 •
Ahmed Kalkan
Bu yol, bir yerde Cehenneme uzanırken; bir yerde de Cehennemi aşıp
Cennete varır. Dosdoğru yol, yani sırât-ı müstakîm tektir. Dünya hayatında
insanların bu yol üzere olmaları gerekir. Geniş bir yoldur bu. İnsanların
dünya hayatları ve âhiretteki gerçek mutlulukları için her türlü gerekli imkânı
ve araç-gereci kendinde barındıran bir yoldur. Fakat bu yol, aynı zamanda
‘kıldan ince, kılıçtan da keskince’ bir yoldur. Allah elinden tutmazsa
insan, her an bu yoldan kayıp bozuk yollara sapabilir. Her adım başında
oturmuş kötü yol dâvetçileri vardır. “Her yolun başına oturup da, tehdit ederek
iman edenleri Allah’ın yolundan çevirmeye ve onu eğriltmeye çalışmayın.” 991
İnsan, her adım başında bu yoldan (sırât-ı müstakîm) sapabilir. Bu bakımdan,
bir insan, ömrünün sonuna kadar dosdoğru yolda yürürken, son
anlarında kâfir ölebilir. Yine, ömrünün sonuna kadar başka yollardayken,
son anlarında dosdoğru olan yola girebilir. Bu bakımdan, peygamberler,
örneğin Hz. Yusuf, “Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihlere kat”992
diye duâ etmiştir. İşte, ömür boyu Allah’ın yolunda kalabilmek ve özellikle
bu yol üzerindeyken can verebilmek için her an Allah’a duâ etmek gerekir:
“Rabbimiz, hidâyete ulaştırdıktan sonra kalplerimizi eğriltme ve katından
bize rahmet bağışla.”993 diye yalvarmak gerekir. “Ey kalpleri evirip çeviren,
kalplerimizi dinin üzerinde sâbit kıl!”994 diye, hem dille, hem davranışlarla
niyaz etmek gerekir. İşte, dünya hayatında “sırât-ı müstakîm” üzerinde
olan insanlar, ‘kıldan ince, kılıçtan keskince’ yolu geçen insanlar, âhirette
de cehennemin üzerindeki “sırât”tan geçip, cennete ulaşacaklardır. Dünya
hayatında, Allah’ın yolu dışındaki yollarda yürüyenler; âhirette cehenneme
uzanan yola girip, ateşin içinde yuvarlanacaklardır: “Toplayın o zâlimleri,
onların eşlerini ve Allah’ın dışında taptıklarını. Götürün onları cehennemin
yolu (sırâtı)na.” 995
Çok değişik yollar vardır; kısa, uzun, dar, geniş, eğri, dolambaç, düz,
yolcusuna sıkıntı veren, rahat yolculuk sağlayan, hedefe götüren, hedeften
uzaklaştıran... Fakat bütün bu yollardan hedefe gitmeye en uygun olanı hiç
itirazsız düz (kısa), geniş, rahat ve amaçlanan hedefe götürme özelliklerine
sahip olanıdır. Fâtiha’nın bu âyetinde kul, Allah’tan bir istekte bulunur; bir
991 7/A'râf, 86
992 12/Yûsuf, 101
993 3/Âl-i İmran, 8
994 Tirmizî, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13
995 37/Saffât, 22-23; Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 129-130
• 341 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
yolcu olarak kendisine dosdoğru yolu göstermesini, böyle bir yola ulaştırmasını
ister. Kulun isteği sadece doğru olan herhangi bir yol değildir. Kul,
dosdoğru bir yol ister. Yolculuktan amaç, bir yere gitmek değil midir? O
halde, kim yolunun dar, uzun, dolambaçlı ve bozuk olmasını ister? Kim
varacağı yere gitmeyen veya çıkmaz sokaklar gibi devamı bulunmayan bir
yolda yolculuk yapmak ister? Kulun isteğindeki titizliğinin nedeni işte budur.
İstenilen yol dosdoğru olan yoldur. Âyetteki ‘yol’dan ne kast edildiğine
gelince:
Bazı hadislerde insan bir yolcuya, dünya ise yolculuk sırasında bir süre
dinlenmek için oturulan hana/otele benzetilir. Bu hanın biri giriş, diğeri
çıkış için iki kapısı vardır. Dünya hayatı, sonu ebedî geleceğe, yani âhirete
çıkan bir yoldan ibârettir. “Sizden her birinize bir şeriat ve bir yol belirledik”
996 “De ki, şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah’ı
birleyen İbrâhim’in dinine iletti. O, şirk/ortak koşanlardan değildi.”997 Bu ve
diğer bazı âyetlerden de anlaşılıyor ki, “yol”dan maksat din, yani inanç ve
hayat tarzının dayandığı esaslar ile bu esasların oluşturduğu yaşam şeklinin
kendisidir. Bu durumda dosdoğru yola iletilme isteğinden, “Beni dinlerin
inanç ve hayat tarzlarının en doğrusuna, doğruluğu konusunda hiçbir şüphe
taşımayanına sahip ve mensup kıl!” anlamı kastedildiği anlaşılır. Sırât-ı
müstakîm; İslâm, Kur’an ve Rasûlullah’ın yolu ve bunların dayanağı Allah’ın
bildirdiği vahiydir. Fâtiha sûresinin söz konusu âyetinden, kulun Allah’tan,
kendisini Allah tarafından tayin olunan bir hayat tarzına iletmesini istediği
anlaşılır. Bu isteğinde ve ısrarında da haklıdır. Çünkü insanlık tarihi, insanın
bireysel ve toplumsal hayatını kuşatan sistem arayışlarıyla doludur. Filozoflar,
bilim adamları ve düşünürler... tarafından oluşturulan sistemlerin
tamamı insanlığı huzur ve saâdete kavuşturacağı iddiasıyla ortaya çıkmış;
uygulama imkanına kavuşanlarsa hep zulme ve sömürüye neden olmuş,
arkalarında perişan insanlar veya darmadağın toplumlar bırakarak tarihin
sayfalarına gömülmüştür. Bu nedenle, insanın bireysel ve toplumsal hayatın
şeklini ve yönünü tayin edecek esaslar belirleme gayretinin Kur’ân-ı
Kerim tarafından dayanaksız bir çaba olarak nitelendirilmesi998 oldukça anlamlıdır.
Böylesi bir gayretin çözümsüz olduğunun belirtilmesi de oldukça
gerçekçidir. Çünkü bu konu insanın ilmini, güç ve yeteneklerini aşar.
996 5/Mâide, 48
997 6/En'âm, 161
998 68/Kalem, 36-41; 53/Necm, 28
• 342 •
Ahmed Kalkan
Bu iş, âlemlerin rabbi Allah’a ait olup insanların bireysel ve toplumsal
hayatlarında gerçek huzur ve saâdeti sağlayacak bir sistemin sahibi ancak
O’dur. “De ki: Yol gösterme ancak Allah’ın yol göstermesidir.”999 “Asıl doğru
yol, Allah’ın yoludur’ de!”1000 “Yolu doğrultmak Allah’a aittir.” 1001
Dosdoğru yolun, dosdoğru inancın ve hayat tarzının ne olduğu
Kur’an’da bildirilip gösterilmiştir: “Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu da göstermedik
mi?”1002 “Onları (peygamberleri) emrimizle doğru yolu gösteren önderler
yaptık.”1003 “Şüphesiz ki bu Kur’an, insanları en doğru yola götürür.” 1004
İbn Mes’ud (r.a.), konuyla ilgili olarak şunu naklediyor: “Hz. Peygamber
bir gün yere düz bir çizgi çizdi ve ‘Bu Allah’ın yoludur’ dedi. Daha sonra
bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizerek ‘Bunlar ise diğer yollardır.
Her biri üzerinde yanlışa dâvet eden birtakım şeytanlar vardır’ buyurdu. Arkasından
da şu âyeti okudu: “Şu emrettiğim yol, Benim dosdoğru yolumdur.
Hep ona uyun! Başka yollara ve dinlere uyup gitmeyin ki sizi O’nun yolundan
saptırmasın. (Azâbından) korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye ediyor.”
1005
Nimet Verilenler
Fâtiha sûresinde, insanlar için gerekli olanın herhangi bir yol olmayıp
sadece sırât-ı müstakîm olduğu belirtildikten sonra, konu daha da somutlaştırılarak,
bu yolun yolcularının ortak vasıfları açıklanır: “Nimet verilenler.”
Bu, hem kulun istemesi gereken şeyi, hem de sırât-ı müstakîme mensup
olmanın insana neler kazandıracağını açıklayan bir âyetttir. Nimete
sahip olanların kimler olduğu ise, daha sonra vahyolunan bir başka âyette
şöylece açıklanır:
“Ve onları sırât-ı müstakîme/dosdoğru bir yola iletirdik. Kim Allah’a ve
Peygamberi’ne itaat ederse, işte onlar Allah’ın nimetine eriştirdiği peygam-
999 6/En'âm, 71
1000 2/Bakara, 120
1001 16/Nahl, 9
1002 90/Beled, 10
1003 21/Enbiyâ, 73
1004 17/İsrâ, 9
1005 6/En'âm, 153; İbn Mâce, Mukaddime 1
• 343 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
berler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerle birliktedirler. Ne iyi arkadaştır onlar.
Bu, Allah’ın büyük lütfudur.”1006 Şurası açık ve kesindir ki, hiçbir şahsın veya
grubun insanlar için oluşturduğu yaşam biçimi, bu âyette belirtilen insanlık
zirvelerinden değil birini, yakın bir şeklini dahi sağlayamamıştır. Allah’ın
yolunu, O’nun insanlar için belirlediği hayat tarzını takip edenler ise insanlığın
zirvesi olan bu şahsiyetlerden biri ve yakın arkadaşları olur. Ne büyük
mükâfat ve ne güzel bir nimettir bu!
Fâtiha sûresinden öğreniyoruz ki, mü’minlerin Allah’tan ilk ve en
önemli isteği hidâyettir. “Nesteıyn”de ilk hedefimiz Allah’ın yardımı oluyor.
Allah’ın yardımını celbeden bir apaçık yola hidâyet isteği, yardım dilemelerin
en mühimi ve en önde geleni olduğu anlaşılıyor. En önemli yardımın da
O’nun doğru yoluna hidâyet olduğu böylece belirtilmiş oluyor.
“Bizi dosdoğru olan yola (sırât-ı müstakîme) ilet! Nimet verdiğin kimselerin
yoluna. Kendilerine gazap edilmiş ve sapmışların yoluna değil!”1007 5. ve
6. âyetlerde insanlar için gerekli olan şey, kısa fakat oldukça açık bir şekilde
bildirilmişti. 7. âyetle de olmaması, örnek alınmaması gereken olumsuz bir
örnek zikredilerek, hem yanlışın ne olduğu gösteriliyor, hem de bu örnekten
hareketle insanlığı ne gibi inanç ve davranışların sırât-ı müstakîmden
ayırıp ebedî azâba sürükleyeceği açıklanıyor. Bu olumsuz örneğin mensuplarının
iki önemli vasfı bildiriliyor: 1- Gazaba uğrayanlar; 2- Sapmış olanlar.
Tefsirlerde, gazaba uğrayanların yahûdiler, sapıtanların ise hıristiyanlar
olduğu belirtiliyor. Bu görüşlerin doğru olduğu da açıktır; çünkü bu konuda
Rasûlullah’tan naklolunan rivâyet vardır: “Yahûdiler, kendilerine gazap
edilmişler; hıristiyanlar da sapıklardır.”1008 Yahûdi ve hıristiyanların gazaba
uğrama ve sapıtma nedenlerine gelince; bununla ilgili çok sayıda âyet vardır.
Bu âyetlerin her birinde yahûdilerin gazaba uğrama, hıristiyanların da
sapıtma nedenleri ayrıntılarıyla açıklanmaktadır.
1006 4/Nisâ, 68-69
1007 1/Fâtiha, 6-7
1008 Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an, 1-2
• 344 •
Ahmed Kalkan
Gazap
Gazap; kızmak, öfkelenmek, kızgınlık, intikam alma ve cezalandırma
isteği anlamlarına gelir. Nefsin hoşa gitmeyen bir şey karşısında intikam
arzusuyla heyecanlanması; infiâle kapılmak, öfke, hışım, hiddet, düşmanlık
ve saldırıya meyleden haline gazap denilir.
Allah’ın Sıfatı Olarak Gazap Etme: Allah Teâlâ’ya mahsus olan sıfatlardan
rahmet ve gazap, mahlûkatın sıfatları gibi değildir. Allah’ın tüm vasıfları
ve isimleri her yönüyle mükemmelliği içerdiğinden, beşerî olumsuzluk
ve eksikliklerden münezzehtir. “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.”1009 O, tüm
noksanlıklardan münezzehtir. Allah’ın rahmet ve gazab sıfatları, Kur’ân’ın
birçok âyetinde zikredilmekte ve Allah’ın gazâbına uğrayarak helâk edilen
bazı kavimlerden ibret için bahsedilmektedir. Bütün bunların yanında, Allah’ın
rahmeti gazâbından daha büyüktür. Bir kudsî hadiste Allah şöyle buyurur:
“Rahmetim, gazâbımı geçmiştir (kuşatmıştır).” 1010
Allah’ın Gazâbına Uğrayanlar
a- Allah’a İsyan Eden Yahûdiler: Bıldırcın ve kudret helvası gibi daha
iyi olan Allah’ın nimetlerini daha kötüyle değiştiren yahûdiler için şöyle
buyrulur: “... Üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah’ın
gazâbına uğrâdilar. Bu musîbetler (onların başına), Allah’ın âyetlerini
inkâra devam etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri sebebiyle
geldi. Onların hepsi, sadece isyanları ve düşmanlıkları sebebiyledir.” 1011
“... Allah’ın indirdiklerini inkâr edip kendi canlarına karşılık satın aldıkları
şey (azap) ve o sebeple de gazap üstüne gazaba uğramaları ne kadar
kötü! Ayrıca, kâfirler için ihânet edici bir azap vardır.” 1012
“Allah’tan gelmiş olan bir ipe ve insanlar tarafından ortaya konan bir ipe
(sisteme) sığınmaları müstesna, onlar (yahûdiler) nerede bulunurlarsa bulunsunlar,
kendilerine zillet (damgası) vurulmuş, Allah’ın gazâbına/hışmına
1009 42/Şûrâ, 11
1010 Buhârî, Tevhid 15, 22, 28, 55; Müslim, Tevbe 14-16
1011 2/Bakara, 61
1012 2/Bakara, 90
• 345 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
uğramışlar, miskinliğe mahkûm edilmişlerdir. Bunun sebebi, onların, Allah’ın
âyetlerini inkâr etmiş ve haksız yere peygamberleri öldürmüş olmaları, ayrıca
isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarıdır.” 1013
b- Putperest Yahûdiler (Altın Buzağıya Tapanlar): “Buzağıyı (tanrı)
edinenlere, mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık
erişecektir. İşte Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.” 1014
c- Şirk Koşanlar; Putperest Âdîler (Âd Kavmi), 1015
d- İrtidat Edenler, 1016
e- Maymunlaşan, Domuzlaşan ve Tâğûta Tapanlar, 1017
f- Allah Hakkında Kötü Zanda Bulunan Münâfık ve Müşrikler, 1018
g- Allah Hakkında Tartışmaya Girenler, 1019
h- Mü’minleri Öldürenler, 1020
i- Cihaddan Kaçanlar, 1021
k- Yalancı ve İftiracılar, 1022
l- Yeme İçmede Taşkınlık ve Nankörlük Edenler, 1023
m- Rasûlullah’a Eziyet Edenler. 1024
1013 3/Âl-i İmrân, 112; Ayrıca, Bak. 1/Fâtiha, 7; 5/Mâide, 60; 20/Tâhâ, 86; 58/Mücâdele, 14
1014 7/A’râf, 152
1015 7/A’râf, 71-72
1016 16/Nahl, 106
1017 5/Mâide, 60
1018 48/Fetih, 6
1019 42/Şûrâ, 16
1020 4/Nisâ, 93
1021 8/Enfâl, 16
1022 24/Nûr, 8-9
1023 20/Tâhâ, 81
1024 Buhâri, Megâzî 24; Müslim, Cihad 106
• 346 •
Ahmed Kalkan
Gazap Edilenleri Dost Edinmek: “Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir
topluluğu dost edinenleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler ne de onlardan.
Bilerek yalan yere yemin ediyorlar. Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır.
Gerçekten onların yaptıkları çok kötüdür!”1025 Âyette Allah’ın gazab ettiği
yahûdileri kendilerine dost edinenlerin münâfık olduğu bildirilmektedir.
“Ey iman edenler! Kendilerine Allah’ın gazap ettiği bir kavmi dost edinmeyin.
Zira onlar, kâfirlerin kabirlerdekilerden (onların dirilmesinden) ümit
kestikleri gibi âhiretten ümit kesmişlerdir.” 1026
Kur’an’ın özü ve özeti olan Fâtiha sûresinde “Bizi dosdoğru yola ilet;
Nimet verdiklerinin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş olanların ve sapmışların
yoluna değil.”1027 buyurulmaktadır. Allah haddi aşanlara, isyancılara,
dini inkâr edenlere gazap üstüne gazap göndermiştir. Bunların kıssaları
Kur’an’da gayb haberleri şeklinde bildirilmiştir. Gazap edilenler, daha çok,
yahûdiler ve yahûdileşenlerdir. Allah’ın gazâbı, tarihteki inkârcı ve isyancıların
başına türlü şekillerde gelmiştir. Onları yakalayıveren bir çığlık, bir
yer sarsıntısı, ebâbil kuşları, kasırga, dağ gibi deniz dalgalarında boğulma...
Yahûdilerin Gazaba Uğrama Nedenleri
Yahûdiler; Allah’a karşı nankör olurlar. Kendilerini yaratan, varlıklarını
devam ettiren, rızıklarını veren, durumlarını gözeten ve kendilerine nimetler
bahşeden, sıkıntılarını sona erdiren, Firavun’un zulmünden kurtaran...
olmasına rağmen, Allah’ı bırakıp, başkalarına yönelir, başkalarının belirlediği
hayat tarzlarına göre yaşamayı tercih eder, İlâhî hükümleri dikkate
almazlar. 1028
Allah’a verdikleri söze sâdık kalmazlar. İlâhî hükümlere göre yaşayıp
sadece Allah’a kul olma ve böylelikle yalnızca O’na ibâdet etme sözlerini
yerine getirmezler.1029 Allah’a kul olmanın gereklerinden olan iyiliği emredip
kötülüğe engel olma görevini terk ederler.1030 Allah’a itaat konusunda
1025 58/mücâdele, 14-15
1026 60/Mümtehine, 13
1027 1/Fâtiha, 5-7
1028 2/Bakara, 61; 7/A'râf, 160-162
1029 2/Bakara, 246; 5/Mâide, 12-13; 7/A'râf, 165
1030 5/Mâide, 79
• 347 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
hainlik yaparlar. Allah’a itaati terk ederler.1031 Dost olunması yasaklanan
kâfirlerle dostluk kurarlar.1032 İmandan yüz çevirirler.1033 Peygamber’e âsi
olup başka rehberler edinirler.1034 Puta taparlar.1035 Peygamberleri yalanlarlar
veya öldürürler.1036 Allah’ın emirlerine karşı kayıtsız kalıp İlâhî emirlere
uymamak için kaytarmanın yollarını ararlar.1037 Fâiz yerler.1038 Fesat çıkarırlar.
1039 Allah’ın kendilerine verdiği nimetler üzerinde hak sahibi olanların
haklarını vermeyerek cimrilik yaparlar: Yoksulu, düşkünü, öksüzü, yetimi,
güçsüzü, sakatı... korumazlar. 1040
Dünyayı asıl kabul ederek âhireti dikkate almazlar. Sadece maddeyi
ölçü alarak âhireti hesaba katmadıkları için de sorumsuz bir hayat tarzını
benimserler.1041 İnsanların mallarını haksız şekilde gasbederler, ticarî dalaverelerle
ve diğer bazı usullerle halkı sömürürler.1042 Dinlerine karşı lâkayt
davranır, dinin ciddiyetini dikkate almazlar.1043 Allah hakkında yanlış ve
kötü zanlarda bulunurlar.1044 Bütün olumsuz özelliklerine rağmen; kendilerini
Allah’ın seçkin kulları olarak niteler, cennetlik olduklarına inanırlar.1045
Peygamberden inanmayacakları ve yapmayacakları şeyleri isterler.1046 Bazı
meleklere düşman olurlar.1047 Din adamlarını, kendisine itaat edilmesi zorunlu
kişi (rab) edinirler.1048 Allah’a olan ahitlerine veya insanlarla olan antlaşmalarına
uymazlar.1049 Allah’ın seçkin kullarından birisi olan Hz. Meryem’e
iftira atarlar.1050 Kendilerine sırât-ı müstakîmi gösteren kitaplarını
tahrif eder, yanlış gidişlerini meşrû gösterecek şeyler yaparlar. 1051
1031 5/Mâide, 13, 32
1032 5/Mâide, 80-81
1033 2/Bakara, 63-64, 74; 7/A'râf, 148; 45/Câsiye, 16-17
1034 Mâide, 20-26; 7/A'râf, 138-140
1035 2/Bakara, 51-52, 92-93; 7/A'râf, 148-152, 155-156; 20/Tâhâ, 83-97
1036 5/Mâide, 70-71; 17/İsrâ, 4
1037 2/Bakara, 67-73
1038 4/Nisâ, 161
1039 5/Mâide, 64
1040 4/Nisâ, 53
1041 2/Bakara, 96
1042 3/Âl-i İmrân, 75; 4/Nisâ, 161; 9/Tevbe, 34
1043 4/Nisâ, 137
1044 3/Âl-i İmran, 181; 5/Mâide, 64
1045 2/Bakara, 94, 111-112; 4/Nisâ, 49-50; 5/Mâide, 18; 62/Cuma, 6-8
1046 4/Nisâ, 153
1047 2/Bakara, 97
1048 9/Tevbe, 31
1049 8/Enfâl, 56-57
1050 4/Nisâ, 156-157; 19/Meryem, 27-34
1051 2/Bakara, 75-79, 95, 174; 3/Âl-i İmran, 78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43
• 348 •
Ahmed Kalkan
Kur’an’da Yahûdilerin gazab edilme sebebi olarak sayılan bu özellikler
hangi toplumda varsa, onlar Allah’ın gazâbını hak ediyorlar demektir.
İsrâiloğullarının Karakteri /
Yahûdileşme Alâmet ve Özellikleri
Allah’a vermiş oldukları ahdi/sözü bozmak, 1052
Maymunlaşmak, 1053
Kör ve sağır kesilmek, 1054
Başka tanrılara da inanmak ve onları da güçlü görmek, 1055
Yalnız Allah’a güvenip sadece O’ndan korkmamak, 1056
Altın buzağıya (altına, elleriyle yaptıkları heykele ve buzağıya) tapmak, 1057
Güzel nimetlere nankörlük, 1058
Cihad ve savaş görevinden kaçmak, ölümden korkmak, 1059
Fesat/bozgunculuk, 1060
Allah’ın hükümleriyle hükmetmemek, 1061
Peygamberleri yalanlamak ve öldürmek, 1062
“Gözümüzle görmeden inanmayız” demek, 1063
1052 2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 154-155; 5/Mâide, 3, 60
1053 2/Bakara, 65; 7/A'râf, 166
1054 5/Mâide, 70-71
1055 2/Bakara, 93
1056 10/Yûnus, 84; 26/Şuarâ, 61-62
1057 2/Bakara, 51-54; 7/A'râf, 148-152; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92
1058 2/Bakara, 61
1059 5/Mâide, 21-26; 2/Bakara, 46, 95, 246, 249; 59/Haşr, 14
1060 5/Mâide, 64, 81; 7/A'râf, 163; 17/İsrâ, 4-7
1061 5/Mâide, 44, 45, 47; 62/Cum'a, 5
1062 2/Bakara, 87
1063 2/Bakara, 55
• 349 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
İkrar ettikten hemen sonra inkâr etmek, 1064
Kitab’ı değiştirmek, 1065
Tahrif etmek; Kelimeleri konuldukları yerden değiştirip anlamlarını
çarpıtmak, 1066
Hakka bâtılı karıştırmak, 1067
Ketmetmek; Açıklamaları gereken bilgileri gizlemek, 1068
Alçak dünyanın metâını, âhirete tercih etmek, 1069
Hayırlıyı hayırsızla değiştirmek, 1070
Ahireti dünyayla değiştirmek, 1071
İsyankârlık ve aşırı gitmek, 1072
“İşitittik ve isyan ettik” diyecek kadar küstahlaşmak, 1073
Gerekli gördükleri her yalanı söyleyebilmek, 1074
Devamlı harp ve fitne çıkarmaya çalışmak, 1075
Firavun’un işbirlikçisi kapitalist Karun’a özenmek, 1076
Rüşvet alıp vermek, 1077
1064 2/Bakara, 63-64; 4/Mâide, 12
1065 2/Bakara, 211, 41-42, 59, 75, 79
1066 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A'râf, 162
1067 2/Bakara, 42
1068 2/Bakara, 159, 174; 3/Âl-i İmran, 187; 5/Mâide, 15; 6/En'am, 91
1069 7/A'râf, 169
1070 2/Bakara, 61
1071 2/Bakara, 86
1072 2/Bakara, 61, 65; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 160-161; 5/Mâide, 78; 6/En'am, 146
1073 4/Nisâ, 46
1074 5/Mâide, 40-42
1075 5/Mâide, 64
1076 28/Kasas, 79
1077 5/Mâide, 42, 62
• 350 •
Ahmed Kalkan
Fâiz yemek, 1078
Başkalarının malını haksız yere yemek, 1079
Bâtıl yollarla insanların mallarını yemek, 1080
Cimrilik (Kendi malında), 1081
Müsrif olmak/savurganlık (Doğa ve diğer insanlar konusunda), 1082
Nankörlük, 1083
Dünyaya çok hırslı/düşkün olmak ve dünyayı aşırı sevmek, 1084
Zâlimlik, 1085
Kasvet/Kalp katılığı, kalbin taşlaşması, 1086
Kalbin perdelenmesi, kılıflanması, 1087
Kalbin mühürlenmesi, 1088
Kalbindeki sapma dolayısıyla kör ve sağır duruma gelmek, 1089
Sûret-i haktan gözükerek başkalarına iyiliği emredip kendi nefsini dışta
bırakmak, 1090
İyiliği emredip kötülükten sakındırma görevini yapmamak, 1091
1078 3/Âl-i İmran, 161; 4/Nisâ, 161
1079 3/Âl-i İmran, 161
1080 3/Âl-i İmran, 75; 4/Nisâ, 161; 9/Tevbe, 34
1081 4/Nisâ, 53
1082 5/Mâide, 32
1083 2/Bakara, 40, 47, 122; 5/Mâide, 20; 10/Yûnus, 93
1084 2/Bakara, 96; 4/Nisâ, 53; 7/A'râf, 169
1085 2/Bakara, 92
1086 2/Bakara, 74
1087 2/Bakara, 88
1088 3/Âl-i İmran, 155
1089 5/Mâide, 78
1090 2/Bakara, 44
1091 5/Mâide, 79
• 351 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Aşırılık, haddi aşmak ve küfre koşmak, 1092
Şeytana tâbi olmak, 1093
Putlara ve şeytana inanıp tâğuta tapınmak, 1094
Mü’minleri de saptırmaya çalışmak, 1095
Mü’minlere inanmamak, 1096
Kendi yanlış dinlerine dâvet etmek, 1097
Mü’minleri imanlarından sonra küfre döndürmeyi istemek, 1098
Allah’ın nurunu söndürmek istemek, 1099
Mü’minlerin aleyhine müşriklerle dostluk kurmak, 1100
Hâinlik yapmak, 1101
Antlaşmalara uymamak, 1102
Bir insanın (Hz. İsa’nın) tanrılığını iddia etmek, 1103
Kur’an’ı hasetliğinden ve mevki hırsından dolayı inkâr etmek, 1104
Münâfıklık ederek insanlara rastlayınca “inandık” demek, 1105
1092 5/Mâide, 41
1093 2/Bakara, 102
1094 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 60
1095 4/Nisâ, 44
1096 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 43
1097 2/Bakara, 135, 136; 3/Âl-i İmran, 72, 73
1098 2/Bakara, 109
1099 9/Tevbe, 32-33
1100 5/Mâide, 80-81
1101 5/Mâide, 13, 32
1102 8/Enfâl, 56, 57
1103 5/Mâide, 72, 75, 116, 117
1104 2/Bakara, 89-91, 101; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 54; 6/En'am, 91
1105 2/Bakara, 76
• 352 •
Ahmed Kalkan
Kendi yorumlarını (elleriyle yazdıklarını) Allah’tan gelen vahiy gibi sunarak
gerçek vahye engeller çıkarmaya çalışmak, 1106
Kendilerinden olmayanlara karşı sorumlulukları olmadığı iddiasıyla
insanları aldatmaktan geri durmamak, 1107
Âhireti de kimseye bırakmamak; Sayılı birkaç gün azaplarını/cezalarını
çektikten sonra doğru cennete gönderileceklerine inanmak, 1108
Rasül’e uymayan bir topluluğa ve yalana kulak vermek. “Peygamber,
hoşunuza giden bir şey söylerse kabul edin; yoksa reddedin” demek, 1109
Göre göre, bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr etmek, 1110
Bilginlerini tanrı edinmek, 1111
Tekrar tekrar dinden dönmek, 1112
Allah’ın rahmetinden kovulmak, 1113
Lânetlenmek ve Allah’ın gazabına uğramak, 1114
Dostlukları olmaz. 1115
Bu özelliklerinin içinde günümüzde nice “müslümanım” diyenlerce
aynen uygulanan şu yahûdi karakterlerine dikkat çekmek gerekmektedir:
Irkçılık ve taassup, üstün ırk oldukları iddiası, 1116
Materyalizm ve dünyevîleşme, maddeyi putlaştırma, altına ve heykele
tapma, 1117
1106 2/Bakara, 79
1107 3/Âl-i İmran, 75
1108 2/Bakara, 80
1109 5/Mâide, 41
1110 Âl-i İmran, 70
1111 9/Tevbe, 31, 34
1112 4/Nisâ, 157
1113 2/Bakara, 88; 4/Nisâ, 46, 156, 157
1114 5/Mâide, 3, 60
1115 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80, 82; 60/Mümtehine, 13
1116 5/Mâide, 18; 2/Bakara, 80
1117 2/Bakara, 51-54; 7/A'râf, 148-152; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92
• 353 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Eşlerini kıskanmama, domuz gibi yaşadıklarından domuza çevrilmeleri,
1118
Maymunca taklitçilik ve şahsiyetsizlik özelliklerinden maymuna çevrilmeleri,
1119
Dâvâları için her yolu meşrû görmeleri, yalan söylemeleri, 1120
Sözlerinde durmamaları, 1121
Sihirle uğraşma, 1122
Ahlâkî dejenerasyon, 1123
Toplumda fesâdı, fuhşu yaygınlaştırma, 1124
Bilginlerini tanrı edinmek, 1125
Dini tahrif, 1126
İmanda pazarlık, Allah’ı açıkça görmediçe inanmayacağız” demek, 1127
Dinlerini paramparça etmek, hizipçilik ve tefrika, 1128
Gerçeği bile bile inat, 1129
Allah’ın hükümleriyle hükmetmemek. 1130
1118 5/Mâide, 60
1119 2/Bakara, 65; 5/Mâide, 60; 7/A'râf, 166
1120 5/Mâide, 13, 32, 41
1121 2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 154-155; 5/Mâide, 3, 60
1122 2/Bakara, 102
1123 3/Âl-i İmran, 188
1124 5/Mâide, 64
1125 9/Tevbe, 31, 34
1126 2/Bakara, 59, 75, 79; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A'râf, 162
1127 2/Bakara, 55
1128 6/En'âm, 159
1129 3/Âl-i İmran, 70
1130 5/Mâide, 44, 45, 47; 62/Cum'a, 5
• 354 •
Ahmed Kalkan
Dalâlet
‘Dalâl veya dalâlet’ masdarları sözlükte; kaybolmak, telef olmak, şaşırmak
ve yanılmak anlamlarına gelir. Somut olarak, ‘çölde seyahat ederken
yolunu şaşırmak’ mânâsına gelse de asıl anlamı, bilerek veya bilmeyerek
doğru yoldan az veya çok ayrılmak, sapmak, ya da azmak demektir. Bu
mânâdan hareketle mecazî olarak ‘dalâlet’ akla, duyulara, gerçeğe aykırı ilkeleri
benimsemek karşılığında kullanılmaktadır.
Dalâlet, ‘hidâyetin ve rüşd’ün zıddı olup, kasden ya da unutarak doğru
yoldan ayrılmak demektir. ‘Dalâlet’in bir başka tanımı şöyle yapılabilir:
Maksada ulaştıran yolu bulamamak, istenen sonuca götürmeyen bir yola
girmek, ya da arzu edilen sonucu kazandıran her türlü yoldan ve metodlardan
ayrılmaktır. ‘Dalâlet’ gerçekte, maddî ve görülen bir yoldan sapma
olduğu halde, daha sonra din ve akıl yolundan sapmak anlamına kullanılmaya
başlanmıştır. Bu nedenle ‘dalâlet’ daha çok dinden sapmayı, ‘dalâl’ ise
akıl ve sözdeki sapmayı ifade eder.
Dalâletin Kur’an’daki Anlamları
Bu kelime türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de 188 yerde geçmektedir.
Hidâyetin ve imanın karşıtlığını, inkârcıların hidâyet karşısındaki durumlarını
ifade etmede önemli bir Kur’an kavramıdır. Kur’an’da daha çok
küfür ve inkârı kapsayan sapıklık olarak kullanılmaktadır. Ancak Kur’an
dalâlet kavramını ya da türevlerini birkaç mânâda daha kullanmaktadır ki,
bu anlamların kelimenin kök mânâsıyla yakın ilişkisi vardır.
1- Saptırmak anlamında: ‘İdlâl’ şeklinde geçmekte ve başkasını saptırmak,
doğru yoldan alıkoymak, gerçek yolu kaybettirmek mânâlarına gelmektedir.
Şeytanın ağzından Kur’an’da şöyle söyleniyor: “Onları mutlaka
saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım.”1131 Kur’an, ayrıca
Firavunun ve altından buzağı yapıp İsrailoğullarına ‘işte sizin ilâhınız
budur’ diyen Samirî’nin birer saptırıcı olduğunu vurguluyor.1132
2- Şaşırmak anlamında: Bu anlam inançsızlar hakkında kullanıldığı
gibi, peygamberler hakkında da kullanılmıştır. “Seni şaşırmış (dâll) bulup
1131 4/Nisâ, 199
1132 20/Tâhâ, 79, 85
• 355 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
da yol göstermedik mi?”1133 Bu âyette Peygamberimizin peygamberlikten
önceki durumuna işaret edilmektedir. Bu dönemde Hz. Muhammed (s.a.s.)
İlâhî vahyden habersizdi, şer’î hükümleri ve peygamberlik görevini bilmiyordu.
Kur’an, Peygamberimizin yaptığı tebliğle hiçbir zaman yanılmadığını
ve sapmadığını söylemektedir. 1134
3- Boşa çıkarmak anlamında: Şu âyette olduğu gibi: “Dediler ki; ‘biz yerde
yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta bulunacakmışız?’
Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir.”1135 Burada geçen
‘dalâl’ kelimesi yok olup gitmek, kaybolmak anlamındadır. Allah’a iman etmeyen,
üstelik insanları Allah’ın yolundan alıkoymaya çalışanlar iyi amelde
bulunsalar bile onların bütün yaptıkları boşa çıkacak, dalâl olacaktır.1136
Dalâlet, aslında bir sapmadır, yitip-kaybolmadır, bir helâk olmadır. 1137
4- Azap anlamında: Kur’an cehennemlikleri ‘dalâl’ içinde olmakla tarif
etmektedir ki bu da onlara tattırılan azaptan başkası değildir. 1138
5- Hüsran anlamında: Tevhid düşmanlarının tarih boyunca İslâm’a ve
onu tebliğ edenlere karşı hile ve tuzakları hep boşa çıkmıştır, bu tuzakların
sahipleri yaptıklarının karşılığında hüsrâna uğramışlardır. Kur’an bunu bir
yerde ‘dalâl’ kelimesiyle ifade ediyor.1139 İki âyette de yine hüsran anlamında
geçiyor. 1140
6- Yanılmak anlamında: “Yusuf ’un kokusunu (burnumda tüter) buluyorum”
diyen Hz. Ya’kub’a oğulları şöyle dediler: “Allah adına hayret, sen
hâlâ geçmişteki yanılgındasın.”1141 Yine kardeşlerinin Yusuf ’u ve kardeşini
(Bünyamin’i) çok seven babalarına karşı benzer bir yanılgıda olma suçlaması
yapılıyor.1142 Her iki âyette de ‘dalâl’ kelimesi kullanılıyor. Miras taksiminde
hak sahiplerine karşı haksızlık yapılmamasını ikaz eden âyette de
aynı kelime ‘hata’ anlamında geçmektedir. 1143
1133 93/Dûha, 7
1134 53/Necm, 2
1135 32/Secde, 10
1136 18/Kehf, 104
1137 71/Nûh, 14
1138 54/Kamer, 47-48
1139 40/Mü’min, 25
1140 12/Yusuf, 30, 36; 36/Yâsin, 24
1141 12/Yusuf, 94-95
1142 12/Yusuf, 8
1143 4/Nisâ, 176
• 356 •
Ahmed Kalkan
7- Sapkınlık anlamında: ‘Dalâlet’ aynı zamanda aklî sapmalar hakkında
da kullanılmaktadır. Nitekim dalâlet; dinî olarak sapmayı ifade ediyorken,
dalâl ise daha çok akıl yönünden sapmayı, şaşırmayı anlatır. ‘Dâll’, sapıtmış,
şaşırmış, yoldan çıkmış; bunun çoğulu olan ‘dâllîn’ ise sapıtanlar, şaşırmışlar
anlamındadır. “…Kim imanı küfre değişirse, artık o, dalâlete düşmüş
(doğru yoldan sapıtmış olur).”1144 İster mü’min ister inkârcı olsun, “Allah’ın
ve Rasûlünün emirlerine karşı gelenler sapıklığa düşerler.”1145Allah’a şirk koşan
müşrikler de derin bir dalâlet/sapıklık içerisindedirler. 1146
Dalâlette Olanlar
Yine Kur’an’ın ifadesini göre şu gibi kimseler de dalâlete düşmüşlerdir:
Allah’ı, O’nun meleklerini, kitaplarını, peygamberini ve âhiret gününü
inkâr edenler,1147 Peygamberin çağrısına kulak asmayanlar, ya da O’nunla
alay edenler,1148 Kur’an’ın İlâhî bir kitap olduğunu kabul etmeyenler,1149 Kıyâmetin
kopacağından şüphe edip bu konuda ileri geri tartışmaya girişenler,1150
Allah’ın haram kıldığı şeyleri helâl sayanlar; çocuklarını, geçindirememe endişesiyle
öldürenler,1151hüküm verirken Allah’ın hükümlerine itibar etmeyip
kendi hevâlarından hüküm verenler,1152 Allah’ın rahmetinden ümidini kesenler,
1153 Kalbinde nifak hastalığı bulunan münâfıklar1154 ve ehl-i kitap1155 doğru
yoldan sapmış kimselerdir.
1144 2/Bakara, 108
1145 33/Ahzâb, 36
1146 4/Nisa, 116
1147 4/Nisâ, 136
1148 25/Furkan, 41-42; 46/Ahkaf, 32
1149 41/Fussilet, 52; 62/Cum’a, 2
1150 42/Şûra, 18
1151 6/En’âm, 140
1152 6/En’âm, 56; 38/Sâd, 26
1153 7/A’râf, 179
1154 Münâfikun, 6
1155 5/Mâide, 60, 77
• 357 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Dalâlette Olanların Özellikleri
Allah’ın hidâyetine uymak insanın fıtratına daha uygunken, dalâleti
tercih edenler, akıl ve duyularını yerli yerinde kullanmayıp da sapıklığa
düşenler ve başkalarını da saptıranlar şüphesiz zâlim kimselerdir. Onlar
akıllarını kullanıp gerçeği görecekleri yerde, hevâlarına (doğru olmayan
arzularına) uyarlar. 1156
Birtakım kişiler ve kötülük odakları insanları hidâyetten uzaklaştırıp
dalâlete düşürebilirler. İnsan, yaratılışı gereği itaat etmeye de isyan etmeye
de meyillidir. Aklını iyi kullanan, Allah’tan gelen hidâyet sebeplerini iyi
anlayan, yani Kitabı ve Peygamberi idrâk eden, Allah’ın her taraftaki âyetlerini
düşünen kimseler doğru yolu bulurlar. Bunlardan uzak kalıp dalâlete
sürükleyici kişilerin peşinden gidenler ise sapıtırlar. Kur’an’ın açıklamasına
göre şeytan, yardımcılarıyla birlikte insanları sapıklığa götürmeye çalışır.
1157
Firavun gibi cürüm (günah) işleyenler ve onun yanındaki mele’ sınıfı
(aristokratlar) kendilerine uyanları saptırırlar. Firavun, Kur’an’ın üzerinde
çok durduğu tipik bir tâğut (azgın, azdırıcı ve isyancı) kişiliktir. Yeryüzünde
azıp-sapmanın (tuğyânın), kibirlenmenin, cürüm işlemenin, kendi hevâsını
ilâh haline getirmenin, zulmün ve sapıtmanın en açık örneğidir. Kendisi
sapıklıkta olduğu gibi, üzerinde hâkimiyet/egemenlik kurduğu kitleleri de
kendisi gibi sapıklığa götürmenin gayretinde idi. Şüphesiz her devirde firavun
tipli insanlar çıkabilir, kendileri dalâlette oldukları gibi diğer insanları
da hidâyetten ayırmak için çaba gösterebilirler. Allah’ın âyetlerine sırt
dönen bu azgınlar, kurdukları şeytanî sistemlerle, oynadıkları oyunlarla bu
hedeflerine ulaşmaya çalışırlar.
İnsanların kendi elleriyle yaptıkları ve kutsal saydıkları putlar ve benzeri
(heykeller) de sapıklığa sebep olurlar. 1158
1156 4/Nisâ, 44; 43/Zuhruf, 40
1157 20/Tâhâ, 177, 121; 25/Furkan, 29; 7/A’râf, 16-17; 4/Nisâ, 199 vd.
1158 14/İbrâhim, 36
• 358 •
Ahmed Kalkan
Dalâlet Önderleri
Hidâyette olmayan, Allah’ın çizdiği çizginin dışında yaşayan ve İslâmî
ilkelere dikkat etmeyen çoğunluğa veya topluluklara uymak da kişiyi sapıklığa
götürebilir. İnsan için ölçü çoğunluğun ne yaptığı değil, inancının
ve hayat anlayışının Hakk’a uygun olmasıdır. Bu konuda Cenâb-ı Hak şöyle
buyurur: “Yeryüzünde bulunanların çoğuna (çoğunluğa) uyacak olursan,
seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz,
yalandan başka (söz) de söylemezler. Muhakkak senin Rabbin, evet O, kendi
yolundan sapanı en iyi bilendir, yine O doğru yolda gidenleri de en iyi
bilendir.”1159 İnsanları saptıran bir başka grup da, kişilerin peşine gittikleri
önderleridir. İster dinî anlamda olsun, ister siyasî anlamda olsun; toplumun
önündeki kişilere ‘imam’ veya ‘önder-lider-başkan’ denir. Önder konumundaki
kişiler sapıklık üzerinde iseler, peşlerinden gidenler de onlar gibi olurlar.
Bir önderi (imamı) körü körüne taklit veya takip etmek, onun yanlışlarını
da kabul etme tehlikesini beraberinde getirir. Kitleler genellikle bir
liderin, bir önderin peşinden giderler, onun izini izlerler, onun görüşlerini
çoğu zaman kayıtsız şartsız kabul ederler. Firavun gibi düşünen önderler,
peşlerinden gelenleri tıpkı kendileri gibi dalâlete götürürler.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Ümmetin hakkında en çok
korktuğum (şey) saptırıcı imamlardır (önderlerdir).”1160 Müslüman ümmet
hakkında böyle bir korku duyulursa, küfür öncülerinin1161 peşinden/izinden
gidenler hakkında daha fazla endişe etmek gerekir. Çünkü küfür önderleri
insanları -Kur’an’ın deyişiyle- ‘cehenneme çağırırlar.’1162 Allah (c.c.)
bütün insanları mahşer meydanına hesap vermek üzere, dünyada iken peşlerinden
gittikleri imamlarıyla (önderleriyle) birlikte getirecektir.1163 İnkârcılar
o gün şöyle diyecekler: “Yâ Rabbi! Biz büyüklerimize ve imamlarımıza
(yöneticilerimize) itaat etmiştik. Onlar da bizi doğru yoldan saptırdılar.”1164
Bu saptırıcılar kendi günah yüklerini taşıdıkları gibi, saptırdıkları kimselerin
günahlarını de taşıyacaklar. Buna karşı toplumu saptıran kimselere
gönüllü olarak uyanların günahlarında ise bir eksilme olmayacaktır.1165
1159 6/En’âm, 116-117
1160 Dârimî, Rikak 39, hadis no: 2755; Tirmizî
1161 9/Tevbe, 12
1162 28/Kasas, 41
1163 17/İsrâ, 71
1164 33/Ahzâb, 67; 7/A’râf, 38-39
1165 16/Nahl, 25
• 359 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Dalâlete Düşme Sebepleri
Bazı insanların hidâyetten yüzçevirip dalâlete sapmalarının birtakım
sebepleri vardır. İnsanın yetiştiği ortam ve aldığı eğitim elbette önemlidir.
Ancak insanın irâdesi kendi elindedir. O dilediği yolu ve inancı seçebilir.
Onun, bâtıl ve Kur’an’ın dalâlet dediği yolları seçmesine bazı sebepler etki
edebilir. Özellikle müslümanların dalâlete düşmelerine, dinde sonradan
ortaya çıkan bid’atlerin rolü vardır. Bid’atler, dinî kılıfla sunulduğu için
çoğu insan bunu anlamaz. Bid’atleri hayat haline getirenler de günün birinde
İslâm inancının dışına çıkarlar.
Din’de tefrika (ayrılık) çıkarmak da sapıtmanın bir başka nedenidir.
Din’de ayrılık çıkarmak, şüphesiz İslâm’ı kendi kafasına göre anlayıp, kendi
anladığını din sanmak, diğer anlayışları din dışı sayıp onlara sırt dönmek,
onları düşman bilmektir. Kur’an, önceki ümmetlerin bu hataya düştüklerini
haber veriyor: “Dinlerini parçalayıp grup grup olanlar var ya, senin onlarla
hiç bir ilişkin yoktur.”1166 Dinlerini parçalayıp fırka fırka (parti parti)
olanlar, kendi ellerinde olanla, yani kendi fikirleriyle, kendi anladıklarıyla,
gruplarına ait üstünlüklerle, kendilerinin daha doğru yolda olduğu iddiasıyla
övünüp durmaktadırlar.1167 Dinlerini parçalamanın başka bir anlamı
da, dinin hükümlerinin bir kısmını almak, bir kısmını bırakmaktır. Böyle
yapanlarla, kendi hizbinin (grubunun) anladığı şeyi din zannedenler arasında
fark yoktur. Her biri bir liderin, bir önderin peşine takılır, bir grup
bulur, grubunu en üstün sayar, diğer grubu yanlışta görür. Hatırlatmak gerekir
ki mezhepli olmak, İslâm’ın akîdesine uygun düşen bir gruba mensup
olmak, bir cemaatle beraber çalışmak, bir hizbin prensipleriyle hayırlı bir
iş yapmak üzere bir araya gelmek yanlış değil: grupçu, mezhepçi, partici
olmak hatadır ve insanı dalâlete kadar götürebilir. Bu hatadan kurtulmanın
yolu Kur’an’a, yine O’nun istediği gibi topyekûn sarılmaktan geçer. 1168
İslâm’ı, O’nun güzelliklerini, O’nun insana kazandırdıklarını, İslâm’a
uymakla elde edilebilecek kazançları, Allah’ın vereceği mükâfatı (vaad) ve
vereceği cezayı (va’id) bilmeyenler, bu gibi konularda cahilce hareket edenler
hidâyetten saparlar.1169
1166 6/En’âm, 159
1167 30/Rûm, 32
1168 3/Âl-i Imrân, 103
1169 6/En’âm, 144; 22/Hacc, 8-9
• 360 •
Ahmed Kalkan
Bilgisizlik insanı hem doğru olandan ayırır hem de kişiyi belli konularda
taassup sahibi yapar. Kişinin bilmediğini bilmemesi ise daha büyük
bir kayıptır. Böyleleri kendi hevâlarına uyarlar, bildikleri az şey üzerinde
inatla dururlar, sapıklıkta olsalar bile kendilerini kolay düzeltemezler. Elde
edilen bilginin yanlış kullanılması da insanı dalâlete düşürebilir. İlim, insanlara
gerçeği göstermesi ve hakikate ulaşmasında bir ışık olması gerekirken;
insanlar bilgiyi gereğince kullanmıyor. Hatta çoğu zaman Allah’tan
gelen hidâyet, yani İslâm’ın ilkeleri bilimsel gerçeklere ters diye iddia edilmekte,
böylece onlardan yüz çevrilmekte. Günümüzde bilim hayli gelişmiş
olmasına rağmen, gayri Müslimlerin elindeki bilim, vahyi kaynak olarak
kabul edip ona teslim olmadığı için insanlığın çoğu Kur’an’ın dalâlet dediği
çizgidedir. Çağın da bilgi çağı değil; bilgi kirliliği çağı olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz.
Kimileri de insanlara hükmetmek, onların sırtından geçinmek, ya da
başka amaçlar için din’den öğrendiği bilgileri yanlış yerde ve kendi çıkarı
kullanır, hem kendi sapar hem de başkalarını saptırır.
İnsanın kalbinden ‘âhiret’ inancı kaybolduğu an, o derin bir sapıklığa
düşer. Âhiret inancı şüphesiz insana hayat gerçeğini öğreten en önemli bilgidir.
1170 Lehve’l hadis’e (boş, işe yaramaz, insanı Allah’tan ve O’na itaatten
uzaklaştıran her türlü söz ve meşguliyete) müşteri olanlar da hidâyetten
uzaklaşırlar.1171 Bu gibi sözler ve uğraşılar kişiye bir fayda sağlamaz, ama
onu Allah’tan ve kulluk görevlerinden uzaklaştırır, onu dalâlete düşürür.
Dalâletin Sonuçları
Dalâlete düşenlerin kalpleri kasvetlidir (katıdır). Onların kalpleri fıtrî
özelliklerini yitirmiş, hidâyete kapalı, şirke, küfre, şüpheye ve sapıklığa
açıktır. Öyle kalplere hikmeti ve hidâyeti anlatmak zordur.1172 “Allah, kime
hidâyet verirse onun kalbini İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse onun da
kalbini göğe yükseliyormuş gibi daraltır, sıkar…”1173 Dalâlette olanların kalpleri
daykdır/dardır. Dalâlette olmanın, hidâyeti bırakıp da dalâleti satın al-
1170 34/Sebe’, 8
1171 31/Lokman, 6
1172 7/A’râf, 179; 13/Ra’d, 30-31 vd.
1173 5/Mâide, 13
• 361 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
manın (2/Bakara, 16) âhiretteki cezası elbette Cehennem’dir.1174 Görüldüğü
gibi dalâlet, doğru yoldan, Allah’ın yolundan ayrılıp başka yollara sapmak,
bâtıl dinleri kabul etmek, Allah’ın emrine aykırı yaşamaktır. Bu sıfat, inkârcıların
ve müşriklerin bir sıfatıdır. Bu kavram, onların hidâyetten ayrılarak
yanlış yola girdiklerini, çıkmaz bir sokağa saptıklarını, gerçeğe aykırı hareket
ettiklerini, kendilerini kurtuluşa götürmeyecek bir tercih yaptıklarını
en güzel bir biçimde ortaya koymaktadır.
Allah’ın dâvetine kulak asmayıp O’nun âyetlerini inkâr edenler, kendilerini
maksada götürecek yolu kaybedip azâbı ve tükenişi kazandıracak olan
sapıklığı alırlar. Dalâlete düşmek bir anlamda azmak, haddi aşmaktır. Böyle
yapanlar Hakk’ın karşısına çıkmış ve kendi aleyhlerine azap kazanmış olurlar.
İnsanları Allah’ın dininden yüz çevirtip sapıklık yollarına sürükleyecek
kişiler, sistemler ve araçlar, eski dönemlere oranla günümüzde çok daha
fazladır. Bugün bir sürü siyasî sistem, hayat felsefesi, akımlar ve çalışmalar
insanları dalâlete dâvet etmektedir. Eğitim ve medya araçları dalâleti
daha geniş kitlelere ulaştırmaktadır. Mü’minler, İslâm’ın dalâlet (sapıklık)
dediği hayat anlayışlarını davranış ve fikirleri iyi tanımalı ve kendilerini
iki dünyada da kurtaracak İslâmî kimliklerini korumalılar. Her namazda
okuduğumuz ve Fâtiha Sûresinde yer alan şu duâyı pratik hayatta da gerçekleştirmek
gerekir: “Yâ Rabbi! Bizi dosdoğru yola ilet; kendilerine nimet
verdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve dâllîn olanların (sapıtmışların)
yoluna değil.” 1175
İnsanlar mizâç itibariyle birbirlerinden farklı oldukları gibi, kavrama ve
öğrenme kabiliyetleri yönünden de oldukça farklıdırlar: Bir insanın aklı ile
tesbit ettiği ve “tek kurtuluş yolu” olarak sunduğu teorileri, diğer bir insan;
tamamen “saçma” olarak nitelendirebilir. Hatta insanın aklî muhâkemesini
işletmeyip, hakikati bulmada, iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırmada gaflete
düşmesi de mümkündür. Bütün bu ihtimaller olmasaydı, aklı ile hareket
eden ve “hakikati bulduğunu” ileri süren herkese inanmamız gerekirdi.
Hâlbuki görünen odur ki, herkes kendi aklını beğenmekte, tesbit ettiğini
ileri sürdüğü doğruların dışında kalan her şeyi reddetmektedir. Dolayısıyla
sırat-ı mustakîmin (doğru yolun ve hakikatin) ölçüsü insan aklı olamaz.
İşte bu noktada karşımıza hidâyet ve dalâlet kavramları çıkmaktadır.
1174 26/Şuarâ, 91-97; 17/İsrâ, 97 vd.
1175 Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 120-126
• 362 •
Ahmed Kalkan
Allah Teâlâ; Hz. Âdem’i (a.s.) ve Hz. Havvâ’yı yeryüzüne indirdiği zaman
şöyle buyurmuştu: “Hepiniz oradan inin. Sonra size Benden bir hüdâ
(hidâyet) gelir de; kim Benim hüdâma tâbi olursa, artık onlara hiçbir korku
yoktur. Onlar mahzun (üzüntülü) olacak da değildirler.” 1176 Yeryüzünde insan
için iki yol vardır. Birincisi: Allah Teâla (c.c.)’ya iman etmek ve hayatını
İslâm’a göre düzenlemek (hidâyete tâbi olmak). İkincisi: Hevâ ve heveslere
tâbi olup, dalâlet üzere yaşamak! Bu iki yolun dışında üçüncü bir yoldan
söz etmek mümkün değildir.
Dalâlete düşmenin birçok sebebi vardır. Dünyevî ihtirasa kapılmak ve
âhireti unutmak, her türlü felâketin başlangıcıdır. Tâgûtî güçlere itaat etmek
ve onların ideolojilerine tâbi olmak, dalâleti satın almaktır. Nitekim
Kur’ân-ı Kerim’de: “O gün yüzleri ateşte evrilip-çevrilirken: ‘Eyvah bize! Keşke
Allah’a itaat etseydik; peygambere itaat etseydik’ diyeceklerdir. (Onlara tâbi
olanlar da o gün) ‘Ey Rabbimiz! Gerçekten biz reislerimize (liderlerimize) ve
büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan saptırdılar (fe’edallûne’s-sebiylâ)’
diyeceklerdir. Ey Rabbimiz! Onlara (liderlerimize ve büyüklerimize) azaptan
iki katını ver. Onları büyük bir lânetle rahmetinden kov!”1177 buyurulmuş ve
tuğyan eden güçlere itaatin getireceği manzara çizilmiştir.
Kelime-i Şehâdeti ikrar ve tasdik eden her mü’min; Allah Teâlâ’nın sınırlarını
çizdiği şeriata tâbi olmak durumundadır. Zira sırat-ı mustakîm
(dosdoğru yol) budur. Mâlum olduğu üzere; namaz ibâdetini edâ ederken
mutlaka okuduğumuz Fâtiha sûresinde; “Bizi doğru yola, kendilerine nimet
verdiklerinin yoluna kavuştur. Gazaba uğrayanlarınkine, dalâlette olanlarınkine
değil!” diye yalvarır ve “âmin” deriz. Şimdi Muhammed Ali Sâbunî’nin
Ahkâm Tefsiri isimli eserinden “velâd-dâlliyn” ibâresinin mânâsını öğrenelim:
“Dâllin’den (sapıklardan) kasıt hristiyanlardır. Nitekim Cenâbı Hak:
“De ki: ‘Ey Kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan evvel
hakikaten hem kendileri sapmış hem birçoğunu saptırmış ve (hâlâ da) doğru
yoldan ayrılıp sapagelmiş bir kavmin hevâ ve (heve)sine uymayın.”1178 emri
ile bize bunu bildirmektedir. İmam Fahruddin Râzî, konuyla ilgili görüşünü
şöyle ifade eder: Müfessirlerin bazısı gazaba uğrayanlardan maksadın;
görünür amellerinde hata yapan her şahıs, sapıklardan muradın da,
1176 2/Bakara, 38
1177 33/Ahzâb, 66-68
1178 5/Mâide, 77
• 363 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
itikadında hata yapan herkes olduğu görüşünü tercih etmektedirler. Çünkü
gazâba uğrayanları yahûdilere, sapıkları da hıristiyanlara tahsis etmek esasa
aykırıdır. Çünkü Allah Teâlâ’yı inkâr etme, O’na bazı şahıs ve güçleri
ortak etmek din olarak hıristiyanlıktan ve yahûdilikten daha çirkin, dolayısıyla
onlardan korunmak daha evlâdır. Alûsî, Fahruddin-i Râzî’nin bu
görüşünü reddederek şöyle diyor: “Gazaba uğrayanlar” ile “sapıklar” sözlerinden
açık olarak yahûdi ve hıristiyanların kasdedildiği sahih hadisle rivâyet
edilmiştir. Bu rivâyet varken, buna aykırı bir görüşe dönülemez. İmam
Kurtubi de şöyle demektedir: Müfessirlerin birçoğuna göre “gazaba uğrayanlar”
ile yahûdilere, “sapıklar” ile de hıristiyanlara işaret edildiği, Hatem
oğlu Adiyy’in müslüman oluşu sırasındaki hadiste tefsir edilmiştir. Ebu
Hayyan’ın bu hadisle ilgili görüşü şöyledir: Eğer hadis-i şerif ’in Rasûl-i Ekrem
(s.a.s.)’den nakli sahih ise, ona dönmek (onunla amel etmek) farz olur.
Bana göre; Fahruddin Râzî’nin görüşü, hadisi reddetmek anlamını taşımaz.
Aksine onun hükmünü genelleştirerek yahûdilik, hıristiyanlık ve diğer tüm
İslâm dışı inançları içine alan bir ifade ile bütün kâfir ve münâfıkları âyetin
şûmulüne almıştır.1179
Şurası muhakkaktır ki, hidâyetten ayrılan bir kimse, mutlaka dalâlete
düşmüştür. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “Artık hakdan (ayrıldıktan) sonra
sapıklıktan başka ne kalır?” (Fe mâ zâ ba’de’l hakkı illâ’d-dalâl1180 buyurulmuştur.
Mesele bu açıdan ele alındığı zaman dalâlete düşmenin, neleri beraberinde
getireceği kolayca anlaşılır.
İnsanın sadece aklî melekelerini kullanarak dalâletten kurtulması
mümkün değildir. Vahye tâbi olmayan kimse hidâyet nimetine kavuşamaz.
Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’e hitaben: “İşte Biz sana da
böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Hâlbuki (vahiyden evvel) Kitap nedir,
iman nedir, sen bilmezdin. Fakat onu Biz bir nur yaptık. Bununla kullarımızdan
kime dilersek, ona hidâyet veririz. Şüphesiz ki sen, doğru bir yolun
rehberliğini yapıyorsun”1181 buyurulmuştur. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) vahiy gelmeden
önce, Kitabın ve imanın mâhiyetini bilmeyişi, mücerred aklın (bu
noktada) sınırını çizmektedir. Bu sebeple akıl, vahyi kavramak için bir vasıtadır.
Bu incelik unutulmamalıdır. Aklı putlaştıranlar, dalâlete düşerler. 1182
1179 Muhammed Ali Sabûni, Ahkânı Tefsiri, İst. 1984, c. I, sh. 22-23.
1180 10/Yunus, 32
1181 42/Şûrâ, 52
1182 Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Y., 109-113
• 364 •
Ahmed Kalkan
Hıristiyanların Sapma Nedenleri
Hıristiyanlar; Hz. İsa’yı bir kul olarak değil; yüce bir varlık olarak niteleyerek
şirke girerler.1183 Teslis inancını oluşturarak, Allah’ın birden fazla olduğuna
inanırlar.1184 Allah’ı bir yaratık, bir insan gibi düşünerek O’na çocuk
isnat ederler.1185 Allah’ın kendilerine bildirdiği kolay dinle yetinmeyip dini
kendileri için zorlaştırarak ruhbanlığı oluştururlar.1186 Allah’a olan sözlerine
sâdık kalmazlar.1187 Çeşitli yöntemlerle insanların mallarını gasbederler.
1188 Din adamlarını, kendisine itaat edilmesi zorunlu kişi (rab) edinirler.
1189 Allah tarafından kendilerine Lutfedilen sırât-ı müstakîmin rehberi
olan kitaplarını tahrif ederek yanlış gidişatlarını tahrif ettikleri bu kitapla
meşrû gösterirler. 1190
Allah, mü’minleri ehl-i kitap gibi olmaktan sakındırır ve bunu da peygamberliğin
daha ilk günlerinde gerçekleştirir. Bu, elbette ki konunun öneminden
ileri gelmektedir. Ayrıca, Fâtiha sûresinin risâletin ilk günlerinde
vahyolunduğu dikkate alınacak olursa, Allah Teâlâ’nın; henüz karşılaşmadıkları
ve ilişkilerinde problemler çıkmadığı bir zamanda ehl-i kitap gibi
olmaktan sakındırmak sûretiyle, Rasûlullah ile diğer müslümanları, onlarla
olan irtibat dönemine hazırladığı anlaşılır. Bazı âyetlerde ise bu sakındırmanın
açıkça emredildiği görülür: “Kendisi için doğru yol belli olduktan
sonra, kim Peygamber’e karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola
giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.”1191
“Ey iman edenler! Yahûdilerle hıristiyanları dost edinmeyin! Zira onlar birbirinin
dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah,
zâlimler topluluğuna yol göstermez.” 1192
Fakat ne yazık ki, bütün bu ihtarlara, nasihat ve korkutmalara rağmen,
insanı ebedî saâdete ulaştıran yoldan ayrılma, sırât-ı müstakîmden sapma
ve aynen yahûdi ve hıristiyanlarda olduğu gibi bu sapmayı Allah emretmiş-
1183 3/Âl-i İmrân, 79-80; 5/Mâide, 17,72, 116-117; 19/Meryem, 37-39
1184 4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 73, 116-117
1185 2/Bakara, 116; 4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 18; 9/Tevbe, 30
1186 57/Hadîd, 27
1187 5/Mâide, 14
1188 9/Tevbe, 34
1189 9/Tevbe, 31
1190 3/Âl-i İmrân, 78; 5/Mâide, 13
1191 4/Nisâ, 115
1192 4/Nisâ, 115
• 365 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
çesine haklı ve meşrû gösterme... suçuna bu ümmet de bulaşmıştır. Üstelik
bu süreç Rasûlullah’tan kısa bir zaman sonra başlar ve sistemleşip günümüze
kadar devam eder.
Fâtiha sûresi, insanları yahûdilerle hıristiyanlarda açığa çıkan sapma
ve yanlışlıklara düşmekten sakındırarak biter. Böylelikle insanlara sırât-ı
müstakîme dâhil ve bunda dâim olmaları tâlimâtı verilir. Yine bu sûreyle,
kulun Allah’a olan duâsının nasıl olması gerektiğiyle ilgili pratik bir örnek
de verilmiş olur. Bütün bunların sonunda kula, burada verilen ilkelere itaat
kararlılığı içerisinde, içten yaptığı duâsının kabul olunacağı inancıyla
“âmin” demek düşer; çünkü Allah, kendisine içten gelerek yapılan samimi
duâları kabul eder, geri çevirmez. 1193
Sırât-ı müstakîm, istikamet üzere olan yol demektir. İstikamet; doğruluk,
dürüstlük, her çeşit işte i’tidal (denge) üzere bulunma, adâlet ve doğruluktan
ayrılmayıp yasaklardan sakınmak, İslâm’ın doğru yolu üzerinde
yürüme demektir. Dinin emrettiği vazifeleri, emrolunduğu gibi yapmaya
çalışan bir müslüman dosdoğru bir insandır. İstikametin karşıtı, hıyânettir
ki; doğruluğu bırakıp hak ve hukuka tecavüz etme, verilen sözde durmama
ve ahde riâyet etmeme demektir. Rasûl-i Ekrem bu konuda; “Allah’a iman
ettim’ de ve dosdoğru ol.”1194 buyurdu. “Yâ Rasûlallah, İslâm hakkında bana
öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiçbir kimseye sormayayım” diye
soran Süfyan bin Abdullah Es-Sakafî’ye de öyle cevap verdi: “Allah’a iman
ettim’ de, ondan sonra istikamet üzere yaşa/dosdoğru ol!” 1195
Mü’min, Allah’a gereği gibi iman ettikten sonra; gerek itikadda, gerekse
amelde dosdoğru olmak zorundadır. İmanda istikamet üzere olmak; şirkten,
küfürden, irtidaddan, ilhaddan, bid’at ve hurâfelerden tamamen uzaklaşmak,
onlarla her türlü ilişkiyi kesip bunları bütünüyle reddetmek demektir.
Davranışta istikametin önemini, “Emrolunduğun gibi dosdoğru hareket
et!”1196 âyetinde görüyoruz. Hz. Peygamber, Hûd sûresinin, özellikle bu sûredeki
“dosdoğru ol!” emrinin kendisini ihtiyarlattığını, saçlarını ağarttığını
belirtmiştir.
1193 Celâlettin Vatandaş, Esenlik Yurdunun Çağrısı, Pınar Y., s. 158 vd.
1194 Müslim, Kitabu'l-İman 13
1195 Tirmizî, Kitabü'z-Zühd 47
1196 11/Hûd, 112; 42/Şûrâ, 15
• 366 •
Ahmed Kalkan
İslâmî hareketin bel kemiği durumundaki müslüman gençliğin de günümüzde
en önemli problemi istikamettir. Bazen çok radikal; bazen çok
uzlaşmacı, bazen takvâ; bazen gevşeklik ve zikzaklar, yalpalamalar çağımız
insanının, müslüman olduğunu söyleyenlerin dosdoğru olamadığının göstergesidir.
Müslümanlar için gerçek gaye; Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Bu, dünya
ve âhiret mutluluğu demektir. Hedefe en kısa ve sağlam yoldan kavuşmak
ise, bütün müslümanların ortak arzusudur. Genel anlamda insanı, özel
mânâda da müslümanı, İlâhî hoşnutluğa ve gerçek mutluluğa aday kılan
Allah, peygamberi aracılığı ile kendisine giden doğru ve en kısa yolu tanıtmıştır.
Bu yol, hiç şüphesiz ki en doğru yoldur (sırât-ı müstakîm). Allah, bu
yolu İlâhî rızâya ve mutluluğa kavuşmak için vesile kıldığını ve ona uymak
gerektiğini çeşitli âyetlerle açıklamıştır. Bunlardan biri: “İşte benim doğru
yolum bu, ona uyun! Başka yollara uymayın ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın.
(Azâbından) korkarsınız diye (Allah) söze böyle tavsiye etti.” 1197
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “İstikamet üzere olunuz. Eğer istikametli
olursanız, o ne güzel bir şeydir. Amellerinizin en hayırlısı da namazdır.
Ve kâmil mü’minden başkası namazı muhâfaza edemez.”1198 İstikamete ve
kurtuluşa ermek için huşû içinde namaz kılmanın şart olduğunu unutmamak
gerekiyor. İstikamet üzere olmayı beceren muvahhid mü’minleri Allah
şöyle över: “Şüphesiz bizim Rabbimiz Allah’tır’ deyip, sonra dosdoğru
bir istikamet tutturanlar (yok mu), artık onlar için korku yoktur ve onlar
mahzun da olmayacaklardır. İşte onlar Cennet halkıdır. Yapmakta olduklarına
karşılık olmak üzere, içinde ebedî olarak kalıcıdırlar.”1199 “Şüphesiz bizim
Rabbimiz Allah’tır’ deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu),
onların üzerine melekler iner (ve derler ki:) Korkmayın ve hüzne kapılmayın,
size vaad olunan Cennet’le sevinin. Biz, dünya hayatında da, âhirette de sizin
velîleriniziz. Orada nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir. Ve istemekte
olduğunuz her şey de sizindir. Çok bağışlayan, çok merhamet edenden (Allah’tan)
bir ağırlanma olarak!” 1200
1197 5/En'âm, 153
1198 İbn Mâce, Kitabu't-Tahâre 4
1199 (46/Ahkaf, 13-14
1200 41/Fussılet, 30-32
• 367 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Fâtiha sûresini namazlarımızda defalarca okuyarak duâ ediyoruz: Gazaba
uğrayan yahûdilerin yaptıkları Allah’a isyan, Allah’a iftira, peygambere
ihanet, fuhuş, hırsızlık, hakkı gizleme, ateşle insanları yakarak işkence etme
gibi suçları çağdaş metotlarla tekrarlayanların yolunu bize verme yâ Rab!
İman, İslâm, kitap, peygamber, iffet, namus, izzet, adâlet, doğruluk, sadâkat
gibi kelimeleri hayatından çıkaran ve yerine bunların zıddını koyarak
insanları sapıtanların yolunu da bize verme yâ Rabbi diyoruz. Burada hiç
unutmamamız gereken husus şudur: İstiâne konusunu işlerken de gördüğümüz
gibi, kavlî/sözle duâdan önce fiili duâ gelmelidir. Çağdaş sapıklar ve
tâğutlarla, düzenbazlar ve onların düzenleriyle mücâdele etmeksizin onların
yolunu dille reddetmenin fazla bir anlamı olmayacaktır. Vaşington’a
giden uçağa bindiği halde, “yâ Rab, beni Mekke’ye ulaştır” diye duâ etmek
bir netice vermeyeceği gibi, bu istek sünnetullah’a da terstir ve Allah’la alay
etmek demektir.
Bu sûre, bize ayrıca İslâm’da tebliğ metodunun nasıl olması gerektiğini
de öğretir: Biz tâğuttan önce Allah’ı; küfürden önce İslâm’ı tanımalı ve tanıtmalıyız.
Sonra da tâğutun ve küfrün mantığını ve nasıl yıkılacağını yine
Kur’an’dan öğrenmeliyiz. Rabbimiz altı âyette kendisini ve kendi rızâsına
giden yolu bize tanıttıktan sonra bu yoldan sapanlardan olmamamız konusunda
bizi uyarıyor.
Dünyada devlete, âhirette Cennete çıkan bu sırât-ı müstakîmi Rabbimiz’den
istiyoruz. Gazaba uğrayanlarla sapıkların yolunu istemiyoruz. Yâ
Rabbi, diye milyonlarca kere duâ ediyor, âmin diyoruz. Mekke’ye, Kudüs’e
gidecek olursanız, önce araştırırsınız: Hangi şirket, hangi yoldan, kaç liraya,
kaç günde getirip götürür diye bilgi ve broşür edinirsiniz. Allah da (c.c.)
şöyle demiş oluyor: Siz şimdi doğru yolu; dünyada devlete, âhirette Cennete
götürecek sırât-ı müstakîmi mi istiyorsunuz? Buyurun: “Elif Lâm Mîm. İşte
bu Kitap, O’nda hiç şüphe yoktur. Müttakîler için doğru yolu gösterendir.” 1201
1201 2/Bakara, 1-2; Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 77-78
• 368 •
Ahmed Kalkan
Sırât-ı Müstakîmin Gerekleri
Sırât-ı Müstakîm’de olmak isteyenler açısından neler gerekli olmaktadır?
Bu soruya cevap vermeye çalışalım:
Sırât-ı Müstakîm’in gereklerini iki ana bölümde ele almak doğru olacaktır:
Sırât-ı müstakîmde olabilmenin gerekleri,
Sırât-ı müstakîmde devam edebilmenin gerekleri.
Hiç şüphesiz, her aklı başında insan kabul eder ki, istemekle ya da “ben
doğru yoldayım” demekle doğru yolda olunamaz. Bu oluş için gereken şartlar
yerine getirilmediği takdirde söz; kuru bir iddia ya da yalancı bir avunmadan
öte bir mânâ ifade etmez. Bu sebeple, nerede olduğumuzu yanılmadan
tesbit edebilmemiz ve görünüşe aldanmamamız gerekmektedir. Bunun
için de sırât-ı müstakîmde olabilmenin şartlarını önce bir tesbit etmeliyiz.
1- Sırât-ı Müstakîm’de Olabilmenin Gerekleri: Şartları, öncelikle âyet
ve hadislerden yararlanarak çıkarmalıyız:
a- İman 1202
b- Yöneliş: İkinci gereklilik; sırât-ı müstakîmde olmayı arzu etmek, bu
konuda yegâne hidâyet ediciye yönelmektir. 1203
c- Sünnet
d- Gönül Genişliği 1204
2- Sırât-ı Müstakîm’de Devam Edebilmenin Gerekleri
a- Takdir ve Şükür 1205
1202 22/Hacc, 22; 3/Âl-i İmran, 101; 4/Nisâ, 175; 16/Nahl, 104; 72/Cinn, 14; 4/Nisâ, 66-68
1203 13/Ra'd, 27; 29/Ankebut, 69; 5/Mâide, 16
1204 59/Haşr, 10; Buhâri, Edeb 73; Müslim, İman 111; 16/Nahl, 125
1205 7/A'râf, 43; 72/Cinn, 15-16; 2/Bakara, 5
• 369 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
b- Teyakkuz: Teyakkuz, tehlike ya da düşmana karşı uyanık ve hazırlıklı
olmak demektir. Gaflet etmemektir.
c- Dikkat ve Titizlik: Elindeki nimeti takdir eden kişi; çevrenin tutum
ve karşı çıkmasına aldırmamak, ne pahasına olursa olsun her hâl u kârda
nimeti elden çıkarmamaya dikkat göstermek görevindedir. 1206
d- Kıskanmamak: İlâhî nimetlerde tükenme korkusu bulunmadığı için
kıskançlık da câiz değildir. “Yalnız benim olsun” ya da “yalnız ben olayım,
yalnız ben kurtulayım” gibi sakat ve bencil düşünceye yer yoktur. 1207
e- İlâhî İrâde ile İrtibat (Duâ) 1208
“Ey Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize
katından bir rahmet ver. Şüphesiz bağışı çok olan Sensin Sen.” 1209
“Ey kalpleri halden hale değiştiren Allah’ım, benim kalbimi dinin üzere
dâim ve sâbit kıl!” 1210
“Bizi sırât-ı müstakîm’e ilet (ve onda dâim ve sâbit kıl!).” 1211 Âmin. 1212
İnsanın Asıl Sırat Köprüsü Dünyadadır
“Şüphesiz Biz ona (insana), doğru yolu gösterdik. İster şükreder, ister küfreder.”
1213 Soğuk ve sıcak, siyah ve beyaz, gece ve gündüz birbirlerine zıttır.
Tevhid ve şirk, iman ve küfür, mü’min ve kâfir de birbirlerine zıttır. Tıpkı
bunlar gibi, Allah yolu ile şeytan yolu, İlâhî nizamla beşerî nizam da birbirlerine
zıttır. Ve kâinatta her şey zıddıyla kaimdir. Bu zıtların yerlerinin değiştirilmesi,
dengenin bozulmasıdır. Hakkı bâtılın yerine, bâtılı da hakkın
yerine geçirmek, her şeyin alt üst olmamasına sebep olur.
1206 11/Hûd, 112; 5/Mâide, 105; 15/Hıcr, 40
1207 Taberâni, El-Mu'cemu's-Sağîr, II/50; Feyzu'l-Kadir, II/421; Kenzu'l-Ummâl, III/269
1208 40/Mü’min, 60
1209 3/Âl-i İmrân, 8
1210 Tirmizî, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13
1211 1/Fâtiha, 6
1212 İ. L. Çakan, Sırât-ı Müstakîm ve Yolcuları, Şamil Y., s. 153 vd.
1213 76/İnsan, 3
• 370 •
Ahmed Kalkan
Geçici âlemle, ebedî âlemin arasında sıkı bir münâsebet vardır. Her insan,
gideceği ebedî âlemin azığını, hazırlığını, hesabını, kitabını bu âlemde
yapar. Bu insana, baskı uygulanmadan, zorlanmadan iki yol gösterilir. Bu
iki yolda yürümede serbest bırakılır. Yolların vasıfları, çıkış ve bitiş yerleri
tek tek izah edilir. Hür irâdesini kullanarak, doğruyu tercih etmesi istenir.
Yürüyeceği yolun doğru yol olması, geçerli olabilecek yol olması şart koşulur.
Ve insan, anlatılanları dinledikten sonra kararını verir: Ya Allah’ın yolu,
ya da bâtılın yolu. Rabbimizin yolunun, doğru olan yolun adı: “sırât-ı müstakîm”
dir. Dünya, imtihan yeri olduğu için, bu yolda yürümek isteyenlerin
yolculuğunda dikkat edeceği hususlar vardır. Şâyet dikkatli bulunmazsa
ikaz ve irşadlara kulak vermezse, bu yoldan ayrılmış olması, başka yollarda
yolculuğunu sürdürmesi an meselesidir. Sırât-ı müstakîmin sağında ve solunda
birtakım bâtıl ve tehlikeli yollar olduğu gibi, bizzat bu yolda yürüyen
insanların önüne geçen, sağından, solundan kendisine yaklaşıp bâtıl yola
kaydırmak isteyen şeytan adlı düşman da vardır. 1214
Şeytanın âcil görevi, Allah yolunun yolcularını bu yoldan uzaklaştırıp
diğer bâtıl yollara kaydırabilme mücâdelesidir. Hadis rivâyetine göre, kıldan
ince, kılıçtan keskin bir köprü olan1215 “sırat köprüsü”, imanı ve ameli
geçerli olacak kullar için, üzerinde evlerin, sarayların yapılabileceği kadar
da geniş bir yol ve köprüdür. Yine, sırât’ın aşağısı ateştir, kavurucu bir ateş.
Ancak, bu köprünün üzerinden geçecek olan mü’minlerin taşıdıkları nur,
ateşi etkisiz hale getirebilecektir. Bilindiği gibi nûr ve nâr da birbirine zıttır.
Sırât köprüsü, değişik bir şekilde, fakat taşıdığı anlam itibarıyla dünyada
da vardır. Allah’ın yolu olan sırât-ı müstakîmle, cehennem üzerine
kurulmuş olan sırât köprüsü birbirine bağlıdır. Dünyadaki sırat, dünyanın
şartlarına; âhiretteki sırat da o âlemin şartlarına göre tanzim edilmiştir.
Fakat taşıdıkları hüviyet, maksat ve anlam aynıdır. Sırât köprüsü incedir;
sırât-ı müstakîm de ince bir yoldur. O yolda yürümek, sanıldığı kadar kolay
değildir. İnsanın önüne konulan yüzlerce yolu terk ederek, reddederek
sırât-ı müstakîmi tercih etmek, her kişinin kârı değildir. Üstelik o yollar,
insana daha câzibeli, daha gösterişli ve süslü, hevâ ve şeytanın teşviki ile
güzel gösterilen yollardır.
1214 7/A’râf, 16
1215 Tâc, 5/394
• 371 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Allah’ın yolunda yürüyen insanların yolculuklarına engel olmak isteyenler
o kadar çoktur ki, bu yolda yürümek, ateşten bir gömlek giymektir.
Elde ateş tutmaktadır bu yolda yürüyen; ateşi atsa sönecek; tutsa elini yakacaktır.
Fakat bu ateşin tutulması gerekmektedir. Zira ateş imandır, cennetin
bedelidir.
Sırâtın altında cehennem vardır. Sırât-ı müstakîmin sağında ve solunda
da ateşe atılmaya sebep olacak işlerden, yollardan oluşan bir hayat vardır.
Dünyanın âhirete giden bir yol olması gibi, sırât ve sırât-ı müstakîm de,
birbirine bitişen bir yoldur. Dünyada sırât-ı müstakîmde yürümeyenlerin
âhiretteki sırâtı geçmeleri mümkün değildir.
Yol, Allah’ın yolu, yolcular da Allah’ın kulu olduğu müddetçe, bu kervanı
hiçbir ses ve hiçbir kimse durduramayacaktır. Bâtıl dinler ve düzenler,
hak yolun altındaki ateşlerdir. Allah yolundan ayrılmak demek, dünya ve
âhireti yakacak bu ateşi tercih demektir. 1216
Yol ve Yolculuk Üzerine Düşünceler
“Bu dünyada bir garip gibi yaşa; yolcu gibi ol!”
Dünya iki kapılı bir han/otel; insan da yolcu. Hidâyet ve dalâlet adlı
iki yol var; birinin son durağı cennet, diğerinin de ateş. Yolcuyu yoldan,
yolu yolculuktan, yolculuğu menzilden ayrı değerlendirmek yanlıştır. Yolu
bilmeyenlerin, yoldan çıkmış ve bâtıl/yanlış yolda olanların hak yolun yolcusunu
anlamaları çok zordur. Yol hikâyesi okumak, kişiyi yolcu yapmaya
yetmez. Yolcuyu anlamanın en kesin ve kestirme yolunun yola çıkmak ve
yolcu olmaktan geçtiğini bilmeyenler, “dosdoğru yol”u ve “o yolun yolcuları”
nı anlayamaz. Sırât-ı müstakîm adlı o yol, insanlık tarihiyle yaşıttır ve
dünyanın sonuna kadar, yolun en sonuna kadar yolcuları bitmeyecektir.
Ömür biter, yol bitmez; ama her yol cennete gitmez.
Kutlu yolun sâdık yolcuları, yolunu kesmek isteyen eşkıyâlara karşı yol
silâhlarını yanlarından ayırmazlar; onlar, tüm şartlarda yürüyen kervanın
yolcularıdır. Onlar bilirler ki, yolcu yolunda gerek.
1216 Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, Ribat Y., s. 337 vd.
• 372 •
Ahmed Kalkan
Neticeye ulaşmak isteyen bir yolcunun, tüm dikkatini diğer yolculara
veya yoldan çıkanlara değil; yola vermesi gerektiğinin şuurundadır güzel
yolcu.
Yolculuk yapmak yerine, yola yatan, bir engele takılıp düştüyse kalkmak
için çabalamayan, yolun kendi bulunduğu şeridinin dışındaki şeritlerden
gidenlere çelme takıp tekme atan, yoluna devam etmeyi bırakıp yol, yolcu
ve menzil üzerine nutuk atanlar, doğru yolun dosdoğru yolcuları olma vasfını
kaybetme riskleri büyük olan, yoldan çıkmaya aday kimselerdir. Çıktığı
yolda kurallara uygun şekilde yarışan, yol arkadaşlarıyla yardımlaşabilen,
yola gelmeyen insanlara acıyıp yolun genişliğini ve güzelliğini onlara da
göstermeye çalışarak yolculuğunu bitiş noktasına kadar sürdüren insan,
yolun sonunda ödül almaya hak kazanacaktır.
“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol;
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”1217
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak;
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak.”1218
Dönülmez ufkun akşamlarına gelmeden ve yol yakınken, dosdoğru
yolun doğru yolcusu olarak yola düşmek, yola koyulmak yakışacaktır âhiret
yolcusuna. Yolda yorulmak normaldir, hatta yalpalayıp sendelemek de.
Ama düşe kalka da olsa yola devam gerek; yola yatıp yolu kapamak, diğer
yolculara da ihânettir. Yolu tıkamaktansa yoldan çıkıp başkalarına yol açmak,
menziline ulaşmak isteyenlere yol vermek, hiç değilse diğer yolcuların,
o yola baş koyanların bedduâsından kurtulmak demektir.
Başkalarını yola getirmek için, yola çağıranın öncü ve yolcu olması,
yola düşmesi şarttır. Yol göstermek için, yolu, yoldaki engelleri bilmek
ve yol haritasına sahip olmak da gerekecektir. Doğru yolu bulmak ve yoldan
çıkmamak için, rehbere ve yoldaki işaretlere uymanın olmazsa olmaz
önemde olduğu unutulmamalıdır. Dünya gurbetinde yol alan kişinin ana
vatanı ve baba ocağı cennete ulaşmaması için, kırk harâmîler yol başlarını
1217 Mehmed Âkif Ersoy, Safahat
1218 Necip Fâzıl Kısakürek, Çile
• 373 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
tutmuş, yolları kesmiş olsa da, yolsuzluk içinde yollanıp yolunu bulanlar,
yolu şaşırtmaya çalışsa da, yolcunun azığında takvâ var ise çıkış yolu ihsân
edecek, sırât-ı müstakîme hidâyet edecektir yolun sahibi.
Tüm yolsuzlukların ve yoldan çıkmanın sebebi, hak yoldan sapmaktır.
Her şeyin yolu yordamı olur da sonucu cennete çıkacak güzel yolun düzeni,
işaretleri ve kuralları olmaz mı? Asgarî ve âzamî hız belirtilmez mi? Çok yavaş
gidenin, doğru yolda zikzaklar çizen, hangi şeritte gittiği belli olmayan
yolcunun kazaya uğrama riski gibi; aşırılıkları seven sürat tutkunu insanların
da ulaşmak istedikleri yere sağ sâlim erişmeleri zordur. Sırat köprüsü
gibi uzun ince yolun, yolunca geçilmesi için, yoldaş ve yol arkadaşlarının
aynı yolun gerçek yolcularından seçilmesi gerektiğini unutmamalı yolcu.
Kalabalık yolda arabamıza yolcu çağırmaktır tebliğ. “Kalabalık yol” dedim.
O kadar çok araba var ki yolda… Kimi süslü-püslü, nefse hoş gelecek
görüntülerle döşenmiş, kimi modern mi modern. Bazı arabalar süratiyle,
bazıları kalabalık yolcularıyla aday yolcuları cezbediyor. Arabanın nereye
gittiği, çoğu yolcunun umurunda bile değil, kimi arabaların zikzak çizmesi,
bir km. ileri, 2 km. geri gitmesi de.
Arabalarına çeşitli yöntemlerle çağıranlar da çok. Otogarlardaki çığırtkanlar
gibi bazıları. Yaka-paça zorla kendi arabalarına bindirecekler neredeyse
yolcu adaylarını. Yarı yolda indirecek mi, kazaya kurban mı edecek,
şoför ehliyetsiz mi, hepsinden önemlisi araba hangi istikamete gidiyor, belli
değil.
Bazıları da yolun kapalı olduğunu, nice insanın yoldan geri döndüğünden
yola çıkarak tahminle karışık değerlendiriyor. Aslında kapalı olan, yoldan
kaçmaya çalışanın alıcıları. Yol almak isteyene yol açık, bahaneyi bırak
sen de yola çık.
Üzerinde Washington, ya da İsrail yazdığı halde “bu araba Mekke’ye gider”
diyen çığırtkanlar mı ararsınız, soyguncu şeytanla işbirliğinden sâbıkalı
şoförler mi, hepsi mevcut.
Bütün bunlar ve benzerleri sizi korkutmasın. Siz de arabanızı hazırlayın;
daha doğrusu Nuh’un gemisinin servis otosu için yolcu çağırmaya
çalışın. Aman ha unutmayın; ilk işiniz çok yolcu almaktan önce, tertemiz
arabaya leke sıçrat(tır)mamak.
• 374 •
Ahmed Kalkan
Sürat yapılmayacak yerdeki sürat, yoldakilerin üzerine çamur sıçratabilir
mümkün ki. Az önce çamura boyadığımız kişiyi hangi yüzle arabanıza
çağırabilirsiniz ki?! Yoldaki insanların niceleri yolcu olduğunun farkında
bile değil; istikametlerinin farkında olmadıkları gibi. Sanki kör ebe oyunu
oynuyor; önüne kim geçtiyse onu şoför olarak seçebiliyor. Körlere kılavuzluk
çok zor değildir, ama kör olduğunun farkında olmayan bakarkörlere,
sarhoşlara rehberlik ve onları gitmeleri gereken yere yönlendirmek zorun
da zorudur.
Yolda kalmışları, yoldan çıkanları, yanlış araba ve kötü şoför seçenleri
iknâ etmek kolay olmasa gerek. Başka şoför ve arabalarla uğraşıp boşa vakit
geçirme. Ezanı oku, ezandaki tevhidî dâvetle kurtuluş gemisine çağır
insanları. “Kurtuluş gemisi” dedim; bu, senin-benim derneğimiz, vakfımız,
radyomuz, dergimiz, partimiz, tarikatimiz, cemaatimiz… değil. Belki o
hüsn-i zanla biniyoruz o arabalara ve sırât-ı müstakîm yolcusu olduğumuz
konusunda hiç şüphemiz yok; olsun! Yolcuları veya yolcu olmadığını sanan
yolcu adaylarını başka bir beşerî tabelaya / çalışmaya değil; Allah’a dâvet
etmeliyiz, sadece Allah’a, O’nun yoluna (İslâm’a), O’nun kitabına; O’nun
peygamberinin yaptığı gibi.
“Şüphesiz bu Benim dosdoğru yolumdur, ona uyun. (Başka) yollara uymayın.
Zira o yol sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte (kötülükten) sakınmanız
ve takvâlı olmanız için Allah size bunları emretti.” 1219
“Sadece Bana ibâdet ve kulluk edin. Dosdoğru yol budur.” 1220
“De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben Allah’a çağırıyorum, ben ve bana
uyanlar aydınlık bir yol (basîret) iüzerindeyiz (kör bir saplantı içinde değiliz).
Allah’ı (ortaklardan) tenzih ederim. Ve ben şirk koşanlardan değilim.” 1221
Dünya hayatının nazenin yolcuları! Sizler için açılmış nice yollar var.
Fakat, bu yolların sadece birinden gitmeniz istenmiş sizden. Dünya hayatı
bir labirent gibi... Çıkış yolu bir tane... Aramak, bulmak lâzım. Bunun için
de labirenti kuşbakışı görebilecek yerde durmak gerek. Deneme yanılma
yoluyla da belki çıkış yolu bulunabilir. Fakat süreli bir arama içinde buna
1219 6/En’âm, 153
1220 36/Yâsin, 61
1221 12/Yusuf, 108
• 375 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
vakit yok. Öyleyse “yolcu yolunda gerek” uyarısına kulak verip, bizim için
açılmış doğru yolda, yola devam etmeliyiz. Gereksiz meşguliyetlerle yerimizde
saymak ciddi bir zaaf. Yolculuğumuzda tahribat oluşturacak tavırlara
göz yummak da bir fâcia. Gideceğimiz yolun tahrip olması bizim yürüyüşümüzü
zorlaştıracaktır. Hele yol kesicilerin güçlenmesine izin vermek
yolculuğu sekteye uğratacaktır. Onlarca yolsuzluğun yaşandığı dünyada,
ana yola (sırât-ı müstakîme) açılacak zeminler oluşturmalıyız. Şairin dediği
gerçeği haykırmalıyız. “Yol onun, varlık onun; gerisi hep angarya/ yüzüstü
çok süründün ayağa kalk ......”
Yol açmak... Ulaşılamayan nice köylere, nice insanlara, nice cevherlere...
Önder olmak, öncü olmak. Bize dosdoğru yolu açanın da bizden istediği
bu değil mi? İyi bir işte “çığır” açanların, arkasından gelenler kadar sevap
kazandığı müjdesini alıyoruz; tabii bunun tersi de mümkün.
Elbette merkeze ulaştıracak yolları açmak her zaman kolay olmuyor.
Bazen kazma kullanmak yeterli iken, bazen de buldozer ya da dinamit kullanmak
gerekebiliyor. Hiçbir yol açma görevlisi, karşılaştığı dağ gibi engellere
gelince “buraya kadar!” dememiştir, deme hakkı yoktur. Çözüm
bulmuş, meydan okumuş: “Dağlar seni delik delik delerim, kalbur alır toprağını
elerim” demiş, tünel açmış, köprü kurmuş; şehirleri kasabalara, kasabaları
köylere bağlamış, insanı insana kavuşturmuştur.
Bütün bu işleri beceren dünya hayatının nazenin yolcuları! Hemcinslerinizi
yoldan çıkarmaya çalışan, Yaradan’a götüren yolu tahrip eden yolsuzlara
karşı kullanacak kazmanız, buldozeriniz, dinamitiniz yok mu? “Yolcu
yolunda gerek”, eğleşmek size göre değil.
Yol açanların aynı zamanda yolculuğu kolaylaştıracak yürüyüş tarzı
geliştirmeleri gerekir. Zira sırat-ı müstakîm adlı ana yolun sahibi o yolun
yolcularına yolu kolaylaştırmıştır. Seçtiği yol önderi de “kolaylaştırın, zorlaştırmayın”
uyarısında bulunmuştur.
Açtığınız yollarda yürüyen yolculara, kendilerinin de yol açma sorumluluğunun
olduğunu; en azından açamıyorlarsa da, yolda yatıp eğleşerek
arkadan gelenleri oyalamamaları gerektiğini hatırlatın. Çoğu idealist yolcular
realist yolculara takılıp hızlarını yavaşlatmışlardır. Bu durumda yola
devam ederken yoldaşımızı da doğru seçmemiz gerekliliği ortaya çıkıyor.
• 376 •
Ahmed Kalkan
Yola çıkarken yalnız kalma tehlikesini de göze almalıyız. Eğer çevremiz,
korkaklar, tembeller ve zoru göze alamayanlardan müteşekkil ise bu tehlike
ile her zaman karşı karşıyayız. Ama yola sebatla devam edersek, A mıntıkasında
olmasa da, B mıntıkasında kendimize göre yoldaş bulma ümidi
vardır. Zira, dosdoğru yolun sahibi bizzat kendisinin yoldaşımız olacağını
vaad ediyor.
Her şeye rağmen yoldaşınızı çok iyi seçmek zorundasınız. Duygusallığa,
zaafa yer yok bu yolculukta. Yolcu ve yoldaş yolunda gerek.
Bugün yolunda gitmiyorsa işler, yolsuzlukla uğraşanlar ve bunların yolsuzluğuna
göz yumanlardadır suç. Küçük bir tahribatın onarılmaması gayya
çukurlarının oluşmasına sebebiyet verecektir. Yoldan sorumlu sorumsuzların
ihmali nasıl kazalara sebebiyet veriyorsa, ana yolun sahibine yapılan
haksızlıklara göz yumanların âkıbeti nasıl olacak?! Sırât-ı müstakîm
adlı doğru yol da bir tanedir, sahibi de. Kimse ortak olmaya çalışmasın. Bu
yolsuzluğu savunacak avukatlara da söz yok orada. Yoldaşlık ana yolun sahibine
göre değilse bu yoldaşlık külfet. Yolun sonunda hesaptan kurtulmak
için yoldaşını bile feda eder yolcu. Fakat nihai sonda yoldaş yoldaşa hiç
bir şey yapamaz. Ve o gün geldiğinde... Ana yolun sahibinin diğer yolları
ortadan kaldırdığı, yolcuları tek bir merkezde topladığı gün, o gün geldiğinde...
eğleşen insanlar yarışı kaybettiklerini anlayacaklar; kazanmak için
yeni arayışlar içine girecekler, ama... artık o engele ne kazma, ne buldozer,
ne dinamit...
Yolcu yolunda gerek...
Dosdoğru yolun sahibine doğru giderken her birimiz dönüşü olmayan
bir yola giriyoruz. Dünya yollarına benzemiyor. Bütün yollar Roma’ya çıkmıyor.
Bütün yolcularda Roma’ya gitmiyor.
Ey doğru yolun doğru yolcuları! Gerek yaya, gerek koşarak, gerek bineklerle
yola devam edin, ama sakın ha yolda çakılıp kalmayın, yolda yatıp
eğleşmeyin. Parsanın payı sadece size ait. Haydi koşun... Yolcu yolunda gerek.
Ne kadar yol koştunuz, ne de çabuk yoruldunuz? Daha gidilecek çok
yol var. Haydi yola!
Yolda giderken yürüyüşünüze de dikkat edin. Anayolun sahibi öyle istiyor.
Yolsuz yolcular gibi mağrurluk, zâlimlik, ayağınıza takılanı ezmek yok
bu yürüyüşte. Başı havada gitmek de yok. Yolda kalmışa iyilik yapacaksın,
• 377 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
yolcuya hakkını vereceksin, sağına soluna bakıp senden önceki yolcuların
bıraktıklarına bakıp tefekkür edeceksin. Ve anayolun sahibini her handa
zikredeceksin. Zira güzel yolculuğun referansı bu.
Yol ağzında, yol ayrımındayız; bitmek bilmeyen dünyevî işleri yoluna
koyma uğraşıları, bizi ana yolumuzdan etmemeli, burada misafir ve yolcu
olduğumuzu unutmamalıyız. Yoldan kalmamalı, yolumuza/hedefimize
bakmalıyız ki, yolumuzu gözleyenlerin gözleri yolda kalmasın.
Yol açıklığı ver yâ Rab! Bizi yolumuzdan etmek isteyenlere fırsat verme.
Bizi kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan dosdoğru yola hidâyet et;
yoldan sapmış ve gazaba uğramışların yoluna değil Allah’ım!
Dinin özünü öğrenmek istiyorsan; işte Fâtiha.
Yalnız Allah’a kul ol; denilmeden rûhuna el-fâtiha!
Fâtiha Sûresine Toplu Bakış ve
Günümüze Çıkarımlar
 بسم الله الرحمن الرحي
كَ نعْبُدُ  ۞ إِ يَّ   ۞ مَاِلكِ يوْمِ الدِّي نِ  ۞ الرَّ حَْنِ الرَّحِي ِ „ الَْمْدُ لَِّ رَبِّ اْلعَالَِ ي نَ
‹ مْ غَيْ ِ ‘ أَْنعَمْتَ عَلَيْ ِ   ۞ صَِاطَ اَّلذِي نَ  الصَِّاطَ اْلُسْتَقِي َ  ۞ اهْدِنَ „ كَ نَسْتَعِ ي نُ  وَإِ يَّ
„ مْ وََل الضَّاِّل ي نَ ‘ اْلَغْضُوبِ عَلَيْ ِ
ب سِْ adıyla : الَّلِ Allah’ın : الرَّ حَْن : Rahmân  الرَّحِي : Rahîm مَْدُ الْ hamd :
لَِّAِllah : içindir رَبِّ Rabbi : „ اْلعَالَِ ي ن : âlemlerin الرَّ حَْنِ Rahmân’dır :  : الرَّحِي ِ
Rahîm’dir مَاِلكِ : mâlikidir يوْمِ gününün :   الدِّي ن Din : كَ إِ يَّ yalnız Sana :
نعْبُدُ ibâdet ederiz : كَ وَإِ يَّ ve : yalnız Senden „ نَسْتَعِ ي نُ yardım dileriz :  اهْدِنَ bizi
ilet (bize hidâyet ver) : الصَِّاطَ yola :  اْلُسْتَقِي َ doğru : صَِاطَ yoluna :   اَّلذِي نَ
أَْنعَمْتَ nimet verdiklerinin : م‘ عَلَيْ ِ kendilerine : ‹ غَيْ ِ değil : مْ‘ اْلَغْضُوبِ عَلَيْ ِ
gazaba uğrayanların : „ وََلالضَّاِّل ي نَ ve sapıtanlarınkine :
• 378 •
Ahmed Kalkan
“Rahmân Rahîm Allah’ın adıyla. Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
O, Rahmân ve Rahîmdir. Din gününün/cezâ gününün mâlikidir/sahibidir.
Ancak Sana ibâdet/kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umar, yardım
isteriz (ey Allah’ım). Bize dosdoğru yolu hidâyet et/göster. Kendilerine nimet
vererek lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu, gazaba uğramışların
ve dalâlettekilerin/sapmışların yolunu değil!” (1/Fâtiha, 1-7)
Fâtiha Sûresi, önce gerçek anlamıyla hamd u senâya lâyık olan tek zât
olan Allah’ı dile getirir. Her şeyin O’nun eğitim ve terbiyesinden geçtiğini
hatırlatarak O’nun bütün evrenin tek yaratıcısı, tek Rabbi olduğu belirtilir.
O’nun rahmetini ifade eden güzel isim ve sıfatlarıyla vasfeder, o sıfatların
istismar edilmemesi için âhireti, ödül-ceza gününü gündeme getirir. Sonra
sadece O’nun önünde eğilip boyun bükülmesi, mutlak olarak sadece O’na
kulluk, ibâdet ve itaat edilmesi gerektiğini, O’nun dışında bu özelliklere
kimsenin hakkı ve liyâkati olmadığını gündeme taşır. İbâdet ve itaat için
gerekli olan yardımı ve sorumlulukların gereği ve dünyada yaşamanın sonucu
birçok sıkıntının giderilmesi ve ihtiyaçların karşılanması için yardım
talebenin, duânın yalnız O’na yapılması, bu yardımların en önemlisi sayılan
hidâyete erdirme ve hidâyette sâbit kılma talebini hatırlatır. Bu güzel
isteği en imrendirici, en ideal modellerle, örnek şahsiyetlerle verir ki; bu
kendilerine en güzel nimet verilmiş olanlardır. Nimeti de nerede ve hangi
özelliklerde aramamız gerektiği bildirilmiş olur. Tarihin hak-bâtıl mücadelesinden
ibaret olduğu, günümüz ve yarınlar açısından da bu hakikatin
değişmeyeceği gazap edilmiş ve sapıtmış insanların bu güzel modellerin
yoluna engel olmaya çalışacakları işaretiyle ortaya konulur. Azıp sapmış
insanların yolunu takip etmememiz hatırlatılırken bu konuda da Allah’tan
yardım istenmesi öğretilir.
Allah ile kul arasında bir tür sözleşme ve antlaşma olarak da değerlendirilen
Fâtiha sûresi Allah-insan ilişkisinin mâhiyetini ortaya koyar ve
bunun hangi kurallara bağlı olarak sürdürüleceğini öğretir. Ayrıca söz konusu
ilişkinin tek taraflı olarak sadece kulun gayretiyle değil; aynı zamanda
mutlaka Allah’ın hidâyet ve yardımıyla sağlanacağını vurgular. Sûrenin ilk
yarısı kulun Allah’a hamd ve övgüsünü, ikinci yarısı da onun Allah’tan İsteklerini
dile getirir.
Fâtiha sûresi, İslâm’ın tanımıdır. Fâtiha sûresinden yola çıkarak İslâm
dininin tanımı şu olmaktadır: “Gazaba uğratmadan, sapıklığa düşürme•
379 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
den, doğruca ve selâmetle Allah’a ve Allah’ın nimetlerine götürüp el-hamdü
lillâh dedirten ve bu temiz nimetlere tam selâmetle ermiş, gerçekten
mutlu ve övülmüş, İlâhî gazaba/öfkeye uğramamış ve sapıtmamış kimseler
tarafından takip edildiği tarih tarafından görülmüş ve tecrübe ile bilinen
büyük, düz, doğru, hak yol ve istikamet yoludur.” Bu dini kabul etmenin,
dindarlığın başlangıcı, ilk önce Allah Teâlâ’yı Allah’ın tanıttığı gibi tanımak
ve ona “İyyâke na’budu ve iyyâke nestain” diyerek Allah’tan başka ilâh olmadığına
tam bir şekilde söz verip antlaşma yapmak ve İlâhî emir ve yasaklara
riayet etmektir.
Demek ki istemek ve dindarlık bizden; din, şeriat ve doğru yolu göstermek
Allah’tandır. Ve bu hidâyet (doğru yolu göstermek) iki çeşittir. Biri
ilmî olan irşad, diğeri fiilî (pratik) olan Cenâb-ı Hakk’ın kuluna yardım
etmesidir. Yüce Kur’ân, ilmî irşadı istemenin cevabıdır. Fiilî olarak başarılı
kılmayı istemenin cevabı da, hayatı boyunca bütün davranışlarında hidâyet
kitabı olan Kur’an’a uymaktadır.
İşte İslâm dini böyle bir Allah kanunudur. Fâtiha bunu tanımlarken
mânâsını ispatlamak için gözlem ve tarihin şâhid olduğu nimet verilenlerin
olumlu yolu ve gazap edilmiş ve sapmışların olumsuz yolunu, yani tecrübeyi
göstermiş ve başka delil ve vesikaya bile ihtiyaç bırakmamıştır.
Bunda şüphe edenler, gözlem ve tecrübe ile sâbit olan örneği son peygamber
Muhammed Mustafa (s.a.s.) ile ashâbının bu sayede nâil oldukları
Allah nimetlerinin büyüklüğünü tarihte gözleri kamaşa kamaşa okuyabilirler.
Hidâyet esaslarını, doğruluk ve içten sevgi ile uygulayacak olan toplumların
tecrübe ile sâbit olan aynı sonuçları elde edeceklerinden şüphe
etmek için hiçbir gerekçe yoktur. İlim ve fen adına böyle bir şüphe ortaya
atmak, dün beni aydınlatan güneşin yarın aydınlatamayacağını iddia etmek
gibi, tümevarım kanununu inkâr etmektir. Fakat ilim ve fende, tecrübe ve
tümevarım kanununa pek büyük önem veren Avrupalılar bu önermeyi yerinde
yapmayarak fikirleri karıştırıyorlar. Çünkü İslâm dininin mâhiyetini,
kendi öz kaynağından araştırmıyorlar da; çöküş içinde yuvarlanan şimdiki
müslümanlarda arıyorlar. Hâlbuki gerçek, şimdiki zaman ile geçmiş zamanın
karşılaştırmasından çıkacaktır.
• 380 •
Ahmed Kalkan
O zaman görülür ki o doğru yol üzerinde gerçekten yürüyenlerle yürüyemeyenler
arasında büyük fark vardır. Doğru yoldan sapanlar ve tümüyle
yoldan çıkanlar vardır. Demek ki din, hak kanunudur, fakat din adına yapılanların
çoğu noksandır ve doğru değildir. İlim ve fendeki her hak kanunu
da böyle değil midir? Meselâ iyi matematik bilen bir adam günlük işlemlerinde
o hesabı yapmaya üşenir de bildiğini uygulamazsa kabahat matematiğindir
denebilir mi? Ve meselâ pis mikropların zararlarını bilen kimse
sokaklarda gezdiği ayakkabılarla oturduğu veya yattığı odanın içine kadar
girmeyi alışkanlık haline getirirse, sonunda etkisinde kalacağı felaketten
koruyucu hekimlik ilmini sorumlu tutmaya hak kazanabilir mi? İnsanlar
kendilerini hakkın kanununa uydurmakla yükümlü iken, o hak kanununu
kendilerine uydurmaya çalışırlarsa kusur o kanunun değil, o insanın
olur ve zararına da kendisi katlanır. Allah’ın gazabı, bunu bilerek yapanlar
içindir. Bilmeyerek yapanlar da sapıklardır. Bunlar da sonunda o âkıbete
mahkûmdur. Ne yazık ki, asrımız insanlarında özellikle din hususunda
Hakk’ın kanununu kendilerine uydurmaya çalışma gibi ahmaklıklar gözlenebiliyor.
İlim, fen ve sanayideki bu kadar ilerlemelere rağmen bütün dünyada
insanlığın sıkıntılarının genel bir şekilde gittikçe artmasının sebebi de
budur. Bu sıkıntıları, ancak doğru yolda yürümek kesebilir.
Kur’an’ın ana konusu da tevhiddir. Fâtiha sûresi de tevhidin esaslarını
içeren bir sûredir. Tevhid genel olarak üç kısımda ele alınır: Allah, nübüvvet
ve meâd (âhiret). İlk üç âyet, Allah’tan, O’nun sıfat ve özelliklerinden
bahseder. Dördüncü âyet (“Mâlik-i yevmi’d-dîn”) âhiretten; 7. âyet de nübüvvetten
bahsetmektedir: “Kendilerine nimet verilenler”in başında peygamberler
gelmektedir.1222 Bu sûrenin mealinden bile rahatça anlaşılabileceği
gibi, sûre bütün önemli konuları direkt veya dolaylı ele alıyor; Kur’an’ın bir
özeti ve önsözü olarak açılış sûresi şeklinde başa geçiriliyor. İleriki sûrelerde
genişçe açıklanan esaslar, bu sûrede özetlenmiş, işaret edilmiş veya
çağrışım yoluyla göz önüne getirilmiştir.
Fâtiha’da temel ilkeler açık bir şekilde ortaya konmuştur. Kur’an’ın bütününde
sunulan mesajın özüdür Fâtiha. Fâtiha, açan demektir. Vahye açılan
kapı demektir Fâtiha. Vahyin tümünün anlaşılabilmesi için bu sûrenin
çok iyi kavranması gerekir. Kur’ân’a Fâtiha ile başlanır. Namaza Fâtiha ile
girilir. Her hayırlı iş bu pırlanta anahtarla açılır ve açılan kapılar arkasın-
1222 4/Nisâ, 69
• 381 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
daki karanlıklarda bu ışık kaynağı ile aydınlanır. Bu itibarla ona her şeyin
başı, esası, anahtarı mânâsında “Fâtiha” denilir.
Fâtiha sûresini, işlediği konu itibarıyla üç bölüme ayırabiliriz:
Tevhid inancının işlendiği âyetler (Besmeleyle ilk dört âyet)
Tevhid inancının uygulanmasının işlendiği âyet (5. Âyet)
Tarih boyunca Tevhid mücadelesinin işlendiği son iki âyet
“Rahmân, Rahîm Allah’ın adıyla.” (1. âyet)
Besmele, İslâm’ın bir şiarı/sembolü ve her iyiliğin anahtarıdır; helâl
olan bir işin göstergesidir besmele; çünkü haramlara besmele çekilmez.
Kur’an’ın ana konusu ve temel vurgusu, insanla Rabbi arasındaki kulluk-
ilâhlık münasebetidir; Rubûbiyet ve ubûdiyet alâkasıdır. Besmele de bu
alâkayı ifade eden kulluk ilânıdır. Bu ilişki, Rahmân ve Rahîm olan Allah
ile kul arasında sevgiye, merhamete dayalı olan derûnî münasebeti ifade
ederken, kulun da itaat ve teslimiyetini göstermektedir. Yapılan bir iş Allah
adıyla yapılınca hem işi yapan, hem yapılan iş bir anlam kazanıyor. Besmele,
eylemlere bilinç katıyor, yapılan iş, Allah’ın ismiyle ve O’nun izniyle
yapılmış oluyor. Böylece insan, İslâm dışı her şeyden soyutlanmış, uzaklaşmış
oluyor. Besmele, bütün iyiliklerin, tüm güzelliklerin O’ndan olduğunu
kabul edip O’nun müsaade ettiği şeylerin O’nun adıyla yapılması sâyesinde
daha da güzelleşeceğini anlamaktır.
Bir müslüman besmele çekmekle, “nefsim veya başka bir varlık adına,
tâğut adına değil; Allah adıyla, O’nun rızası için ve O’nun izniyle başlıyorum.”
demek ister.
Kur’an’a besmele ile başlarken, kullarına rahmet, acıma, lütuf ve bağışlaması
sonsuz olan Allah’ı hatırlıyoruz. Kur’an’ın nüzûlünün bu sonsuz rahmetin
bir yansıması olduğunu düşünüyor ve bu büyük nimeti anarak O’na
hamdimizi, şükrümüzü vurguluyoruz. Sadece Kur’an okurken değil; insan
ve evren kitaplarını okurken, hayat mektebinde öğrencilik ve öğretmenlik
yaparken de besmele şuuruna uygun davranmalıyız. Tüm eylemlerimizin
dünyada O’na yaraşır, âhirette de O’nun rızâsını kazandırır özelliklerde olmasına
gayret etmeliyiz.
• 382 •
Ahmed Kalkan
Besmele, Allah’la yapılmış bir sözleşme gibidir. Allah, Rahmân ve
Rahîm sıfatlarıyla bize merhametle muâmele edeceğini vaad ediyor; biz de,
imtihan için bize verilen irâdeyi istismar etmeyeceğimizi ve O’nun ilkelerine
bağlı kalacağımızı besmeleyle kabullenmiş oluyoruz. Besmele, Allah’ın
tesbit ettiği kulluk programını kabul etmektir. Besmele çeken kul, şöyle demiş
olur: “Yâ Rabbi, şu an, kulluk maddelerinden birini işleyeceğim. Senin
ismini anıyor ve iznini istiyorum.”
Haramlara besmele çekilmez. Allah’ın isminin anılamayacağı haram
davranış ve eylemleri terk etmek zorunda kalır besmele şuuruna sahip bir
mü’min. Unutulmamalıdır ki, haram olan eylemlerde besmele çekilmez.
Kâmil bir müslüman da, besmele çekemeyeceği bir işi yapmamaya özen
gösterir. O yüzden, besmele insanı eğitir, terbiye eder, kötülüklerden uzak
tutar. Çünkü besmele çeken bir kimse, ağzından çıkan ifade ile yaptığı eylem
arasında bir paralellik kurmak zorunda olduğunu, eliyle dilinin birbirini
yalanlamaması gerektiğini düşünür. Besmele, kötülük ve haramları
işlemeye hakkımız olmadığını bize hatırlatır.
Bismillâh, “Önce Allah” deyip, O’na danışmak, yapacağımız herhangi
bir işte Allah’ın onayını istemektir. Allah’ın adını her şeyin önüne geçirip
yüceltmektir. Müşriklerin putlar adına yaşamaları ve onlar adına iş yapmalarına
karşılık, biz Allah adına yaşayacağımıza, O’nun adıyla iş yapacağımıza
söz vermiş oluyoruz. Bu yüzden, dilimiz “Allah’ın adıyla” derken,
diğer organlarımız da aynı şeyi söyleyebilmelidir. Bu ise, her şeyimizle
O’nun ölçülerine uygun olarak yaşamakla mümkündür. Aksi takdirde dilimiz
“Allah’ın adıyla” derken; elimiz, ayağımız şeytan veya Allah’ın dışında
başkaları adına iş yaparsa bu, tevhidle bağdaşmaz.
Bir mü’min, her eyleminin başına besmeleyi yerleştirmekle laik mantığa
en büyük protestoyu yapmış olur. Besmele, insanın Allah’la iş yapması,
Allah’ı işine karıştırmasıdır. Dolayısıyla besmele; ateizmi, materyalizmi, laisizmi
reddir. Bu manada besmele, İslâmî dünya görüşünün anahtarı mesabesindedir.
Laik dünya görüşü “besmelesiz” olmaktır. Laik olmakla olmamak
arasındaki fark, besmeleli olmakla olmamak arasındaki fark kadardır.
Besmeleli yapılan iş, meşrûiyetini Allah’tan alır ve meşrû işlere besmele
çekilir. Besmelesiz işlerse şeytana lâyıktır.
• 383 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
İslâm kültürü, bir kimsenin her işe Allah adı ile başlamasını gerektirir.
Eğer bu bilinçli bir şekilde ve samimiyetle yapılırsa şu üç güzel sonucu
doğuracaktır: Birincisi, bu, kişiyi kötülükten uzak tutacaktır. Çünkü, Allah
ismi onun, kötü bir niyeti veya yanlış bir davranışı O’nun adını anarak yapmaya
hakkı olup olmadığı konusunda düşünmesini sağlayacaktır. İkincisi,
kişi meşrû bir işe başlarken Allah’ın adını anarsa, onun her hareketi tabiatıyla
Allah’ın rızasına uygun yapılmış olur. Üçüncüsü, o kişi Allah’ın yardım
ve nimetiyle karşılaşacak ve şeytanın aldatmalarından korunacaktır. Çünkü
kim Allah’a yönelirse Allah da ona yönelir.
“Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (2. âyet)
Hamd, nimet veren olması hasebiyle nimet veren zât’a ta’zimi ifade
eden bütün fiilleri yapmaktır. Allah, hamd edin demeyip, hamdin Allah’a
ait olduğunu beyan etmiştir. Aksi takdirde, kullara güçlerinin yetmeyeceği
şeyi onlara emretmek olurdu. Fakat “el-hamdu lillâh” deyince bunun anlamı,
insanlar yerine getiremeseler de hamd Allah’ın hakkıdır, demek olur.
Fâtiha sûresinin besmele’den sonraki ilk âyetinde, her türlü övgünün,
âlemlerin Rabbi Allah’a özgü olduğu belirtilir. Öyleyse iyiliği, güzelliği ve
mükemmelliği ifade eden kıymet ne olursa olsun, “iman ve övgü” bu özellikleri
sergileyen nesnelere değil, onlarda bunca güzelliği işleyen Allah’a
olmalıdır. Allah, yarattığı evrenin güzelliğinin ve ihtişamının insan tarafından
tasdik edilmesini istemekte; hak ettiği övgüyü ve teşekkürü de ona bir
sorumluluk olarak yüklemektedir. Gerçekten de bunca nimetlerin karşılığı
nankörlük olmamalıdır. Çünkü bütün varlıklar Allah’ı yüceltmekte, O’nun
varlığını, birliğini ve sonsuz cömertliğini belgelemektedir.
Hamdin şükürden daha genel ve daha zengin anlamı vardır. Hamd,
en geniş anlamda şükürdür. Hamd etmek yerine “şükretmek” diyemeyiz.
Çünkü biz, ancak kendimize yapılan bir iyiliğe karşı şükreder ve teşekkür
ederiz. Hamdetmek için ise, iyiliğin sadece bize ulaşması gerekli değildir.
Şükretmek, kişiye ulaşan bir iyiliğin, bir nimetin karşılığıdır. İyiliğin başkasına
ulaşmış olması da hamdetmek için yeterlidir. Çünkü hamd, kişisel
ve basit menfaatler karşılığı ifade edilen bir övme değildir. Evrensel ve küllî
değerlere duyulan hayranlığın bir ifadesidir. Kişisel yararlarımıza ters düşen
durumlarda da hamd edilebilir ve edilmelidir. El-hamdü lillâh diyerek,
kişi kendi adına Allah’a hamdettikten başka, O’nun nimetine kavuşan bü•
384 •
Ahmed Kalkan
tün varlıklar adına da aynı vazifeyi yerine getirmiş olur. Allah’a hamd, her
hal ve şartta; şükürse bize ulaşan nimetler karşılığında yapılır. Bu yüzden,
fazlalaşmasını istediğimiz şeyler için şükrederiz.
Hamd, maddî nimetlere yapıldığı gibi, daha çok mânevî nimetlere karşı
yapılır. Nimetlerin en büyüğü de imandır. Kitab’ımızın hamdle başladığını
unutmamak, iman ve hidâyet gibi nimetlere sahip olduğumuzu, başka
problem ve eksiklerin çok da önemli olmadığını, dilimizle ve tebessümümüzle
hamdi devamlı taşıyarak gösterebiliriz.
Fâtiha sûresi aynı zamanda bir duâdır. Duâ, bize doğru yakarış şeklini
öğretmesine işaret etmek bakımından Allah’a hamd ile başlıyor.
İstek ve arzumuzu birdenbire hiçbir giriş yapmadan ortaya koyamayız.
Başlamanın en iyi yolu, duada yöneldiğimiz zatın yüce konumunu, nimetlerini
ve üstünlüklerini sergilemektir. Bu nedenle duamıza, Allah’a hamd ile
başlarız. Çünkü O, bizim koruyucumuz ve tüm üstünlüklerin mükemmele
eriştiği varlıktır. O’nun Yüceliğini kabul ettiğimizi ve O’nun bize verdiği
sayısız nimetlere karşı şükretttiğimizi göstermek için Allah’ı ta’zim ederiz.
Şu noktaya da dikkat edilmelidir: “Hamd Allah’adır” ve “Hamd yalnızca
Allah içindir.” Bu ayrım çok önemlidir: Çünkü bu, O’nun yaratıklarından
herhangi birine ibâdet etme durumunu ortadan kaldırır. Yaratıklardan
hiçbiri hamde lâyık olmadığı için, hiçbiri ibâdete de lâyık değildir. Hiçbir
insan, hiçbir melek, hiçbir peygamber, hiçbir ilâh, hiçbir yıldız, hiçbir put,
kısacası O’nun yarattıklarından hiçbiri, bizatihi (kendi başına) iyi niteliklere
sahip değildir. Eğer yaratıklardan biri iyi bir niteliğe sahipse, bu Allah
tarafından verilmiştir. O halde bağlılık, ibâdet ve şükür O’nun yaratıklarına
değil, bu nitelikleri Yaratan’a lâyıktır.1223
Hamdetmek, şükretmek; iyimser olmaktır. Hayata güzel ve olumlu
pencereden bakabilmektir. Mutlu olabilmek, mutluluk elbisesi giymektir
hamd. Şikâyetçi ve karamsar karakterlerin kararttığı karanlık insanların
dünyasını ancak hamd şuuru aydınlatabilir. Hamdedenlerden kıldığı için
hamd olsun O Hamîd’e.
1223 Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an
• 385 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Elhamdü lillâh” diyen insan, sahip olduğu nimetle yetinerek daha çok
kazanma hırsını frenler. Çünkü hamd, şükrü de içine almaktadır. Hamd ve
şükür, kişinin yeterlilik duyduğunu ifade etmekte ve onu harekete geçirmektedir.
“Rabbi’l-alemîn” diyen insan, elde edemediklerine karşı hırsını ve elde
ettiklerine karşı cimriliğini disipline etmiş olur. Böylece şehvet ve lezzetlerin
peşinden koşmanın belası da ondan uzaklaşmış olur. Çünkü her şeyi
yaratan, besleyip büyüten ve terbiye edenin Allah olduğunu söyleyecek kadar
asil bir ruha sahip olan insan, hırslı ve cimri olamaz. Kendini aşağılayacak
şehvetin peşinden koşamaz.
“Rahman, rahim ve mâliki yevmi’d-dîn” diyen insan, bu bilinciyle gazab
ve öfkesini yenmiş olur. Yüce Allah’ın, rahman sıfatı gereği çalışana vereceğini
bilen insan, başkasına çeşitli nimetlerden dolayı haset etmez. Başkalarına
sahip oldukları nimetlerden dolayı haset etmeyeceğinden, düşmanlık
duygulan da beslemez. Çünkü bu insan bilir ki, Allah rahmetini layık olanlara
verir. Rahîm diyen insan, Allah’ın merhametinin farkındadır. İnsanlara
karşı daima merhametli davranır. Merhamet onun ahlâkî erdemlerinden
biri haline gelir, Başka bir ifadeyle, Allah’ın merhamet sıfatını anan insan,
kendi merhamet duygusunu kabartıp dalgalandırmış olur. Allah’ın rahmeti
ve merhameti onun ruhuna yansımış olur.
Arapça”Rab” kelimesi şu anlama gelir: a) Melik ve Mâlik, b) Kefil olan,
Rızık veren, İhtiyaçları karşılayan, Koruyucu, c) Hükümran, Kanun koyan,
Yöneten ve Düzenleyen. Allah, tüm bu anlamlarıyla âlemlerin Rabbi’dir.
Kur’an’da Rab ismi, sonsuz kudreti ile her şeyi idaresi altına alan, yöneten,
terbiye eden ve bunları yapabilecek kudrete mâlik olan Allah anlamına
gelmektedir. Ayrıca, Rab ismi, her şeyi idare eden, koruyup gözeten, hâkimiyeti
altında bulunduran ve gerçek Rab olan Allah’a, O’nun rubûbiyet bağına,
mutlak tevhid ve tam bir kulluk şuuru ile bağlanmayı da ifade etmektedir.
Allah’tan başkasının hükmünü hüküm edinmemek, O’nun dinini her
şeyden üstün tutmak, bütün mahlûkatı O’nun mutlak hâkimiyetine teslim
olmuş bilmek, Allah’ı gerçek Rab olarak tanımak demektir.
• 386 •
Ahmed Kalkan
Allah’tan başka hiçbir rabbin, otorite kaynağının olmadığı, O’nun bütün
evreni, bilinen ve bilinmeyen, makro ve mikro planda bütün âlemleri
yaratmakla kalmayıp ihtiyaçlarını giderdiğini, eğitip terbiye ettiğini açıklıyor
bu âyet. O’ndan başka rab yoktur. Tek Rab O olduğu için, onlar üzerinde
tek yetki sahibi de O’dur. Bilginleri, din adamlarını, İsa’yı (a.s.) rab
edinenler şirk koşmuşlardır.1224 Demek ki, kim olursa olsun, aşırı yüceltip
Allah’a eş, benzer kabul etmek, o kimseyi rab yerine koymaya kalkmaktır.
O, bütün insanların Rabbidir,1225 bütün âlemlerin Rabbidir.1226 “De ki: ‘Allah
her şeyin Rabbi iken ben O’ndan başka rab mi arayayım?”1227 Tevhid anlayışı
evrenseldir. Çünkü tevhidin öngördüğü Rab, bütün varlıkların Rabbidir.
Sakat veya sağlam, gözü olan-olmayan nice varlıklara rızık veren O’dur.
İnsanın hizmetine sunulan sayısız nimetler bize Rabbimizi tanıtıyor. Bütün
âlemler, tüm varlıklar; Rabbini tanıyor, O’na itaat ve kulluk ediyor.1228 Bizim
de fıtratımızda Rabbi tanıyıp kabul etmek ve O’na ibâdet etmek var. Kur’an
bize Rabbimizi tanıtıyor.
İnanmayan insanlar, eğer güçsüz (müstaz’af) iseler, çevrelerindeki rab
taslaklarından birini rab olarak kabul ederler. Bu kula kulluk ve rab kabulü,
çok farklı şekillerde ortaya çıkar. İnançsız ve güçsüz kişi, bazen özgür
irâdesiyle, bazen reklâm ve aldatmacalarla kandırılarak, bazen tâğutların
zorlamalarıyla piyasadaki rablerden birine veya birkaçına boyun eğer. Piyasada
tedâvülde bulunan çeşit çeşit rab(!) vardır. Müzik ilâhından tutun,
fuhuş tanrısına, futbolcudan tutun, artiste, yöneticilere kadar. Demokrasi
var: Herkes istediği tâğutu, beğendiği putu seçmekte serbesttir. Allah’a gerçekten
inanıp teslim olmayanlar, eğer kendilerinde güç ve otorite vehmediyorlarsa,
başka bir Rabbe boyun eğmezler; kendileri rablik taslarlar.
Kur’an’da nehyedilen rablik, Allah’a mahsus olan bir sıfatı O’nun dışında
başkalarına vermek demeye gelen rabliktir. Terbiyesinde Allah’ı dışarıda
bırakan bir terbiyecinin terbiyesini kabul, Allah dışında bir Rabbi
kabulle eş tutulmuştur. Ancak mutlak mürebbî olan Allah’ın ilkeleriyle terbiyecilik
yapmak, isterse bu terbiye mânevî değil de; besleyip büyütmekten
1224 9/Tevbe, 31
1225 114/Nâs, 1
1226 1/Fâtiha, 2
1227 6/En’âm, 64
1228 41/Fussılet, 11
• 387 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
ibâret maddî bir terbiye olsun, bu sınıfa girmez. Ortada Allah’la iddialaşmak
yoksa orada terbiye eden de, terbiye edilen de suçlanamaz. 1229
“Âlemlerin Rabbi”: Evrende büyük bir nizam, uyum ve yardımlaşma
göze çarpmaktadır. Karada, denizde, dağda, ormanda yaşasın; bazı canlıların,
diğer canlılar aleyhine aşırı üremeleri söz konusu değil. Bütün canlılar,
intizamlı şekilde çoğalıyorlar. Erkek-dişi oranları da, bütün hayvanların
yaşadığı yerlerde en uygun tarzda. İnsanların erkek ve dişi oranları da, akıl
almaz şekilde her ülke ve her yerleşim biriminde birbirine oranlı. Büyük bir
düzen göze çarpıyor. Gökte eksiklik, aksaklık yok; yerde, “tabiat kanunları”
denilen, bizim “sünnetullah” demeyi tercih ettiğimiz Rabbin kanunları
tıkır tıkır işliyor. Dünya, içindekilerle birlikte en güzel misafirhane olarak
yaratılıp insanın hizmetine verilmiş. Bütün bunlar Allah’ın âlemlerin Rabbi
olmasının birer örneği.
“O, Rahmândır, Rahîmdir.” (3. âyet)
O Rahmândır, rahmeti çoktur, merhameti bitmez tükenmez. O Rahîmdir,
rahmeti süreklidir. Allah’ın Rahmân olması, Rahmet olan Kur’an’ı1230
öğretmesiyle çok ilgili bir konudur. “Rahmân Kur’ân’ı öğretti, insanı yarattı.”
1231 Rabbimizin Rahmân ve Rahîm olması, O’nu Rab kabul eden insanların
da birbirlerine karşı merhametle dolu olmalarını gerektirir. Aralarındaki
ilişkinin merhamet üzerine olması icap eder.
Mutlak mânâda en mükemmel şekliyle merhamet sadece Allah’ta vardır.
Bu iki sıfat da gerçek mânâda sadece Allah’a aittir. Allah’ın rahmeti her
şeyi kuşatmıştır. Hamd, Rahmân ve Rahîm olan zâtadır.
Rahmet, Allah’ın hâkim, kuşatıcı ve değişmez tavrıdır. Bunun en açık
belirtisi, inkârcıları hemen cezalandırmayıp onlara fırsat tanıması, günahkârların
tevbelerini kabul etmesi, Hesap gününde herkese yaptığının tam
karşılığını vermesidir. Bunun için cennet O’nun rahmetinin eseri, cehennem
ise adâletinin tecellisidir. Ancak Allah’ın rahmeti, gazabından fazladır
ve her şeyi kuşatır. Bu rahmetin dışında kalan hiçbir varlık yoktur. Yeter
ki insan, İlâhî rahmete mazhar olmak için Allah’ın rahmet kapısını çalsın.
1229 12/Yûsuf, 23
1230 16/A’râf, 64
1231 55/Rahmân, 1-3
• 388 •
Ahmed Kalkan
“Din gününün/cezâ gününün mâlikidir/sahibidir.” (4. âyet)
Din günü, yani âhiret, bir mü’minin hiç aklından çıkarmaması gereken
bir konudur. Yaptığı bütün eylemlerini âhireti hesaba katarak yapar veya
terk eder. Çünkü o inanır ki, yaptığı bütün amellerden hesaba çekilecektir.
1232
Allah din günün sahibi olduğu gibi, aynı zamanda dünya hayatının
da tek sahibi, tek egemen gücüdür: “Yerin ve göklerin mülkü (egemenliği)
O’nundur. Çocuk edinmemiştir. Mülkünde (egemenliğinde) ortağı yoktur.
Her şeyi yaratmış ve belli bir ölçü koymuştur.”1233 Tevhid toplumunda mülk/
egemenlik yalnız Allah’a aittir. Kaynağı İlâhî olmayan hiçbir egemenlik,
hiçbir otorite meşrû değildir, mü’minleri bağlamaz. Otorite yalnızca Allah’ındır.
Çünkü her şeyin Rabbi O’dur; göklerin ve yerin mülkü O’nundur
ve O, mülkünde/egemenliğinde ortak tanımaz.
Bu dört âyette tevhid dininin üç temel ilkesi karşımıza çıkıyor: Evrensellik,
rahmet ve adâlet. Allah Teâlâ, sûrenin başında Rahmân ve Rahîm
olduğunu belirtip çok merhametli olduğunu ifade etmekle bizi sevindirimişti.
Ne varki insanlar her zaman sevginin yönlendirmesiyle yetinmiyor,
Allah’ın sevgisini istismar edebilen insanlar da çıkıyor. İnsan eğitiminde
sevdirmenin yanında cezalandırmanın da yeri vardır. Yüce Allah “din gününün
sahibi olduğunu” hatırlatmakla azap ve cezasını da hatırlatmış oluyor.
Allah’ın merhameti bol olduğu gibi azâbı da çetindir. Bu İlâhî dengeyi
gözeterek ümit ve korku arasında yaşamalıyız.
Allah’ın, din (hesap) gününün sahibi olduğunun belirtilmesiyle, O’nun
merhamet ve bağışlayıcılık özellikleri hiç kimsenin, O’nun Kıyamet Günü’nde
gelmiş ve geçmiş bütün insanları toplayacağı ve herkesten yaptıklarının
hesabını soracağı gerçeğini unutmasına neden olmayacaktır. Bu nedenle
bir müslüman, Allah’ın sadece merhametli değil, aynı zamanda âdil
olduğu gerçeğini de hiç bir zaman unutmamalıdır. Bununla birlikte Allah,
dilediğini bağışlama ve dilediğini cezalandırma yetkisine sahiptir. Çünkü
O’nun her şeye gücü yeter. Bu nedenle âkıbetimizi iyi veya kötü kılma yetkisinin
O’nun elinde olduğu konusunda kesin bir inanca sahip olmalıyız.
1232 99/Zilzâl, 7-8
1233 25/Furkan, 2
• 389 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Kişi ve toplum hayatında yaşanan olumsuzlukların temel sebeplerinden
biri de, insanların âhiret inancından ve Din günü bilincinden yoksun
olmalarıdır. Eğer iyiliğin ödüllendirileceği, kötülüğün de cezâlandırılacağı
gerçeği zihinlerden silinirse, insanların günahlı bir hayat sürmeleri kaçınılmaz
olur.
İşte Din gününde, insanın yaptığı bütün işler (ameller) tartılıp değerlendirilecek,
onların gerçek kıymeti belirlenecek ve insanın gerçek kişiliği
bütün netliğiyle ortaya çıkacaktır. Tabii ki bütün bunlar yapılırken hiç kimseye
adaletsiz davranılmayacak ve kimsenin hakkı yenmeyecektir. Öyleyse
insan, Allah’a döneceği, sonra herkesin kazancının kendisine eksiksiz geri
verileceği ve hiç kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı o Gün’ü aklından çıkarmamalıdır.
“Ancak Sana ibâdet/kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umar, yardım
isteriz (ey Allah’ım).” (5. âyet)
İbadet: Kulun Allah’a boyun eğmesi, itaat etmesi, O’na karşı küçüklüğünü
kabul etmesi demektir. Allah’ın sevdiği, emrettiği, kabul ettiği ve râzı
olduğu bütün gizli-açık amel ve sözler ibâdettir. Bunlardan bazıları; iman,
islam, ihsan, dua, korkmak, umut etmek, tevekkül etmek, ummak, gönülden
saygı duymak, yönelmek, yardım istemek, sığınmak, yardımına çağırmak,
kurban kesmek, adak adamak, hükmüne teslimiyet göstermek, namaz
kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, hacca gitmek, tevbe-istiğfar etmek vs.
dir. İbadet türlerinden herhangi birini Allah’tan başkasına veya Allah ile
beraber bir başkasına yapmak şirktir.
Yapılması sevap olan, Allah’a yakınlık ifade eden, yalnız O’nun emirlerini
yerine getirmiş olmak ve rızâsını kazanmak niyetiyle yapılan, her türlü
harekete ibâdet dendiği için hayat yolunun bütünüdür ibâdet. Namaz, oruç
gibi ibâdetler, insanın azığını ikmal ettiği, enerji depolanan istasyonlardır.
Azık bittikçe ve yolcu, önündeki istasyona her uğrayışında yeni bir enerji
ve azık aldığı duraklardır namazlar, oruçlar. Bu dinde ibâdet anlayışı ve
yolu geniş kapsamlıdır. İnsanların ibâdet diye isimlendirmekte birleştikleri
birtakım taabbudî sembollerle sınırlı değildir.
• 390 •
Ahmed Kalkan
Bu semboller -bütün önemlerine rağmen- farz kılınan ibâdetin sadece
bir parçasıdır. “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, ibâdetlerim, hayatım
ve ölümüm ortağı olmayan Rabb’ul âlemîn Allah içindir. O’nun hiçbir
ortağı yoktur.”1234 Yani ibâadet; her ânı, her işi, her fikri, her duyguyu kapsıyor.
“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım.”
1235 Cinlerin ve insanların yaratılış hedefi Allah’a ibâdete hasredildiğine
göre, hayatın bütününü ölünceye kadar sadece şeklî farzlar doldurabilir mi?
Bu, ancak ibâdetin hayatın her yönünü kapsaması durumunda gerçekleşir.
Allah’ın yapılmasını istediği şeyleri yapmak da, yasakladığı şeylerden kaçınmak
da Allah’a kulluk etmektir, ibâdettir.
Arapça “İbadet” kelimesi üç anlamda kullanılır: a) Tapma ve bağlılık; b)
Boyun eğme ve itaat etme; c) Hükmü altına girme ve kulluk yapma. Burada
bu üç anlama da gelir; yani: “Biz yalnız Sana ibâdet ederiz, yalnız Senin
kulların ve köleleriniziz.” “Yalnız Sen’le bu tür bir ilişki içindeyiz” ve “Bu üç
anlamıyla da Sen’den başka hiç kimseyi mâbud kabul etmiyoruz.”
İman eden ve İslâm’ı din edinen bir insan için en önemli iş, inancın
gereğini, yani “ubûdiyyet görevini” yerine getirmektir. Çünkü, insan olarak
yaratılmanın amacı ve özgür bir hayata doğmanın tabii sonucu, Allah’a
ibâdettir.
Allah’ın belirlediği ve râzı olduğu şeyleri yapmak ibâdet; O’nun yaptığına
râzı olmak da ubûdiyyettir. Bunun için, “Allah’ın buyruklarına uymak,
yasaklarından sakınmak ve rızasını kazanmak niyetiyle yapılan her işe”
ibâdet denir. Görüldüğü gibi ibâdet, İslam’ın doğruluk ve değer ölçülerine,
Kuran’ın belirleyici ve birleştirici ilkelerine göre yaşamaktır.
İbâdet, imanın uygulanması, hak ve doğru kabul edilen esasların günlük
hayata taşınması olduğundan, Allah katında sevap kabul edilen her iş,
yapılmış olmayı gerektirir. Yalnız istek halinde kalıp davranış alanına çıkmayan
duygu ve düşünceler taat olsalar da ibâdet değillerdir. Bunun içindir
ki ibâdetlerin başı olan imanda bile sadece kalbin tasdiki ile yetinilmemiş,
ayrıca dil ile ikrar da gerekli görülmüştür. Bunun yanında niyetsiz yapılan
1234 6/En'âm, 162-163
1235 51/Zâriyât, 56
• 391 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
işler de ne olursa olsun ibâdet sayılmaz. Bu durumda niyetsiz yatıp kalkmak
namaz olmadığı gibi, niyet etmeden aç durmak da oruç değildir.
Türkçede çokça kullanılan “tapmak ve tapınmak” kelimeleri, “ibâdet”in
tam karşılığı olamaz. Bunlar, daha çok, şuursuzca bir itaati belirtmek için
“puta tapmak” ve “Haç’a tapmak” gibi yerlerde kullanılırlar. Hâlbuki “ibâdet”
kelimesi, niyet ve şuur bakımından “tapmak” kelimesinden çok farklı
bir anlama sahiptir. Bunun için “Sana ibâdet ederiz” yerine, sadece Türkçe
olsun diye “sana taparız” demek, doğru değildir. Zirâ Allah’a inanıp O’nun
dışında diğer bir takım varlıklara tapmak tevhid değil, şirktir. İşte bu gerçeğe
dikkat çekmek için, insanın Allah’a hitabını dile getiren bu ayette, “Sana
ibâdet eder senden yardım isteriz” denmemiş, “yalnız Sana ibâdet/kulluk
ederiz ve sadece Senden yardım dileriz” denmiştir ve bununla, şirkten ısrarlı
biçimde sakınmak gerektiği mesajı verilmiştir. Çünkü tevhidin ihlâl edilmesinin
ve bölücü ayrılmaların temel nedeni, şirke açık olmaktır.
Kuran’da ibâdet kavramı, Allah’a imandan O’nun iradesine uygun olan
her türlü ahlâkî ve doğru davranışa (sâlih amele) kadar bütün iradeli eylemleri
ifade etmektedir. Şu halde ibâdet, sadece belli zaman ve mekâna
bağlı, nasıl yapılacağı kesinleşmiş ritüellerden ibaret değildir. Bu doğru
davranış, günlük hayatın bütün alanlarında gerçekleşebilir.
İbâdet, Allah ile insan arasındaki mânevî bağı korur, insanın Allah’a
olan saygısını diri tutar, kişiyi kötülüklerden uzaklaştırıp kendine yabancılaşmasını
ve toplumdan kopmasını önler. Görüldüğü gibi yapılan ibâdetlere
Allah’ın ihtiyacı yoktur, bunlara ihtiyacı olan, insanın kendisidir. Hemen
hatırlatalım ki ibâdetler önemini işlevlerinden alırlar; onlar, kişinin ıslah
çizgisinde kalmasını sağladıkları oranda anlamlı ve önemlidir. Değinilen
işlev sıfır noktasına indiği andan itibaren bu önem de ortadan kalkar.
Allah’tan başkasına ibâdet; insan, cin, melek, şeytan, atalar, liderler, hükümdarlar,
bilginler, veliler, sâlih kişiler gibi canlı ve cansız varlıkları ilâh ve
rab kabul etmek, onlara Allah’a isyan konusunda itaat etmek, boyun eğmek,
duâ edip yalvarmak, kurban kesmek, kulluk etmek, secde etmek, eğilip saygı
göstermek, Allah yerine mâbud edinilen kimselerin emir ve yasaklarına,
helâl ve haramlarına, prensip ve sistemlerine uymak anlamlarına gelir. Allah’tan
başkasına ibâdet etmek, Allah’ın varlığını kabul etmemek anlamına
gelmez.
• 392 •
Ahmed Kalkan
O yüzden, Allah’a ibâdet edebilmek için Allah’ın varlığını, yeri göğü
yaratttığını, rızık verdiğini kabul etmek yeterli değildir. Allah’ı bir tek ilâh
olarak kabul etmek, O’ndan başka canlı ve cansız hiçbir varlığa tapmamak
ve tâğutu reddedip ona kulluk yapmamaktır.
“İyyâke na’budu = yalnız Sana ibadet ederiz” demekle, insan kibrini
ortadan kaldırır ve böylece şirkten kurtulmuş olur. Gönlündeki şirk tortularını
bu ifadeyle fırlatıp atar. Böylece gönlünü gizli ve aşikâr şirkten temizlemiş
olur. Allah’ın huzurunda acizliğini ve O’na karşı kulluğunu ifade
etmekle kendi gururunu, yani kibrini ayaklar altına almış olur. Çünkü
kibir, Allah’a kulluk yolunu tıkamakta, insanın kendi kendine tapmasına
sebep olmaktadır.
“Ve ancak Senden yardım isteriz, sadece Sana duâ ederiz.” Bu âyetin önemi,
kulluğun sadece Allah’a yapılmasını ve yardımın sadece Allah’tan talep
edilmesini istemesinden ve emretmesinden kaynaklanmaktadır.
Duâ, kişinin kendi acziyetini kabullenmesi ve duâ edip yardım istediği
zâtın her şey kadir bir güç olduğuna inanmasıdır. İnsanın kendi kendine
yeterli olmadığı, her an başka bir şeye muhtaç olduğu apaçık bir gerçektir.
Müstağnîlik duygusu, sadece psikolojik ve nefsî bir duygudur. Yoksa,
gerçekte insan müstağnî bir varlık değildir. İnsanın müstağnîliği, sadece
şımarıklıktan kaynaklanır. O, sürekli yaratıcısına muhtaç olan, O’nsuz yapamayan
ve O’nsuz bir değeri olmayan bir varlıktır. Allah’la irtibatı kesik
olan insan, Allah’ın karşısında bir “hiç”tir; bir “şey” değildir. “De ki: Duânız
olmasa Rabbim size ne diye değer versin?”1236 Gerçek böyle olduğu halde,
yani insan istese de istemese de zorunlu olarak Allah’a muhtaç olmakla beraber
amaç; bu “muhtaç”lığı bilinçli olarak fark edip yaşamak, şuur haline
dönüştürmektir.
Demek ki insan, duâsız bir hayatın Allah katında değeri olamayacağından
hareketle kendine değer katmak, varlığını anlamlı kılmak ve Allah
katında bir “hiç” yerine, bir “şey” olmak için duâ etmeli. Yoksa bizim duâmızla
Allah’ın değeri artmaz; sadece bizim değerimiz artar. Çünkü O’nun
değerli oluşu kendi zatındandır. Değerli olması bir başka şeye bağlı değildir.
İnsan, duâsıyla değerlidir. İnsan Allah ile tanışık olmanın, dost olmanın ve
1236 25/Furkan, 77
• 393 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
O’na kul olmanın şerefi için duâ etmeli, duâ ile iç içe olmalıdır. Yoksa insan,
Allah ile arasındaki ilişkiyi tamamen koparıp atsa geriye kıymetli hiçbir şey
kalmayacaktır. İnsan, Allah ile beraber ancak bir değer ifade eder ve insan
Allah’a yakın olduğu derecede insandır.
İnsan, kendi sorumluluğunu bütünüyle yerine getirdikten sonra, istediği
neticeye ulaşmayı engelleyebilecek şeylerin aşılması hususunda Allah’tan
yardım isteyebilir.
İbadetten maksat, âtıl kalmak değil, aktif olmaktır. Hayata olumlu biçimde
katılıp yapılması istenen vazifeleri yapan insan, Allah’ın yardımına
mazhar olma liyakatini kazanır. İşte açıklamasını yaptığımız âyette önce
“Yalnız sana kulluk ederiz.” Sonra da “Sadece senden yardım dileriz.” buyurularak
bu gerçeğe dikkat çekilmiştir. Öyleyse bir şeyi elde etmeden önce,
onu bize kazandıracak vasıtalara başvurmamız gerekir. Çünkü Allah’tan
göreceğimiz yardım ve destek buna bağlıdır.
İnsanın Allah’a hitabını dile getiren bu ayette, “ben” yerine “biz” lafzı
kullanılır. Bu ifade tarzı, insanın sözü dinlenen bir kişi olmasının, onun
vahdet (birlik) şuuruna erişmesi ve bunu gerçekleştirmesiyle mümkün
olabileceği mesajını verir. Şu halde Müslümanların, Allah’tan görecekleri
yardım ve destek, kendi aralarında birliği sağlayıp birleştirici gücü bulmalarına
bağlıdır. Çünkü vahdet, Müslümanların, İslam’ın temel esasları etrafında
birleşip bütünleşmelerini ve kurtarıcı birliğe kavuşmalarını sağlayan
temel vasıtalardan biridir. Tefrikanın zaafı ve çirkinliği, vahdetin (birliğin)
gücü ve güzelliği ile yok edilebilir. Bunun içindir ki her mü’min şahsiyet,
kendi benliğinde bütün insanlığın bir temsilcisi olma şuurunu taşımalı ve
Allah’la münasebetinde bu şuuru sürekli canlı tutmalıdır.
İlâhi irade, yeryüzünde İslam’ın hakimiyetini sağlayacak bir toplumun
bulunmasını gerekli gördüğünden Kuran, tevhid ilkesine bağlı, adalet ve
doğruluk üzerine kurulmuş bir ahlâk toplumunu varlık alanına çıkarmayı
gaye edinmiştir. Zaten İslami yaşayışın, açık bir hayat gerçeği olarak ortaya
konulması, böyle bir toplumun varlığına bağlıdır.
İslam ümmeti (toplumu), dini bütünüyle kabul eden, İslam’a aktif biçimde
bağlanıp onu uygulayan, farklı etnik yapıları kendi sosyal düzeni
içinde bir araya getiren evrensel bir toplumdur.
• 394 •
Ahmed Kalkan
Burada millet olma şuurunu veren temel özellik, her şeyin üstündeki
İslam kardeşliğidir. Demek ki Müslümanların arzu edilen İslami hayatı
gerçekleştirebilmeleri, yeterli kollektif takva gücünü elde edip bütün imkânlarını
İslam için birleştirmelerine bağlıdır. Aksi halde İslami hükümlere
dünyevi hâkimiyet kazandırılamaz ve İslam’ı bütün etkinliğiyle hayata taşımak
mümkün olmaz.
Bu ayet, vahdeti sağlayan ve İslam toplumunun oluşmasında çok önemli
bir işleve sahip olan kurumların gereğine de işaret etmektedir. Bilindiği gibi
hiçbir inanç ve görüş, kendine özgü kurumları oluşturmadan kalıcı olamaz
ve sosyal bir sistem haline gelemez. Dinin pratik anlatımı, sosyal bir boyut
kazanmadıkça da vahdet sağlanamaz. Bu nedenle Müslümanlar İslam’ı
önce kendi benliklerinde hayat ve şahsiyet haline getirmelidir. Ancak bununla
yetinmeyip ayrıca İslam inancının yaşanmasına ve sosyal bütünleşmenin
sağlanmasına etkili olan kurumları da mutlaka hayata geçirmelidir.
Kur’an, bir taraftan uluhiyyetin tekliğini ilan eder diğer taraftan da
kulluğun birlik ve beraberliği, yani vahdeti gerektirdiğine dikkat çeker. O,
bütün Müslümanlardan tevhid yolunda yürümelerini, ayrılığa düşmemelerini,
İslam’ı tüm ilgilerinin merkezi yapıp onu hayata taşımak için birlikte
çalışmalarını ister. Çünkü Müslümanların İslam çizgisinde yaşama imkânı
bulmaları buna bağlıdır.
Vahdetin yolu ve disiplini Kur’an’dır. Tefrika da bu asıl kaynağa aykırılığın
ifadesidir. Tefrikanın temelinde ise, hâkim ve zâlim güçlerin, Müslüman
toplumlar üzerinde sürdürdüğü siyasi egemenlik yatmaktadır. Nitekim bugünkü
siyasi harita, İslam toplumlarının siyasi gücünün parçalanmışlığını
yeterince gözler önüne sermektedir.
Vahdet (birlik) fikri, teoride çok geniş bir kamuoyu desteğine sahip bulunmakla
beraber Müslümanlar arasındaki birlik teşebbüsleri pratikte başarısız
kalmaktadır. Bugünkü haliyle de böyle kalmaya mahkûm görülüyor.
Bunun böyle olmasının temel nedeni, Müslüman ülkelerden hiçbirinin, diğerlerini
İslam’ın hâkim kılınması konusunda bir dayanışma ve kaynaşma
içine sokacak güçte olmamasıdır. Müslümanların dağınıklığı ve bu dağınıklıktan
kaynaklanan zaafları, onları kendi dışlarında oluşan politikalardan
birini kabul etmeye zorlamaktadır.
• 395 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
Bu durum karşısında yapılması gereken iş, Kuran’ın vahdet çağrısına
uyarak etkili biçimde teşkilatlanmaktır. Eğer bu oluşum gerçekleştirilebilirse
hem Müslümanlar birleşme ve dayanışma imkânına kavuşurlar hem
de güçlü çıkar gruplarının etkisinden kurtulmuş olurlar. Aksi halde Müslümanlar,
İslam’ı hayata sokmak istemeyen hâkim güçlerin kuşatmasından
kendilerini kurtaramazlar. Şu halde: “(Ey Rabbimiz!) Yalnız Sana kulluk
ederiz ve sadece senden yardım dileriz” diyerek Allah’a yalvaran Müslümanların,
söylediklerini yapmayan kitlelerin durumuna düşmemeleri için, Kuran’ın
ilke ve hedeflerinde fiilen birleşmeleri gerekir. 1237
“Ve iyyâke nesta’în = ve yalnız Senden yardım dileriz.”
Sadece Allah’a sığınan ve yardım dileyen kimse, kendini yetersiz gördüğü
için, kendini beğenme psikolojisinden kurtulmuş olur. Kibir ve kendini
beğenme gibi olumsuz duygulardan sıyrılan insan, Allah’tan bekleyeceği
şeyler için dua etmeye yönelir.
“Senin yardımını diliyoruz, çünkü senin âlemlerin Rabbi olduğunu, her
şeye kaadir olduğunu ve her şey üzerinde hükümran olduğunu biliyoruz.
Bu nedenle, istek ve ihtiyaçlarımızın karşılanması için yardımını isteyerek
Sana yöneliyoruz.”
“Bize dosdoğru yolu hidâyet et/göster.” (6. âyet)
Sınırsız rahmet sahibi Allah’ın sayısız nimetleri yanında, O’nun “ceza
günün sahibi” olduğu da vurgulanıyor. Durum böyle olunca, kul, hayrı ve
kurtuluş çarelerini araştırmakla mükellef olmuştur. Kulun, bu durumda
kendisini doğru yola iletecek ve sırât-ı müstakîmi gösterecek bir kılavuza
mutlak sûrette ihtiyacı vardır. Bu rehberliği yapmaya onun yaratıcısından
daha uygunu yoktur. Öyleyse O’na sığınmalı, O’na dayanmalı ve “yalnız
Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım isteriz” diyerek O’na yönelip seslenmelidir.
Lutfu ile, kendisini doğru yola, yani hakkı hak bilerek ona tâbi
olmayı ihsan ettiği kimselerin yoluna iletmesini istemelidir.
Fâtiha sûresinden öğreniyoruz ki, mü’minlerin Allah’tan ilk ve en
önemli isteği hidâyettir. “Nesteıyn”de ilk hedefimiz Allah’ın yardımı oluyor.
Allah’ın yardımını celbeden bir apaçık yola hidâyet isteği, yardım di-
1237 Fahreddin Yıldız
• 396 •
Ahmed Kalkan
lemelerin en önemlisi ve ilk sırasında olduğu anlaşılıyor. En önemli yardımın
da O’nun doğru yoluna hidâyet olduğu böylece belirtilmiş oluyor.
Mevdûdi diyor ki: Bizim istediğimiz “doğru yol”, “senin nimet verdiğin ve
desteklediğin kimselerin takip ettikleri yoldur.” Bu, “nimet verilen kimselerin”,
yeryüzünün geçici nimetlerinden yararlandıkları halde sapan ve Allah’ın
gazabına uğrayan kişiler olmadıklarını göstermek içindir. Gerçekten
kendilerine nimet verilen kimseler doğru yaşayışları nedeniyle kurtuluşa
erenlerdir. Bundan da anlaşılacağı üzere “nimetler” kelimesi ile zalimlerin,
Firavunların, Nemrudların ve Karunların bile yararlandıkları ve bugün de
doğru yoldan sapan, birçok kötü işlerle uğraşan kimselerin yararlandıkları
bu dünyanın geçici faydaları değil, doğru bir şekilde yaşamanın ve Allah’ın
rızasını kazanmanın sonucu olarak bahşedilen hakikî ve sürekli nimetler
kastedilmektedir.
“Bizi dosdoğru yolu göster” diyoruz. Yani, “Hayatın her safhasında bizi
doğruluğa iletecek yolu bize göster, bizi hatalardan, kötü akibetlerden koru
ve sonunda bizi başarıya ulaştır.”
Bu, kulun Kur’an okumaya başlamadan önce Allah’tan istediği şeydir.
Kul Allah’a kendisini hayatın her döneminde bilgi eksikliğinden kaynaklanan
şüphe ve kararsızlık labirentlerinden koruması ve doğru yola iletmesi
için dua eder. Kul aynı zamanda Rabb’inden, bunca sapık yol arasından
kendisine hayatta doğru yolu göstermesini diler.
“İhdina’s-sırâta’l-mustakîm = Bizi doğru yola ilet.” Dikkat edilirse, kişi
sadece kendini düşünme yerine, başkalarını da düşünmekte ve duasına
diğer insanları da katmaktadır. Bu tarz bir dua, insana bencilce davranmamanın
erdemini vermekte ve öğretmektedir. Kendisi için yaptığı duaya
başkalarını da katma eylemi, kâmil insan olmanın üst basamaklarına tırmanmanın
göstergesi olmanın yanı sıra, ferdî şuurun sosyal şuura dönüşümünün
de ifadesi olmaktadır. Başkalarının iyiliğini düşünmek, din eğitimi
ile sağlanmak istenen önemli bir gelişmişlik düzeyidir. İnsanları, sadece
kendilerini düşünen fertler olmaktan çıkarıp, onların sosyal şuura katılan
bireyler olmalarını temin etmek, eğitim açısından önemli bir basandır. Bu
tip bir bilinç, insanın gönlünden şeytanı çıkarıp, oraya insanı koyma gücünün
elde edildiğinin göstergesi olmaktadır. Şeytanı gönlünden çıkarıp,
oraya insan sevgisini koyma erdemi, Fâtiha sûresinin pedagojik etkinliğine
işaret etmektedir.
• 397 •
Fat i ha Sûre s i Te f s i r i
“Kendilerine nimet vererek lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin
yolunu, gazaba uğramışların ve dalâlettekilerin/sapmışların yolunu değil!”
(7. âyet)
Kendilerine nimet verilenler peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerdir.
1238 Allah’ın nimetleri iki çeşittir:
Genel nimet: Mahlûkatı yaratması, onlara rızık vermesi, onların dünyada
hayatlarını belirli bir zaman devam ettireceği ve ihtiyaçlarını elde edebilecek
yollar göstermesi gibi nimetlerdir.
Özel nimet: Hak eden kullarına hidâyet etmesi, onları imanla eğitmesi,
imanda muvaffak kılıp sebat etmelerine yardımcı olması gibi hidâyetle ilgili
hususlardır. Hayırda başarılı kılıp şerden korumasıdır. Bu nimet, yalnız Allah’a
O’nun istediği gibi yönelen, şirkin her çeşidinden kaçıp yalnız Allah’a
kulluk ve ibâdet edenler içindir.
“Kendilerini nimetlendirdiklerinin yoluna.” Fâtiha sûresinin bu ayetini
duaya dönüştüren insan, hangi insan tipini örnek alması gerektiği bilincini
kazanmış demektir. Bu ifade, eğitimin gelişigüzel yapılmadığının, amacının
belli olduğunun bir göstergesidir. Fâtiha’yı iyi anlayan insan, model
insanların kimler olacağının farkındadır. O model insanlar, ilahî eğitimden
geçmiş, belli sıfatlar kazanmış ve Allah katında belli bir yere gelmişlerdir.
Eğitimde örnek alma ve örnek edinme olguları çok önemli bir yer tutmaktadır.
Özellikle gençlerin kimleri model aldıkları bilinirse, o toplumun değer
anlayışı, gelişmişliği ve manevî olgunluğu iyice tesbit edilebilir.
“Gazaba uğrayan ve sapıtmışlann yoluna değil.” Bu ifade, müslüman bir
insanın, olumsuz ve çıkmaz olan yolların neler olduğunu bildiğini göstermektedir.
Hayatın olumsuz yönlerini insana anlatmak, tanıtmak ve bu bilinci
kazandırmak, eğitimin en başta gelen görevlerinden biridir. Allah’ın
kimlere gazap ettiğini ve kimlerin sapık yola düştüğünü bilen bir insan,
bilinçli ve ahlâkî davranışı kazanmanın büyük bir yüzdesini halletmiş demektir.
Bu bilinç olmadan, ahlâkî davranış, tesadüfîlikten kurtulamaz. Sosyal
ahlâk da, tesa-düfî davranışlar üzerine oturamaz ve sürekliliğini sağlayamaz.
1239
1238 4/Nisâ, 69
1239 Bayraktar Bayraklı
• 398 •
Ahmed Kalkan
“Kendilerine nimet verilenlerin yoluna” denilerek, Allah nimeti kendisine
nisbet etmiş, tüm nimetlerin, tüm hayırların Kendisinden olduğuna
işaret etmiştir. Devamında “gazaba uğrayanların ve sapıtanların yoluna
değil” denilerek gazaba uğramak ve sapıklık gibi şer olan şeyleri Kendisine
değil; bunları hak edene nisbet etmiştir. Hayır ve şerri yaratan Allah’tır;
fakat şer insanlardandır. Hayır ve şerri yaratan ancak Allah’tır. Fakat hayra
rızâsı olduğu halde, şerre yoktur. Kaldı ki hayır ve şer dediğimiz, yapılan
işin, işlenen fiilin Allah’ın emir ve rızâsına uygun olup olmamasıyla ilgili.
Yani, fiilin kendisiyle değil; sıfatıyla alâkalı. Konuşma, görme, işitme, yürüme...
hepsi birer fiil, Hayır olsun şer olsun bütün bu fiilleri yaratan Allah’tır.
İşlenen fiil, İslâm’a uygun ise hayır; aksi halde şer olur. Zaten Allah’ın birliğine
iman eden bir insan, O’nu bütün bu işlerin, bu fiillerin tek yaratıcısı
olarak bilmiş olmuyor mu?
Allah için yapılan her amel hayır; bunun dışındaki ameller ise şerdir.
Kul, Allah Teâlâ’nın yarattığı imkânları, emirlerine uygun olarak kullanırsa,
hayır; emrinin aksine kullanırsa şer olur. Bunlardan herhangi birini seçmek
ve yapmak, kulun yetkisindedir. Eğer kötülüğü yapmak imkânına sahip olmasaydı,
elbette yapamazdı. Şu halde yaratılan, aslında hayır ve şer değil;
bunların yapılmasına elverişli imkânlardır.
Daha önce Allah’ın lutfuna mazhar olup da kıymetini bilmeyerek hidayete
ermişken tekrar dönerek gazabına uğrayanların ve şaşkın sapıkların
yoluna iletmemesini istiyor her Fâtiha’yı okuyan mü’min. Çünkü bunlar
haktan sapan veya hakka ulaşmak istedikleri halde ona ulaşamayan kimselerdir.
Bir yönüyle bu bâtıl insanların yoluna tâbi olmama konusunda
Allah’ın yardımını isterken, diğer yönüyle istikameti bozacak bu durumdan
sakınıp Hıristiyan ve yahûdilerin izinden gitmeyeceğine, onlara tâbi
olmayacağına dair Allah’a söz vermektedir. Kendisinin de gazab edilmeye
yol açacak veya sapıttıracak bir çizgi üzerinde olmaması, atmalar ve katmalarla
dini kendi inanç ve amellerinde tahrif edecek hususlardan kaçınması
gerektiğini değerlendirecektir.
* * *
Fâtiha Sûresi ile İlgili Sınav Soruları
(Cevaplanması gereken toplam 50 soru bulunmaktadır. Her soru, 100
üzerinden 2 puandır. 3 Yanlış, 1 doğruyu götürür.)
1) Güç ve kudret sadece Allah’a mahsustur. Âlemleri yaratan, düzenleyen
ve yöneten tek ve mutlak varlık Allah’tır. Yaratılan her şeyin varoluş ve
hayat sebebi sadece O’dur. Bu nedenle; aşağıdakilerden hangi kavram, sadece
Allah’a has kılınıp başka hiç bir kimseye ya da varlığa yöneltilemez?
a- şükür b- rica c- hamd d- minnet
2) Câhiliyye devrinde ve modern çağda müşrikler, bazı putları ve güçleri
Allah’a yaklaştırmada ve Allah’ın yardımını talep etmede aracı olarak
düşünüp inanırlar. “Ancak Sana ibâdet eder, kulluk yaparız ve ancak
Senden yardım isteriz.” âyetinden yola çıkarak, aşağıdaki şıklardan hangisi
yanlıştır?
a- Kulluk ve ibâdet sadece Allah’a yapılır.
b- Yardım sadece Allah’tan istenir, duâ sadece O’na yapılır.
c- Allah’a ulaşmak için aracı kullanılamaz, aracı olunamaz.
d- Duâ ederken, bir büyük zâtın “yüzü suyu hürmetine” demek, Peygamberimiz’in
sünnetidir.
3) Fâtiha sûresinde “Din günü” kavramıyla ifade edilen “âhiret”le ilgili
olarak aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
a- Âhiret inancı, hemen bütün din ve düşünce sistemlerinde de mevcuttur.
b- Reenkarnasyon, Hindu dininden geçen, ruhların, insan ölünce başka
bedenlere geçeceğine inanılan, temelde de âhireti ve yeniden dirilişi
inkâr anlayışıdır.
c- Dünya ayrı, âhiret ayrıdır. Din ve âhiret işleriyle dünya işlerini birbirine
karıştırmamak gerekir.
d- Kur’an’da âhirete sadece inanmak yeterli görülmemekte, ona kesin
bilgi, şuur ve şehadet, yani yakînî iman istenmektedir.
4) Özellikle siyasî otorite ve yöneticinin tuğyanını başkalarına ulaştırarak,
Allah’ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek
üzere hükümler koyan şahıslara ve düzenlere ne ad verilir?
a- tâğî b- müfsid c- kâfir d- tâğut
5) Fâtiha sûresinin yirmiden fazla adı vardır. Meselâ; Kitab’ın özünü, İslâm’ın
temel esaslarını özlü bir biçimde içerdiğinden ona Ümmü’l-Kur’an
(Kur’an’ın anası, özü) ve El-Esâs denilmiştir. Fâtiha sûresinin diğer adları
olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a- Es-Seb’ul-Mesânî (tekrarlanan yedili)
b- Esâsu’l-Kur’an (Kur’an’ın aslı, esası)
c- El-Kâfiye (yeten)
d- Eş-Şâfiye (şifâ veren)
6) Fâtiha sûresi hakkında, aşağıdaki değerlendirmelerden hangisi yanlıştır?
a- Fâtiha, Kur’an’ın önsözü mesabesindedir, Kur’an’ın mukaddimesidir.
b- Fâtiha, Kur’an’ın yarısıdır. Üç ihlâs’la birlikte okumak, bir Kur’an
hatmi yerine geçer.
c- Vahye açılan kapıdır, başlangıçtır, anahtardır.
d- Dilekçedir, duâdır, sözleşme, anlaşma ve antlaşmadır, Rab’le kulun
diyalogudur.
7) Sırât-ı müstakîm konusunda, aşağıdaki yargılardan hangisi doğrudur?
a- Cennetin yolu sırât-ı müstakîmde olmaya; sırât-ı müstakîmde olmak
ise, sahih iman ve sâlih amel sahibi olmaya bağlıdır.
b- Sırât-ı müstakîm, ehl-i sünnet yolu ve ehlullah denilen Allah dostları
mutasavvıfların yoludur.
c- Şeytan, sırât-ı müstakîmde olanlara hiç yaklaşamaz, onlara vesvese
verip kışkırtamaz.
d- Hıristiyanlık ve yahûdiliğin asılları da, hiçbir zaman sırât-ı müstakîm
çizgisinde değildi. Bu dinler, baştan beri İlâhî yoldan sapılarak
oluşmuştu.
8) Sözlükte; küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya, âciz olandan güçlü
olana doğru meydana gelen bir istek ve niyazda bulunmadır. Kavram olarak
ise, kulun Allah’a sığınma ve yakarışını, Allah’ın yüceliği karşısında
kulun güçsüzlüğünü itiraf etmesini, sevgi ve tazim (yüce bilme) duyguları
içerisinde lütfunu, yardımını ve affını dilemesini ifade eder. Bu Kur’an
kavramının adı nedir?
a- tevbe (istiğfâr) b- takvâ (ihsân) c- istiâne (duâ) d- salât (namaz)
9) Gazap edilmiş olan yahûdileşenlerin özellikleri hakkında, aşağıdakilerden
hangisi yanlıştır?
a- Irkçılık ve taassup, üstün ırk olduklarını iddia etmek
b- Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyip bilginlerini tanrı edinmek
c- Dinlerini paramparça etmek, hizipçilik ve tefrika
d- Antlaşmalarına ne pahasına olursa olsun uymak, yanlış da olsa
sözlerini yerine getirmek
10) Hıristiyanların sapma nedenleri hakkında, aşağıdaki ifadelerden
hangisi yanlıştır?
a- Hıristiyanlar; Hz. İsa’yı bir kul olarak değil; yüce bir varlık olarak
niteleyerek şirke girerler.
b- Teslis inancını oluşturarak, Allah’ın birden fazla olduğuna inanırlar.
Allah’ı bir yaratık, bir insan gibi düşünerek O’na çocuk isnat ederler.
c- Allah’ın kendilerine bildirdiği kolay dinle yetinip dini kendileri için
zorlaştıracak özelliklerden, meselâ dünyayı terk etmekten kaçınırlar,
işin hep kolaylığına kaçarlar.
d- Din adamlarını, kendisine itaat edilmesi zorunlu kişi (rab) edinirler.
Allah tarafından kendilerine lutfedilen sırât-ı müstakîmin rehberi
olan kitaplarını tahrif ederek yanlış gidişatlarını tahrif ettikleri bu kitapla
meşrû gösterirler.
11) Aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a- Allah’ın verdiği nimete karşılık, nimetin artması için hamd edilir.
b- Hayırlı bir işe başlarken, çoğunlukla da o işi bitirince hamd edilir.
c- Hamd, şikâyetçilik ve nankörlüğe karşı bir ilaçtır.
d- Her şey, bütün varlıklar Allah’a hamd etmektedir.
12) “Varlıklar âlemini yaratan, terbiye ederek geliştiren, onları maddî
ve mânevî olgunluğa götüren, terbiyenin bütün gereklerine mâlik ve her
şeye sahip olan” anlamına gelen Allah’ın ismi, hangi kavramdır?
a- Allah b- Rahman c- Din gününün sahibi d- Rab
13) “Benim .............. her şeyi içine alıp kuşatmıştır” meâlindeki 7/A’râf
sûresi 156. âyette geçen bu ifadede, boş bırakılan kelime hangisidir?
a- azâbım b- rahmetim c- affım d- rızkım
14) Sözlükte; itaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, bağlanmak
ve hizmet etmek anlamlarına gelen kavram aşağıdakilerden hangisidir?
a- istiâze b- istiâne c- ibâdet d- hamdele
15) Ferdî ibâdetlerle yetinmeyip tebliğ, mesaj ve dâvetin öne çıktığı,
dolayısıyla İslâm’ın topluma ve hayata ulaştırılmasının öneminin ifâdesi
olarak, şeytanı kaçıran ibâdet, aşağıdakilerden hangisidir?
a- Namaz b- Kur’an okumak c- Salevat getirmek d- Ezan okumak
16) “Ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve rahmet irâde buyuran,
sevdiğini sevmediğini, inananı inanmayanı ayırt etmeyerek bütün
varlıklara sayısız nimetler ihsan buyuran” Allah’ın bu özelliklerine ne isim
verilir?
a- Rahmân b- Rab c- Rahîm d- Mâlik
17) Besmelenin dinî hükmü nedir? Yani bir işe başlarken besmele çekmek
dinin hangi hükmüne girer?
a- Farz b- Vâcip c- Sünnet d- Yapılan işe göre değişir
18) Kıyâmet konusunda, aşağıdaki anlayışlardan hangisi yanlıştır?
a- Kıyâmetin ne zaman kopacağını Peygamberimiz dâhil hiçbir kimse
bilmez; sadece Allah bilir.
b- Önemli olan, kıyâmetin ne zaman kopacağı değil; kıyâmet ve sonrasına
neler hazırladığımızdır.
c- Kendi ölümümüz küçük kıyâmet sayılır.
d- Kıyâmet alâmetlerini bilip saymak dinin önemli esaslarındandır.
19) Duâ ile ilgili olarak aşağıdaki ifâdelerden hangisi doğrudur?
a- Duâ dili Arapçadır. Başka dille yapılan duânın kabul edilmeme ihtimali
büyüktür.
b- Duâ ederken secî yapmak, kafiyeye benzer uyumlu kelimeler kullanmak
güzeldir.
c- Sadece sözle duâ olmaz. Sebeplere yapışmak, yani fiille duâ yapmak
da şarttır.
d- Duânın kabul olması için Allah’ın bir velî kulunu, evliyâdan birini
vesile yapmalıdır.
20) Kâfirlerin de dünyada rızıktan mahrum bırakılmamaları Allah’ın
hangi sıfatının gereğidir?
a- Rab b- Rahmân c- Rahîm d- Ma’bud
21) Besmele ile ilgili olarak aşağıdaki ifâdelerden hangisi yanlıştır?
a- İlk inen âyet, besmele ile okumayı emretmektedir.
b- Besmele Kur’an âyetidir. Neml sûresindeki âyette besmele geçmektedir.
c- Kur’an’da bir sûre (Tevbe sûresi) besmeleyle başlamaz. Diğer sûreler
besmele ile başlar.
d- Hayvan keserken tam olarak “bismillâhirrahmanirrahim” denilmesi
gerekir.
22) Aşağıdakilerden hangisi, Allah’ın bir sıfatı değildir?
a- Evrenin, bütün varlıkların ve tüm insanların Rabbıdır.
b- Hesap ve hüküm gününün hâkimidir.
c- Din büyüklerinin vâsıtasıyla kendisinden yardım istenilendir.
d- Çok merhamet eden ve âhirette mü’minlere nimetler verendir.
23) “İnsanların kötülüklerden korunabilmeleri için bütün İlâhî emir
ve yasaklara uyarak, söz ve işleriyle Allah’a sığınmayı istemelerini ifâde
eden kavram, aşağıdakilerden hangisidir?
a- istiâze b- istiâne c- duâ d- besmele
24) Aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur?
a- Hamd ile şükür aynı anlamdadır.
b- Hamd, sadece nimetlere karşı yapılır. Şükür ise her zaman yapılmalıdır.
c- Elhamdü lillâh sözüne hamdele denir.
d- Bir kimse aksırınca (hapşırınca) ona karşı elhamdü lillâh denir.
25) Din günü ile ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a- “Din gününün sahibi” ifadesinden insanın ve kâinatın boşuna yaratılmadığı
ve iyi kötü her amelin karşılığının görüleceği anlaşılır.
b- Din günü, Allah’ın ödül ve cezâsının bir gereğidir. Din gününe, âhirete
inanmamak, İlâhî adâleti istememek demektir.
c- Din gününe, âhirete inanmak, ölüm korkusunun insanda bir kâbusa
ve kronik bir hastalığa dönüşmesini engeller.
d- Din günü inancı, insanın dünyayı önemsemeyip sadece âhirete değer
vermesi bilincini oluşturur.
26) “De ki ........... olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” 25/Furkan
sûresi, 77. âyetinde geçen bu ifadede boş bırakılan yere hangi kavram
gelmelidir?
a- duânız b- ibâdetiniz c- hamdiniz d- merhametiniz
27) Herhangi bir eylemin Allah’a ibâdet olabilmesi için aşağıdaki
gruplardan hangisi bütünüyle doğrudur?
a- İnanç (iman) ; tâat (meşrûluk) ; usûl (metod; Sünnete uygunluk) ;
niyet (maksat; Allah rızâsı).
b- İman (yakîn) ; takvâ (Allah korkusu) ; sabır (sabretmek) ; şükür
(şükretmek).
c- Din (İslâm) ; ihlâs (samimiyet) ; ümid (umut; Cennet beklentisi) ;
takvâ (sakınma; Allah korkusu).
d- İnanç (iman) ; salât (namaz) ; savm (oruç) ; sadaka (zekât).
28) Kur’an’da “Allah” lafzından sonra en çok geçen Allah’ın ismi hangisidir?
a- Rab b- Rahmân c- İlâh d- Rahîm
29) Besmele’nin tam doğru anlamı nedir?
a- Esirgeyen, bağışlayan Allah’ın adıyla.
b- Rahmân, Rahîm Allah’ın adıyla.
c- Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlıyorum.
d- Çokca merhamet eden Allah’ın adıyla okuyorum.
30) Kur’an’a başlarken yapmamız gereken istiâze ile şeytandan Allah’a
sığınıyoruz. Şerrinden Allah’a sığındığımız şeytan hakkında, aşağıdaki
ifadelerden hangisi yanlıştır?
a- Şeytan, hem cinlerden; hem de insanlardan olur.
b- Şeytan vesvese vermekle kalmaz; insana dediğini yaptırmak için
baskı yapar.
c- İnsanı içinden tahrik edip, onu Allah’a isyana sevk eden her türlü
duygu ve düşünce şeytanîdir, şeytandandır.
d- Şeytanın mü’minler üzerinde fısıldamanın (sessizce günaha teşvik
etmenin) dışında bir gücü ve egemenliği yoktur.
31) “Çok merhamet edici, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük
ve ebedî nimetler vermek sûretiyle mükâfatlandırıcı” anlamına gelen
güzel isim aşağıdakilerden hangisidir?
a- Allah b- Rahmân c- Rahîm d- Din gününün sahibi
32) Seçeneklerden hangisi, “din günü” kavramının ifâde ettiği anlamlardan
biri değildir?
a- Allah’ın bütün kullarına merhametinin görüleceği “Rahmet günü”
b- Hayrın hayır; şerrin de şer olarak görüleceği “Kıyâmet günü”
c- Yapılan işlerin karşılığının tam olarak verileceği “Cezâ günü”
d- İnsanların yaptıkları işlerin, Allah tarafından takdir edilip hesabının
görüleceği “Hesap günü”
33) Ancak Senden yardım isteriz” âyetinde belirtildiği şekilde duâ, sadece
Allah’a yapılır. Yalnız Allah’a yapılan duâ konusunda vesile (onun
hürmetine demek) konusunda aşağıdaki hükümlerden hangisi tam doğrudur?
a- Ameller ve Peygamberimiz dâhil, hiçbir şeyi Allah’â duâ ederken
vesile yapamayız.
b- Amellerle vesile yapılabilir; ama hiçbir insanla vesile yapılamaz. Bu
kesinlikle şirktir.
c- Sahâbeler, Peygamberimiz öldükten sonra da Peygamberimiz’le vesile
yapmışlardır.
d- Hiçbir insanı vesile yapmamak en uygun, en emin yoldur.
34) Besmele, eski ümmetlerin de bildikleri ve kullandıkları bir ifâdedir.
Kur’ân-ı Kerim bu konuda Hz. Muhammed’den (s.a.s.) önce iki peygamberin
besmelesini örnek veriyor. Bu peygamberler kimlerdir?
a- Hz. Nuh ve Hz. Süleyman
b- Hz. Âdem ve Hz. Süleyman
c- Hz. Âdem ve Hz. İbrâhim
d- Hz. Nuh ve Hz. Mûsâ
35) Seçeneklerden hangisi, Allah’tan başkasını rab kabul etme şirki
anlamına gelmez?
a- Yatırlara kurban kesmek, onlara duâ etmek.
b- Din adamlarının helâl kıldığını helâl kabul etmek.
c- Namaz, oruç gibi ibâdetleri terk etmek.
d- Önderleri, din büyüklerini sevmede ve onlara bağlanmada aşırı gitmek.
36) Sözlükte; iyilik, üstünlük ve erdemlilikle niteleme (medhetme) ve
övme anlamına gelir. Terim olarak ise; “bütün medih türlerini içerip sevgi
ve ta’zimle Allah’a yönelen övgü ve şükrü ifade eder.” Bu tanım, hangi kavramı
karşılamaktadır?
a- Rab b- İstiâze c- Hamd d- İstiâne
37) İstiâze ile ilgili olarak aşağıdaki ifâdelerden hangisi yanlıştır?
a- Kur’an okumaya besmeleden de önce istiâze ile başlanır.
b- Tuvalete ve banyoya girmeden önce besmele çekilmeyip sadece istiâze
yapılır.
c- Muavvizeteyn (Felak ve Nâs) sâreleri istiâze ile ilgili sûrelerdir.
d- İstiâze, sadece “eûzü billâhi mineşşeytânirracîm” denilerek yapılır.
Başka kelimelerle yapılmaz.
38) İslâm’dan önce müşrik Araplar, işlerine başlarken besmele yerine
ne söylerlerdi?
a- Bismikellât
b- Bismillâh
c- bismi’l Lât ve’l Uzzâ
d- bismi’l Hubel ve’l Menat
39) Kur’ân-ı Kerim’de, ancak Allah’a ibâdet edilmesi gerektiği ifâde
ediliyor. Bazı insanların Allah’tan başka ibâdet ettiği varlıklar sayılmaktadır.
Aşağıdakilerden hangisi Kur’an’da tapınılan bir varlık olarak direkt
söylenmemiştir?
a- para b- tâğut c- şeytan d- putlar
40) Kur’an’da Allah’tan başka rabb kabul edilen veya bu iddiada bulunan
kimselerden bahsedilmektedir. Seçeneklerden hangisi bu anlamda
Kur’an’da geçmez?
a- Ebû Cehil b- Fir’avn c- Râhipler d- Hz. İsa
41) “Besmele ile başlanmayan her iş ........... ” Bu hadis-i şerifteki boş
bırakılan yere ne gelmelidir?
a- Yarım ve eksiktir.
b- Şeytan işidir.
c- Günah ve yanlıştır.
d- Bereketsiz ve güdüktür.
42) Allah’a ibâdetin tanımı, aşağıdakilerden hangisidir?
a- Allah’ın farz kıldığı İslâm’ın beş şartına (namaz, oruç, hac, zekât ve
kelime-i şehâdet getirmeye) ibâdet denir.
b- Yapılması sevap olan, Allah’a yakınlık ifâde eden, yalnız O’nun rızâsını
kazanmak niyetiyle yapılan her türlü harekete ibâdet denir.
c- Allah’ın yüceliği karşısında kulun aczini itiraf etmesi, sevgi ve ta’zim
duyguları içinde Allah’tan lütuf ve yardım dilemesine ibâdet denir.
d- Kulların Allah’a karşı memnuniyet ve sevinçlerini, O’na şükürlerini
bildirmelerine ibâdet denir.
43) Lutf ile olan rehberliğe, yol gösterip kılavuzluk yapmaya, hayra
ulaştırmaya ve hayırda muvaffak kılmaya Kur’an kavramı olarak ne ad verilir?
a- sırat-ı müstakim b- hidâyet c- takvâ d- felâh
44) Sapmak, şaşmak, karanlıkta kalmak, bocalamak ve kaosa yenik
düşmek; Doğru yoldan bile bile veya iğfâle kapılarak sapmaya Kur’an terminolojisinde
ne ad verilir?
a- hidâyet b- fücur c- dalâlet d- fısk
45) Fâtiha sûresindeki “Bizi doğru yola hidâyet et; kendilerine nimet
verdiklerinin yoluna...” (1/Fâtiha, 5-6) âyetlerinde ifâde edilen Allah’ın nimet
verdikleri kimseler”den kast edilenler kimlerdir?
a- Malca zengin olanlar, rûhen sağlıklı olanlar ve bedenen sıhhatli
kimseler
b- Evliyâlar, ermişler, gavslar, kutublar ve Allah dostları
c- İlim verilen âlimler, cihad edenler, takvâ sahipleri ve dâvâ adamları
d- Peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlih insanlar
46) Sırât-ı müstakimde olabilmenin gereklerini âyetlerden yola çıkarak
tespit ettiğimizde iman, hidâyet sahibine yönelmek, sırât-ı müstakimden
olmayı arzu etmek ve Rasûlullah’ın sünnetine uymanın yanında;
diğer yol arkadaşları olan mü’minlerle ilgili bir şart daha vardır. Bu şart,
seçeneklerden hangisidir?
a- Gönül genişliği (Tüm müslümanlara sevgi)
b- Yaratılanları, Yaratan’dan ötürü sevmek (Tüm yaratıkları sevmek)
c- Ashab sevgisi (Asr-ı saâdetteki müslümanlarla gönül birliği)
d- Yol arkadaşlarına karşı muhabbet (Cemaat üyeleriyle dayanışma)
47) “Sırât-ı müstakîm”le bağlantılı olarak; doğruluk demek olan kelime,
İslâm kültüründe insanî ve ahlâkî yaşayışa esas olan doğruluğun zirvesi
anlamına gelen kavram nedir?
a- sâdık b- istikamet c- hidâyet d- fazilet
48) Rab konusunda aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a- Allah’tan başka rab yoktur. Tek Rab O olduğu için, onlar üzerinde
tek yetki sahibi de O’dur. Bilginleri, din adamlarını, İsa’yı (a.s.) rab
edinenler şirk koşmuşlardır.
b- Kim olursa olsun, aşırı yüceltip Allah’a eş, benzer kabul etmek, o
kimseyi rab yerine koymaya kalkmaktır. Hâlbuki sadece Allah, rabdir,
bütün insanların, tüm âlemlerin Rabbidir.
c- İnanmayan insanlar, eğer güçsüz (müstaz’af) iseler, çevrelerindeki
rab taslaklarından birini rab olarak kabul ederler. İnançsız ve güçsüz
kişi, bazen özgür irâdesiyle, bazen reklâm ve aldatmacalarla kandırılarak,
bazen tâğutların zorlamalarıyla piyasadaki rablerden birine veya
birkaçına boyun eğer.
d- Rab, eğitmek, terbiye etmek demek olduğundan; Allah’ın dışında
terbiye edip eğiten bir kişiyi kabul eden ve herhangi bir eğitimcinin
terbiyesini kabul eden, Allah dışında bir rab kabul etmiş olur.
49) Fâtiha sûresi, Kur’an’ın bir özetidir. Kur’an’ın ana konusu; Allah,
Allah’la kâinat ve özellikle de Allah-insan ilişkileridir. Bunlar, Fâtiha’nın
da temel konularıdır. Değişik bir ifâdeyle; Fâtiha, “O”, “O’nun günü”,
“O’nun gülü” ve “O’nun yolu”nu anlatır. Besmeleden başlayıp er-Rahîm’e
kadar: O ; Mâlik-i yevmi’d-dîn: O’nun günü ; İhdina’s-sırâta’l-müstakîm
ise: O’nun yolu’nu ifade eder. O’nun kulluğu ve O’nun gülleri’ni anlatan
Fâtiha’nın âyetleri, seçeneklerden hangisinde doğru gösterilmiştir?
a- İyyâke na’büdü: “O’nun kulu/kulluğu”; ve iyyâke nesteıyn: “O’nun
gülü/gülleri”ni anlatmaktadır.
b- İyyâke na’büdü ve iyyâke nesteıyn: “O’nun kulu/kulluğu”; Sıratallezîne
en’amte aleyhim: “O’nun gülü/gülleri”ni anlatmaktadır.
c- İyyâke na’büdü ve iyyâke nesteıyn: “O’nun kulu/kulluğu”; Ğayri’l
mağdûbi aleyhim velâddâllîn: “O’nun gülü/gülleri”ni anlatmaktadır.
d- Sırâtallezîne en’amte aleyhim: “O’nun kulu/kulluğu”; Ğayri’l mağdûbi
aleyhim velâddâllîn: “O’nun gülü/gülleri”ni anlatmaktadır.
50) “............. şeytanın şerrinden Allah’a ........... Rahmân, rahîm Allah’ın
.......... Hamd âlemlerin ........... Allah’a mahsustur. O, ......... rahîmdir. ..........
sahibidir. Ancak sana ............. ederiz ve yalnız senden ........... isteriz. Bize
.......... yolu göster. Kendilerine ............ verdiklerinin yolunu; gazaba uğramış
ve ....... olanların yolunu değil!”
Boş bırakılan yerlere sırasıyla seçeneklerden hangisi gelmelidir?
a- Kovulmuş; sığınıyorum; ismiyle; yaratıcısı; Rahmân; din gülünün;
ibâdet; duâ; dosdoğru; nimet; dalalette
b- Kovulmuş; sığınırım; adıyla; rabbi; Rahmân; din gününün; ibâdet;
yardım; dosdoğru; nimet; dalâlette
c- Kovulmuş; sığınırım; adıyla; rabbi; Rahmân; din gününün; ibâdet;
yardım; dosdoğru; nimet; hidayette
d- Kovulmuş; sığınırım; adına; rabbi; Rahmân; din gününün; ibâdet;
yardım; dosdoğru; hidâyet; delâlette
Cevap Anahtarı
1 C 11 A 21 D 31 C 41 D
2 D 12 D 22 C 32 A 42 B
3 C 13 B 23 A 33 D 43 B
4 D 14 C 24 C 34 A 44 C
5 B 15 D 25 D 35 C 45 D
6 B 16 A 26 A 36 C 46 A
7 A 17 D 27 A 37 D 47 B
8 C 18 D 28 A 38 C 48 D
9 D 19 C 29 B 39 A 49 B
10 C 20 B 30 B 40 A 50 B
Son Söz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, inşâAllah Kur’an’a daha
fazla yaklaşmışsınızdır. Bu okuduğunuz kitapta varsa güzellikler Kur’an’ın güzellikleridir.
Hatalar ise, tümüyle yazarın hatalarıdır. “O halde boş kaldığında
yine kalk yorul! / Ve ancak Rabbinden ümid et, hep O’na doğrul!” (İnşirah
7-8). Kur’an’la yakınlaşmayı fırsat bilerek hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp
baştan sona kadar mealiyle (ve gerektiği zaman tefsiriyle) okumaya başlamalısınız.
Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak,
yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet
doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz
kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak
için…

 

Ortam